31 Mayıs 2011 Salı

MEVTADAN FİNAL MEKTUP

 MEVTADAN FİNAL MEKTUP

       
          
"Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? Hangi kusurunu düzeltmene fırsat verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: “Buraya kadar!” dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, daha önce haber vermiştik, derler onlar. Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik." 

Oğuz ATAY – Tutunamayanlar

          Pencereden hafif  bir esinti, komşum Azeri Samet´in bahçesine ektiği hüsnüyusuf çiçeklerinin kokusunu bir anda alıp, ciğerlerime armağan olarak sundum. Çiçek kokularının odamda bölünmüş bir ekmek buğusu olup, kelebekler misali havada uçuştuklarını görüyorum. Ciğerlerimin derinliklerine çektiğim güzelim kokular ile içim bir hoş. Karabasanlar gibi üstüme günlerdir çöken karamsarlığı üzerimden hiç beklemediğim bir anda attım. Bu hız ve moral ile sizlere yazıyorum.
         Komşum her yönü ile tam bir insan güzeli. Samet´i çok seviyorum. Onu anımsayınca içimi ısırgan bir hüzün kapladı. Araf’ daki yetkililerden mektup aldığı günden beri, pek kendisinde değil. Savunmasını nasıl yapacak, hazırlanmaya çalışıyor ama dağınık olan zihni ile söylemek istediklerini toparlayamadığını söylüyor. Dünyadaki yaşamımda Samet’i tanımadığım için, kendisine yardımcı olamıyorum. Hani aynı mekanda, aynı ülkede olsaydık ve ben Onun bir iki olayına, geçmişine tanıklık etmiş olsaydım, yol yordam göstermeye çalışırdım. Savunma esnasında avukat falan da yokmuş zaten. Dilin döndüğünce savunmanı, kendi argümanların ile bizzat kendin yapman gerekiyormuş. Her ne kadar teselli etmeye çalışsam da fayda etmiyor. Ona baktığım zaman,  sanki hızla akan bir suya yüzükoyun kendisini bırakmış, bir insan görüyorum. Batmıyor ama büyük bir hızla büyük bir uçurumdan aşağı düşecekmiş gibi bir his veriyor bana. Doğrusu Onun bu halini görünce sıranın bana da gelmek üzere olduğunu beynimden atamıyorum. Eli kulağındadır, bugün veya yarın benim elime de böyle bir mektup tutuştururlar elbet. Ondan sonra ayıkla bakalım pirincin taşını. Benim Tosya pirincim de bir hayli taşlı. Öyle büyük taşlar değil elbet. İnsani gereksinimlerin, hayata renk katmaların getirisi olan küçük çakıllar. Yoksa onun bunun malında gözüm yoktu, bankalara yangın hortumu falan bağlamadığım gibi, kimseye kötülüğüm olmadı. İnsanları kınamadım, işkence yapmadım, hakir görmedim. Yine de bilemiyorsun. Çok ince bir çizgi. Sanırım böylesi kritik bir konumda;  “kazı da çeviremezsin,” bakalım şişi veya kebabı ne denli yakacağız!
         Seri mektuplar yazmak niyetinde değilim. Böylesi bir uzatmanın sizleri de sıkacağını biliyorum. Her şeyin yeri ve zamanı olmalı. Salt sizlere, büyük bir dehliz misali karanlık olan bu alemden, mikro düzeyde de olsa bir ışık tutmak, işmar etmekti. Umarım kendi çapımda, cüzi de olsa faydalı olmuşumdur. Sizleri ön tanışma türünden biraz bilgilendirdim. Keşke bu işi büyük bir gizlilik içinde değil de, serbestçe yapabilseydim, olup biteni, gördüklerimi ve gözlemlerimi daha detaylı ve açıkça sizlere yazabilsem. Şimdilik bu pek mümkün gözükmüyor.
         İlk mektubumda Antepli Abdullah Dayımdan söz etmiştim. O zaman daha yeni olduğum için hemen gidip, kendisini göreceğimi ve birlikte kol kola girip, bize yan bakanlara Araf’ ı dar edeceğimi de belirtmiştim. Zeki Muren’i, Ayhan Işık’ı ziyaret edeceğimi de belirtmiştim. Oysa böylesi bir durum yok. Kim bilir ne haldedirler. Dünyadaki ihtişamlarından sonra yaşanılan bu mütevazi hayat mutlaka ağırlarına gidiyordur. Bu hallerini gördüğüm zaman onlar adına çok üzüleceğim. 
