19 Mart 2014 Çarşamba

MARATON



MARATON

Her insan, insanlığın var olduğu günden günümüze değin, ebeveynleri tarafından organize edilen, startın baba tarafından verildiği, kısa parkurlu bir maratona, milyonlarca türdeşi-kardeşi olan spermle, spermler aras
ı amansız bir koşturmacaya katılıp, büyük bir efor harcayıp, diğerlerini geride bıraktıktan sonra, o yumuşak, saf ipek kumaşlardan yapılan hayat ipini göğüsleyip, yaşama ilk adımlarını attı. Kaçınmasız her insanın katıldığı bu maraton esnasında, organizatör eşler, bir birlerinin paha biçilmez tenlerine öpücükler kondurup, karşılıklı koklaşırlarken, gökyüzünden yıldızları toplayıp, cömertlikle her türlü vaatte bulunarak, en güzel sözcüklerle aşklarını, sevgilerini fısıldarlar.
Yaşama atılan ilk adım, çok sevilen ölümsüz bir şairimizin, yine çok sevilen bir şiirinde yer aldığı gibi de olabiliyor.
"İğneli şiir
Anam babama aşık olmuş,          
Babam da anama..
Gezelim bu çarşamba demiş babam.
Sur-dişli anam, öyle şık bir fistanı yok,
Ablasının nişanlığını istemiş ödünç,
Teyzem daha toplu, oturmamış üstüne entari,
Teyelle, iğneyle ayarlamışlar üstüne
Anamın..
Babam, kavilleri üzre, gelip topkapı dışındaki evlerine,
Anamı alıp, kaç bir tramvaylan aktarma,
Bebeğe götürmüş o Afrodit 'i
Bebek sırtlarına çıkmışlar..
Babam oturtmuş anamı çayıra,
Denizi göstermiş,
İyi şeylerden söz etmişler,
Derken öpecek olmuş anamı,
Anam çoktan razı..
Babam el atınca orasına, burasına,
Fistandaki iğneler batmaz mı eline!
Ay! demiş bağırmış babam..
O gün, o çayırda, o an
Düştüğüm için ben anamın imgelemine,
Yaşamda da, şiirde de
Böyle iğneli konuşmaklığım..Can Yücel"
Hayata atılan bu ilk adımların ardından, nerelerde, hangi mekanda, dünyanın hangi noktasında, hangi inançların, gelenek-göreneklerin, dilin, kültürün ve ruhi şekillenmenin hakim olduğu topraklarda emekledik, düştük-kalktık, yeryüzünü adımladık. Hangi diyarlarda, sokaklarda, caddeler ve bulvarlarda dolaştık. Hangi "kuçeleri", patikaları, köy yollarını dolaştık.
Hangi köylerde, kasabalarda, şehirlerde ve ülkelerde bulunduk, havasını teneffüs ettik, deklanşöre basıp, eşsiz enstantaneler yakaladık.
Kaç bisiklet eskittik, kaç misket kazandık-kaybettik. Kaç tane balonumuz elimizden uçtu, kaç uçurtmamızı vurup, düşürdüler. Rüyalarımızda kaç kez Heidi ve Peter ile Alp dağlarında çiçek toplayıp, gezdik. Koşa koşa kendi dedemizmiş gibi, Heidi'nin büyükbabasının kollarına koştuk.
İlk sözcüğümüz belki de baba-anne oldu. Gün geldi, abi-abla, amca-hala, dayı-teyze, baba-anne diye bizlere de seslenilirken, dede-nine de denilir olduk.
Hangi insanlarla tanıştık, arkadaş, dost, yaren, yoldaş olduk, oturduk-kalktık. Ekmeğimizi-soframızı paylaştık, ekmeklerini-sofralarını paylaştık.
Kimlerle ağız dolusu güldük, göz yaşlarımız birbirine karıştı. Kimleri özledik, arzuladık, kulağına güzel sözcükler fısıldadık, yüreğimizi açtık, birlikte bulutlarda gezindik, sevdik, seviştik.
Kimlere bağırdık, çağırdık, kavga ettik, barıştık, darıldık, küsüp gönül koyverdik, yüreğimizi parçaladı, yüreğini parçaladık.
Kimler ardımızdan küfretti, fütürsüzce has siktir çekti, hak etmediğimiz övgülerde bulundu, bizleri yükseklere çıkartıp, başımızı göklere erdirdi.
Hangi tatlı rüzgarlara gülümsedik, ıslık çaldık, yıldızlardan hangisine sığınıp, göz yaşlarımızı inciler gibi akıttık, mazlumun yanında yer alabildik. Sıra bize gelmeden, sesimizi çıkardık.
Kaç kez elimizi boyamak için ayaklarımızın ucunda yükselip, gökkuşağına elimizi uzattık, zaptı uzak olmayan "güneşi zapt ettik", çiçeklerin, börtü-böceğin, çayır-çimenin ve toprak kokusunu ciğerlerimize çektik, ceplerimizi yağmurlarla doldurduk.
Kaç kez kollarımızı açıp, baharı bir sevgili gibi karşıladık, kuş cıvıltılarına, art arda patlayan narin çiçek tomurcuklarına kulak verdik, doğanın filizlenmesine mest olup, tanıklık ettik.
İnsanlara yardımcı olabildik mi, düşkünlerin elinden tutabildik mi, yavrusunu yitiren annenin acısına ortak olabildik mi, kanadı kırılan serçeye ağlayabildik mi.
Kaç kitap okuduk, kaç şiir yazdık, neler yazıp-çizdik, hangi türküler, melodiler, senfonilerle kulaklarımızdaki pası giderip, ruhumuzun ihtiyaç duyduğu gıdayı aldık.
Kaç kez annemizi kokladık, babamızın ellerini öptük, dedemizin yumuşak elinden tutup, parklara-bahçeler gittik.
Hangi ağaca salıncak kurup, ayaklarımızı gökyüzüne değdirdik. Bir süre sonrasında aynı ağaca kaç tane oklu kalp çizip, yüreğimizde saklı olanın büyülü adını kazıdık.
Büyük şair Nazım' ın da dile getirdiği gibi, belki üç yüz kilometre giderken yarimizin dudaklarından öpmenin ne denli güzel olduğunu tadamadık ama, söz konusu onurlu taraf olunca; ne denli olunması gereken tarafta, "bizim tarafta" olduk ve "yeni bir alem için dövüştük", tırnaklarımızı dişlerimize geçirip, mücadele ettik.
Demem o ki ne kadar güzelliği ve istenmeyen çirkinliği ömrümüze, hayatımıza sığdırdık. Bunlar saymakla bitmez. Ne mutlu, güzellikleri çoğunluk kılanlara. Ne mutlu ömür yumakları olabildiğince az kör düğümle dolu olanlara ve insanlıktan, barıştan, kardeşlikten eşitlikten, adaletten ve demokrasiden yana adım atanlara.
Ve bir kez daha gözlerimizi Can Yücel'in  aşağıdaki şiirine odaklayalım  ve noktayı koyalım mı?