         Bugüne değin hep yazdıklarımın karşılıksız kaldığından yakınmıştım. Bunda haklılık payım da vardı, elbet. Ben kendi hayatımı ortaya koyup, karınca kararınca da olsa sizlerle bazı bilgileri paylaşmak istediğim halde, sizlerde büyük bir sessizlik hakimdi. Allah’tan Araf  Dağındaki kurt ölünce, şeytanın bacağını dostum Kunduracı Metin kırdı ve kendisinden bir mektup aldım. Dünyalar benim oldu. Ailemden haber salmıştı. Çok şükür herkes iyi ve sağlıklı diye yazmış. Bir iki satırlık da olsa, benim için büyük teselli oldu. Allah da onun gönlüne göre versin. Yazdıklarımı Wikileaks açıklamalarına benzetmiş. Ben ise bunları  “MevtaLeaks Açıklamaları” olarak adlandırıyorum.
         Kunduracı dostumdan aldığım mektubu, efsanevi ozanımız Neşet Ertaş’ın televizyonlarda anlattığı bir anısına benzettim. Yıllarca önce ozanın yolu turnelerden dolayı Almanya’ya kadar uzanır. Turne dönüşü kara yolu ile Türkiye’ye dönen Neşet Ertaş, Yugoslavya’da arabası ile bir kazaya sebebiyet verir ve tutuklanır. Aylarca hapis yatar. Dillere destan o ünlü türküsü “mahpushanelere güneş doğmuyor” u burada besteler, nazlı sazının tellerine içini döküp, büyük bir yalızlık duygusu ile söyler. Arayanı soranı olmaz. Konsolosluğa, Türkiye’deki yetkililere ve dünyanın dört bir yanındaki dost bildiklerine mektuplar yazar. Kendisi için bir şeyler yapmalarını rica eder. Fakat hiç kimse, parmaklıklar ardındaki ozana elini uzatmaz. Çok karamsarlaştığı bir günde, gardiyan bir kitap getirir ve kendisine teslim eder. Bir Yaşar Kemal romanıdır bu. Büyük ozan kitabın kapağını açıp, yazılanları okuduğunda çok duygulanır. Kapağa bir kaç arkadaşı aynen şöyle yazmıştır. “Bozkırın tezenesine selamlar.” Bir kaç tane dost adı ve imzaları. Kunduracı Metin’den aldığım mektup, bana da aynı duygu yoğunluğunu yaşattı. Ben herhangi bir kazaya sebep olup tutuklanmadım. Bundan sonra sonsuza kadar; canım, ciğerim, oğlum, kızım, kardeşim, eşim, yoldaşım dediğim hasretleri ile burnumun direğini titreten yüzlerce insanımdan uzaklardayım. Lous Aragon, eşinin ölümünden sonra yazdığı bir şiirinde; “Yarım kalmış bir cümle gibi bırakıp gittin”.  diyor. Bilinen o ki hiç kimse, bu cümlenin yarım kalmasını istemezdi. Fakat elimizden gelen bir şey yok.
         Bir çok insan günde sadece iki kadeh içki serbestisinden bir hayli şikayetçi. Bunun en azından üç kadehe çıkarılmasını istiyorlar. İşin garip tarafı daha önceki yaşamlarında ağızlarına bir damla alkol almayanlar, bu uygulamadan en fazla rahatsız olanlar. Yarın bu uygulamayı tel’in etmek maksadı ile büyük bir korsan gösteri yapılacak. Ben de bu mitinge katılmak taraftarıyım. Ne bileyim, nerede ince ise orada kopmasının zamanı geldi gibi oldu. Bunu komşum Samet’e de fısıldadım. O da gelecek. Zaten kendisi de organizasyonda yer alıyormuş. Haberim yoktu. Bu akşam birlikte bir pankart hazırlayacağız. İngilizce, Türkçe ve arapça aynen şöyle yazacağız: “Bir kadeh HİÇ, iki kadeh AZ, üç kadeh yetmez - ama EVET.” Samet’in el yazısı oldukça güzel. Bende bir tane kırmızı eski çarşaf var, kırmızı ilgi çeker, onu kullanacağız. Merdiven altındaki kilerde, kullanabileceğimiz sopaya benzer iki tane değnek var. Kırmızı zemin üzerine beyaz boya ile istemlerimizi yazacağız. Bu katıldığım ilk eylem olacak. Umarım büyük bir katılım ile istediğimiz sonucu elde ederiz.