"Tersten Yaşamak

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir...
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı?
Cami'de uyanıyorsunuz.
Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua
ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz,
yaşlı, olgun, ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi
hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaşlara kadar garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin
hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. ve
genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan
olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade.....aman ne güzel günler
başlıyor... derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi
olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi
bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun...'
Keyfe bakar mısınız?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem
başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma
derdi de yok artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak,
oyuncaklarınla oyna' diyorlar.
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta
bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli
dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için
ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık,
yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veeeeee....
En güzeli deeee......
Günün birinde müthiş keyifli bir geceyle hayatınız bitiyor..."

Amsterdam, 18 mart 2014




14 Şubat 2014 Cuma

DENGBEJ







DENGBEJ

         O nazik seksenli yaşların son çilelerini itina ile damıtıp, bugüne değin çektiklerime, bu yenileri de bir bir ilave ederek kendimce ilerliyorum.  İlerliyorum derken, bildiğiniz gibi, biz yaşlılar için zaman, her ne hikmetse çok daha çabuk geçiyor. Son demlerini yaşayan  ömrümün, sanki yaşlılığımda, bir an evvel bir yerlere gitmek istercesine, dizginsiz, daha bir acelesi var gibi. Bin bir güçlüklerle de olsa, bu saatten sonra yaşadığın her günü, kar hanesine yazmak gerekir. Hiç bir evresinde, hangi koşullarda olursa olsun, bütün varlığımızla canımızı dişimize takarak dört elle tutunmaya çalıştığımız  hayat, vazgeçilemeyecek kadar güzel ve bir o kadar da anlamlı. Şimdilerde ; hani hiç bir beşere zarar vermeden, kimselerin yolunmuş-yumurta vermeyen tavuğuna dahi kış demeden, insanlığa yararlı bir birey olmaya çaba gösteriyoruz.
İç Anadolunun bozkır coğrafyasında, namım dört bir yana "dengbej" olarak yayıldı. Yediden yetmişe herkesin Dengbej teyzesiyim ben. Oldukça hissiyatlı yüreğime onulmaz bir ağırlık çökmeye görsün, her defasında, saatlerce durmaksızın sözleri bana ait olan "kılamlarımı-türkülerimi" kürtçede seslendiririm. Nedendir bilemiyorum ama kendimi her ne zaman iyi hissettiğimde, neşem bir tik yükseklerde seyrettiğinde de, türkçe türküler söylüyor ve ardından da yaşlı bedenimi bütünü ile rahatlamış hissediyorum. Dinleyenler yanık sesimin güzel, kılamlarımın sözlerinin içeriklerinin ise anlamlı olduğunu söylüyorlar. İnsanların bu denli etkilendiklerine tanıklık edince, haliyle ben de, mütevaziliğimi hafiften kenara itip, aynı kanıya varıyorum. Ses ve sözün birleşimi olan dengbejlik, asırlardır var olagelen bir sözlü sanat biçimi. Atalarımız yazmak yerine edebiyat, tarih, tiyatro ve müziği de içeren bu sanatı asırlar boyu dilden dile saatlerce, günlerce tarihin bu söz hamalları sayesinde birbirlerine aktararak, günümüze değin taşımışlar. Dilimizin, kültürümüzün, ananelerimizin ve benliğimizin üzerindeki her daim var olagelen yoğun baskı, bizi bu yolla, değerlerimizi bir sonraki kuşaklara taşımaya zorlamış. "Her iyilikten bir maraz doğar" diyeceğim ama değil tabi, bu durumda bunun tersini söylemek gerekir. Bu kutsal görevde, değerlerimizin yok olmaması adına, benim de olanca sevgimle taşıdığım bu aşk yükünün kalıcı kılınması anlamında, bir katkım olmuşsa, kendimi pek bahtiyar hissedeceğim.
         Rahmete eren babam Çanakkale şehidi. O da dengbejdi. Babamdan bana yadigar kalan dengbejlik oldu. Siyah-beyaz, askeri üniformalı, soluk yüzü, düzgün burnu ve büyükçe kulaklarının yer aldığı, yıllar yılı, bana kalan bu hatırayı, hiç hatırlamadığım babamın bu resmini, itina ile her daim yanımda saklıyorum. Babamın ölümünden sonra sağ kalan, arkadaşlarını sık sık annemle evimize davet edip, büyük ikramlarda bulunarak, o gün sanki babam gelmiş gibi mutluluk içinde, onlardan O'nun gösterdiği kahramanlıkları, dürüstlüğünü ve iyi olan insanlığını yıllarca dinledik. Her anlatımın, tek tek hecelerinde, kelimelerinde, cümlelerinde, anlatanın soluklanmasında ve söze tekrar başlamasının, o bekleme anlarında mutlu olduk, göz yaşlarına boğulduk, gururlandık, başımız dikeldi ve göklere erdi, mest olduk.
         Mensubu olduğum aşiretimin her bireyi oldukça akıllı ve aynı zamanda da şairdir. Genç kızlığımda aşiretimin en yakışıklı delikanlısına deliler gibi aşık oldum. Kıyıda köşede de olsa sevdiğimle, aşkımı bütün hücrelerime kadar doya doya yaşadım. Ve aşkımın bulutlarda gezinen, mutlu kadını oldum. Bir oğlum oldu. Oğlumuz ilkokula daha yeni başlamıştı ki, dünyalar kadar sevdiğim, beni her daim yıldızlara oturtup seyreden gönlümün yegane delikanlısını, yoluna canımı hiç çekinmeden vereceğim kocamı bir trafik kazasında kaybettim. O gün bu gündür ağıtlar yakıyor, destanlar diziyor, sevdiğime yanıyorum. Dengbejliğimde o andan itibaren başladı. Sevgimi, aşkımı, tutkumu ve O'nun yüreğimdeki yerini yüzlerce kılamla-stranla, büyük bir keder ve gözlerimden boncuk boncuk akan göz yaşları ile dile getirmeye çalıştım.
         Diyaribekir' de ve diğer diyarlarda bilinen o kadar çok dengbej var ki: bunlar sayılmakla bitmez. Ayşe Şan, Gule Pere, Evdale Zeynike, Karapete Xaço, Hüseyne Fari, Mehemmed Arif Cizrawi, Fakiye Teyra, Dengbejler Şahı Şakiro, Xale Cemili ve Meryem Xan bunlardan bir kaçıdır. Dünyadaki en büyük dengbej ise bu işi yazılı olarak yapmış olan Homeros ve bizim topraklarımızda ise, büyük usta, büyük anlatıcı, efsane yazarımız Yaşar Kemal'dir.
         Yanılmıyorsam, bir oğlumun olduğunu söylemiştim. Epeyce bir zaman önce, evlendi, barklandı ve çoluk çocuğa karıştı. Ayda yılda bir de olsa torunlarımın elinden tutup, ziyaretime geliyor. Sağ olsun evinde ve çocuklarının başında kalsın. Varsa başkaca yaşanacak günüm, ayım ya da yılım, mevlam alıp O' nun ömrüne katsın.
         "Dertli halanız der dertli başım,
         Felek dindirmedi gözümdeki yaşım.