          İnanın çok komik şeyler oluyor. Her gün ilginç bir olaya şahit oluyorum. Geçen hafta pazara gidiyordum. Az ileride üç kişinin  telaşlı telaşlı yürüdüğünü ve ortadakinin sıkça arkasına dönüp, birilerine sert ve tehdit edercesine baktığını görünce iyice yaklaştım. Dikkatlice baktım, inanamazsınız; ortada Hitler, sağında Musolini ve solunda da Franko’yu görünce çok şaşırdım. Artlarından gelip, onlara yalvar yakar katılmak isteyene dikkatli baktım. Başına sardığı arap kefiyesinin altında, bu gür bıyıklı adamı hemen tanıdım. Saddam Hüseyin celladı. Hitler sonunda dayanamadı ve avazının çıktığı kadar Almanca: “Raussss…. Raussss…” diye bağırdı. Ardından da: “Siktir ol git lan… Bir kaç bin zavallı Kürdü kimyasal gazlarla öldürmekle bize katılacağını mı sanıyorsun. Bırak peşimizi.”  Gözlerime ve kulaklarıma inanamadım. Önceleri epeyce ürperdiysem de, sonradan kendimi toparlamakta gecikmedim.
         Bu tüylerimi ayağa kaldıran sahneden sonra, iki güzel müzik konserine şahit oldum. Ansızın kulaklarıma tanıdık bir klarnet müziğinin sesi gelir gibi oldu. Müziğin geldiği yöne doğru yöneldiğimde onu da hemen tanıdım. Bu Deli Selim’den başkası değildi. Yeni bir ekip oluşturmuştu. Sevdiğim iki müzik grubunun arasında kalmıştım.Diğer tarafta , Bob Marley izleyenler oldukça fazlaydı. Deli Selim de hatırı sayılır bir kalabalık toplamıştı. Adeta karşılıklı atışma halindeydiler. Birbirini tanımayan ve dünyanın ayrı bölgelerinden gelen bu iki sanatçının gösterileri büyüleyiciydi. Bob Marley rastalarını ve bedenini melodilerin ritmine göre ustaca sallarken, Deli Selim de klarnetini ani hareketlerle yukarı doğru kaldırarak seyircilerini kendilerine hayran kılıyorlardı. Bob Marley:“No womanno cry…” derken ardından Deli Selim’in solisti:  Kara Ali geldi düğüne, Zurnayı verdik eline. Öyle güzel üfledi ki, Doyamadık tadına. Çal be kabaracı çal. Çal be zurnacı çaaallll.” Diye meydan okuyordu. Daha sonra Bob Marley sözü alıp: “Stand up get up for your right”  adlı şarkısı ile meydan okurken, Deli Selim klarneti ile şarkının girişini yapıp, sözü yeni solistine bırakıyordu. “Al kızını koy çuvala, salla salla vur duvara”. Çuvala koyup, duvara vurmak epeyce hunharcaydı ama sözler böyleydi ve ben kendimi acaba kızın suçu ne diye sorgulamaktan uzun süre alıkoyamamışım .
         Anlatmaya çalıştığım gibi, burası tam bir curcuna. Dünyanın en renkli simalarına her an rastlayabilirsiniz. Kimin eli kimin cebinde, yaşanan hengame inanılır gibi değil Kulağıma Bin Ladin’in de geldiği haberi geldi. Fakat bu çok sağlıksız bir haberdi. Kimilerinin düşüncesi, o’nun çoktan buralara teşrif ettiği yönünde. Bazıları da, ya daha yeni geldi veya daha gelmedi türünden karmaşık rivayetler.
         Fakat o da ne? Postacı elinde bir mektup ile bizim binaya doğru geliyor. Sanırım bu durumda sizlere veda etmeliyim. Korktuğum nihayet başıma geldi. Biraz önce tavana vuran moral ibrem, benzini biten otomobilin göstergesi gibi aniden aşağılara inip, kırmızıya dayandı. İçimi kaplayan hüzün ve tedirginlik, yüreğimi ikiye böldü. Mektup bana ise yandım demektir. Bir daha yazmaya moralman uygun olmayabilirim. Kalın sağlıcakla diyeyim. Bütün güzellikler ve sevgim, güzelliklerden yana olan insanların olsun.
Saygılar...

Mevta Mevtaoğlu

Amsterdam, 30 Mayıs 2011  



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...