         Ne bacım var, ne de kardeşim,
         Neye yarar bundan sonra, felek olsa arkadaşım!"
         Kimseden hayır yok. Kimselere bir gram dahi yük olmadan, gözlerimi kapatıp, bu dünyadan elimi eteğimi huzurla çekersem, benden daha mutlusu olmayacaktır.
Ben bütün Türkiye' nin annesiyim. Anneliğin ayrısı gayrısı olmaz. Dünyanın kimseye kalmayacağını biliyoruz. İsa' ya, Muhammed' e, Heyber kalesi' nin kapısını kıran Ali`ye dahi kalmadı. Derim ki; ölüm denilen kalleş satın alınabilseydi, bunu en önce Nemrut alırdı. İnsanlık adına, ölümün çaresini bulmaya hayatını adayan, Lokman Hekim ölmedi mi? Bana kefen giydiren iki ameliyat geçirdim. Dünya gelip geçici bir mekan, kimselerin meydanı değildir. Burada herkes misafir.
         Bazı zamanlar kendi kendime derinlere dalıp, düşünedururken; Diyaribekir, Adıyaman şehri, Haymana, Bala, Bismil, Kızıltepe' nin bağı, bahçesi, bostanları, gülü, dikenleri kül olup yansa neyim var içinde diye de, kahırlanmıyor değilim. Yalan dünyanın Sultanının payitahtı yansa neyim var ki içinde. Amerika' nin dolarları, Almanya' nın  yeşil markları yansa neyim var içinde. Yetimlerin deresi, fakirlerin kulübesi yansa neyim var içinde. Demem o ki kurban olurum ben toprağımızdaki mezarlıklara. Son sahip olduğumuz yer burası, bitiş noktası da burası.
         Gün yine akşam oldu. Karanlık kabus gibi çöktü. Ve ben kendimi bu kadar akıllı görsem de, yine kalakaldım bir başıma. İnsafsız felek kırdı kanatlarımı. Düştüm, yuvarlandım en aşağılara. Tutunacak dal olmadı. Yaraların, dertlerin yatağıyım ben. Bir güne bir gün al bir fistan giyip, güzelliğimle salınmadım. Var olduğum günden bu yana payıma hep utandıran yoksulluk, sıkıntı ve dertler düştü. Mevlam sevdiceğime doyamadan acele ile aldı elimden. Allah, bedenimi kimselere yük kılmasın, en büyük dileğim bu.
         Atalarımızın yerden göğe kadar hakkı var:  "Hafif akıl yüklerin en ağırıdır" demekle. Akıl her insanda olan bir şey değildir. Tanrı insanların, akıllıların, şairlerin kafalarına zihinlerini koyarken çok didinip, çabaladı. İnsan zekasını gökyüzündeki yıldızların ışıklarından, kar ve yağmurun nazlıca dans ederek yeryüzüne düşerken çıkardığı seslerden, kınalı kekliklerin kırda, bayırda birbirleriyle aşk dilinde ötüşlerinden, bahar güllerinin tomurcuklarının çatlamasından, reyhan ve çiçeklerin kokularından, arıların alımlı çiçeklere konmaları esnasındaki vızıltılarından kış aylarının kar ve yağmurundan derleyip toparladı. Akıllı olmak her insanın harcı değildir. Her benim diyen kelimeleri bir araya getirip, insan ruhunu, sevgilinin al yanağını okşarcasına, bahar renkleriyle dolu ipek kumaşları serer gibi sunamaz.
         Dünyanın en kutsal sanatlarından olan dengbejlik de, tarihin karanlıklarına gömülmek üzere. Şunun şurasında, bu geleneği günümüzde sürdüren üç beş kişi kaldı. Dengbejlik de tıpkı Hasankeyf gibi yok olup, gidecek. Binlerce yıldır sazsız, notasız, yazısız ve çiziksiz olarak büyük bir kültür mirasını taşıyan gelenek ortadan yok olup, gidecek, diğer bütün güzellikler gibi. Dert kutusu olan ve sizden kapağının açılmasını istemeyen bu dengbej anneniz, teyzeniz olan ben de yok olup, gideceğim. Sizler, güzellikler ile her daim var olun.


Amsterdam, 14 Şubat 2014


6 Ocak 2014 Pazartesi

DERSİM DAĞLARINDA TÜRKÜ SÖYLEMEK




DERSİM DAĞLARINDA TÜRKÜ SÖYLEMEK

O dünyanın en saf ve temiz insanlarından biriydi. Doğa, insan, yaşadığı evren ve de kendisi ile alabildiğine barışıktı. Her hareketi, tatlı gülümsemesi, ellerini insana sımsıcak bir dostlukla uzatışı, sevgi dolu yüreğinin kapılarını sonuna kadar tereddütsüz açışı, coşkulu bir sevgiyle güzellik dolu sözcüklerini art arda karşısındakine sakin bir eda, yumuşak bir tonlama ile aktarması, samimi-çocuksu bakışları ve hissettirdiği güven dahi oldukça ayrıcalıklıydı. Yediden yetmişe herkesin hayran olacağı, zor ulaşıla bilinecek insani bir estetik/güzellikte ve doğallıktaydı. Ahmet Amca kendince insanlık timsali, çok ulu bir çınardı.
1923 lü yılların karmaşalı döneminde, Dersim' in Nazımiye adlı ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğu, gençliği ve yaşlılığı olanca sıkıntılarla geçti. Bu sıkıntıların en büyük nedeni ise; tesadüf bu ya, binlerce diğer kader ortağı gibi, gözlerini dört dağ içindeki Dersim' de; kendisini bekleyen güçlüklerle dolu dünyaya açmış olmasıydı. Bu elbette kendi seçeneği değildi. Bu coğrafyada doğmak iradesi dışında gelişse de, bu söz konusu tabiat olayı, o zamanlardan günümüze değin hep suç olarak algılanıp, uygulama görürken, yöre insanı ise hep potansiyel suçlu sayıldı. "İçinde bir yariniz de olsa, Dersim'i Hak bile saklamaktan acizdi."
Ağız tadı ile çocukluğunun zerresini yaşayamadan, ömrünün genç baharında, narin dalları tomurcuklanmadan, binlerce masum insanın acımasızca öldürüldüğü Dersim katliamı ile tanıştı. O yıllar: henüz on beş yaşlarında ergenlik çağına gelen, bir delikanlı adayı iken, dünyanın en büyük jenositlerinden biri (suç unsuru olarak görülen coğrafyanın adını taşıyan ve çıkarılan kanunlarla) uygulandı. O taze fidan, onca gayri insaniliğe bizzat tanık oldu. Onlarca insanının, akrabasının ve ailesinin katli gözlerinin önünde barbarca süngülerle, tüfeklerle ve havadan yağdırılan bombalarla yapıldı. Uzun yıllar yaşadıklarının travmalarını üzerinden atamadan, 12 Eylül öncesi ve sonrasında da başka gayri insani durumlara, salt bu coğrafyadan bir insan olduğu için; ilerlemiş yaşına rağmen günlerce hücreye atılmalara ve yoğun işkencelere maruz kaldı.
Dersim'in bu ak saçlı pamuk dedesi; yaşamının yaklaşık son on beş yılını Hollanda' da, çocuklarının yanında geçirdi. Zorlu ve tabiat harikası Dersim topraklarında, meşe kaplı Haydaran, Zel, Jargovit, Munzur dağlarında, Düzgün Baba diyarında, Munzur Çayı ve Peri Suyu kıyılarında yankılanan türkülerini, yıllar sonra Hollanda' da, yılan kıvrımlı kanalların boylarında, uçsuz bucaksız lale tarlalarında, yel değirmenlerinin gölgesinde incitilmiş-buruk bir kalp ile mırıldandı. 4 Eylül 2013 tarihinde, bir daha türkü söylememek üzere, geldiği çetin koşulların hakim olduğu kutsal topraklarda, dinlenmek üzere, buğulu gözlerini kapattı. Toprağı bol olsun, ışıklar içinde dinlensin. Kendince olan doğallığı ile dünyaya kattığı zenginlik, insanına miras olarak bıraktığı güzellikler elbette unutulmayacaktır. Dersim dağlarında doksan yıldır yankılanan muhte
şem bir türkü daha, o eşsiz doğaya karışıp, kayboldu. Topraklar bu dünya güzeli dedesini bir daha vermemek üzere kolları ile sımsıkı sarıp, sarmalayıp koynuna aldı.

Amsterdam, 4 Eylül 2013

9 Aralık 2013 Pazartesi

MADIBA


MADIBA

''O İYİ İNSANLAR,
O GÜZEL ATLARA
BİNİP ÇEKİP
GİTTİLER."  Y. Kemal

18 Mayıs 1918 tarihinde Umdata yakınlarındaki Thembu aşiretinin ikamet ettiği Myezo köyünde; yörede konuşulan Güney Afrika' nın Zosa dilinde, kavurucu Afrika sıcaklarının hakim olduğu, boncuk mavisi gökyüzünün sıcak kubbesine art arda büyük sevinç ve mutluluk çığlıkları yükseldi. Coşkulu bir bayram havası vardı. Myezo köylüleri kadın-erkek, genç-yaşlı ve çocuk demeden kol kola girip, çıplak ayakları ile en şen şakrak şarkıları eşliğinde, tam tamlar eşliğinde durup durmaksızın, günlerce dans ettiler. Thembu aşiretinin saygın lideri Henry Mandela' nın göz bebeği dört karısından üçüncüsü olan, dolgun göğüslü, kalın dudaklı, inci dişli, "kara üzüm habbeli"  Nesekeni Fanny' den, geniş alınlı, çekik gözlü, kıvrım kıvrım saçlı, güzel mi güzel, çikolatamsı bir oğlu olmuştu. Böylelikle Thembu aşireti de, maruz kaldıkları, ırkçı beyaz azınlığın gayri insani baskı ve ayrımcılığına karşı bir can daha çoğalmışlardı. Umutları bir kerte daha artmıştı. O nedenle dem, bayram günüydü.

“Tüm insanların uyum içinde birlikte yaşadıkları ve eşit haklara sahip oldukları demokratik ve özgür bir toplum hayali hiç aklımdan çıkmıyor. Uğrunda yaşadığım ideal bu ama gerekirse bunun için ölmeye de hazırım.” diyen ve yaşamını bu şiarla verdiği mücadele ile sürdüren Nelson Rolihlahla Mandela, 27 yıllık bir mahkumiyetin ardından Güney Afrika' da Apartheid rejimine son verip, devlet başkanlığına seçildi.

Bütün ezilen ve sömürülen halkların imrenerek; “keşke biz de böyle bir lider yetiştirebilseydik” dediği, günümüze değin, mücadelesi, heybetli kişiliği, efsanevi duruşu, onuru, zekası ve barış yanlılığı ile en büyük halk liderlerinden biri, aynı zamanda "Siyah Bilinç Hareketinin" kurucusu, adına şarkılar söylenen Steve Biko' nun da yoldaşı, dünyaya alabildiğine büyük gülümseyen- insanlığın yüz akı Nelson Rolihlahla Mandela'nın hayata gözlerini yumduğunu, bütün haber ajansları tekrarlarla geçti. Kara Kıta Afrika - Güney Afrika'da, Myezo Köyü'nde ve yüreği insanlıktan - güzellikten yana atan, anısı önünde saygıyla eğilen milyonların kalplerinde, 95 yıl sonra hüzün ve yas var. Mücadele ile geçen uzun bir ömür sonrasında dem, matem günü. İnsanlığa kattığı ulvi değerler ve oldukça kıymetli öğretilerinden dolayı, dünyadaki bütün halklar, özellikle de ezilen ve sömürülen halklar sana minnettardırlar. Ruhun şad olsun Madiba. Bol ışıkla, huzur içinde uyu.

26 Kasım 2013 Salı

AFAKAN BASKINI GÜNDEMLER


AFAKAN BASKINI GÜNDEMLER

İnsanlık ekonomik krizler, sevgisizlik, ayrımcılık, horlanma, ırkçılık, ötelileştirme, diz boyu adaletsizlik, savaş, açlık ve günümüze kadar benzeri binlerce karmaşık nen yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bütün bu olumsuzlukları, elbette geldiğimiz toplumun bireyleri de, iliklerine kadar bire bir hissediyor/hissettiriliyor. Reva görülen olanca negatif uygulamanın yanı sıra, bir de bizim toplumumuzda her daim kısa aralıklarla, birileri tarafından damdan düşercesine ortaya atılan gündemler var ki; insanlarımız da sanki işleri-güçleri-sorun ve sıkıntıları hiç yokmuş gibi, her defasında denize düşmüşler de, tek kurtarıcıları olan, bu yılan gündemlere sıkı sıkıya sarılmadan edemiyorlar. Bu kör dövüşü hep olageldi ve de aynı şekilde devam ediyor, ettiriliyor. İnsanın içine artık gına geliyor. Dünya nelerle uğraşırken, bir de bizim insanlarımızın meşgale edindiklerine bakıldığı zaman, gidilen yolun arpa boyundan daha öteye olmadığıdır.
Başkanlık sistemi, yeni anayasa, başörtüsü, pantolon, kıç örtüsü, marmaray arızaları, mega açılış showları, Adnan Hoaca' nın dekolteli kedicikleri, başı sürgündeki güç-cemaat, kokuşmuş ağızlardan dökülen küflü lakırdılar, hoca efendi, kızlı-erkekli, dershaneler, deprem riski büyük açılımlar, dünyanın en ırkçı nesillerini yetiştirmek gayesi ile onlarca yıl öce çıkarılan faşizan andın kaldırılması ve getirisinin- bazı güruhlarda oluşturduğu derin-yürekler burkan üzüntü, çekik gözlü Serdar Ortaç, Barzani' nin başından temizlenen konfetiler-kim temizledi-nasıl temizlendi gibi gündemler.
Takılıp kalmanız halinde insanın kelimenin tam anlamı ile kafayı sıyırmaması içten değil. Naçizane önerim; toplum olarak bu ne idüğü belli olmayan-suni "yılanlara sarılmayı" ara sıra da olsa, artık bir tarafa bırakıp; çoğu yazar, şair, müzisyen, sanatçı ve aydının ve toplumun bilinçli insanlarının-demokratların yaptığı gibi biraz da, sevgiye, güzelliğe ve daha insani yönlerin bulunduğu şeylere sarılmayı yeğleyelim, diyorum ve çeldirici olarak sizi aşağıdaki satırlarla başbaşa bırakıyorum.
Ahmet Arif, Leyla Erbil' e yazdığı ve şimdilerde kitaplaşan mektuplarının birinde, yukarıda benzeri kısır döngü gündemlerden kafayı sıyırmamak için sıyırıp, okumanızı tavsiye ettiğim satırlarda, biricik aşkına, kör kütük sevdalısına, aynen şöyle ve adını da koymak gerekirse, "ne güzel" der.
"Benim yönümdense-kaç defa söyliyecem bunu be- SENden gayri tüm erdem ve nimetlerin gözümde bir çöp kadar bile değerli olmayışıdır.Her neysem, şair, usta, mahpus, sürgün, acemi, yiğit ya da korkak, SENinle değerlendirebilirim. UTANIYORSAM, senden utanabilirim ancak, YİĞİTSEM, seninle yiğit olunur elbet. Korkuyorsam, sensizliğin korkusudur bu. Daha ne canım kızım? Dişine zar, boynuna ter olasım gelir. Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duyu bu, bilir misin ki?"
Umarım bir nebze de olsa, afakanlar baskını gündemin dışına çıkmışsınızdır. 
Bir insanın, hele de sevdiğinin "dişinin zarı- boynunun teri" olmasının tarifi var mıdır, sizce?
Saygılar...

 

7 Ekim 2013 Pazartesi

ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ - DENEME



ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ

Bazı zamanlar, kimi insanlar tarafından bir zamanların fırtına-futbol oyuncusu Maradona' ya benzetildiğim oluyor. Ne kadar doğru bilemiyorum ama, bu iddiada bulunmalarında, ihtimallen saçlarımın kıvırcıklığı ve yüz hatlarım, bu benzetmeyi yapan kişiler üzerinde böylesi bir kanının oluşmasında etkin olabiliyor. Bunun gibi bir ihtimal ortada olmasına rağmen, henüz fırsat bilip ve zaman yaratıp, futbol dergilerinden veya ilgili gazete sayfalarından kırpabileceğim Maradona'nin bir resmi ile aynanın karşısına geçip, bu ünlü futbolcu ile ne kadar benzer yanımın olduğunu tetkik etmek için kendimi karşılaştıramadım. İnsanların ünlüler ile benzeştirilmesi, güzel olsa gerek. Ayrıca Maradona' nın sosyalist duruşunu hep taktir etmişimdir. Kendileri ile müşerref olamadık, bundan sonra olacağımızı da sanmıyorum. Bazıları tarafından benzetildiğim bu Latin çocuk, muhtemelen çok da iyi bir insandır. Ömrüne bereket, varsın iyiliğince sağ olsun. Ne hoş, ne ala. Başka da ne diyebilirim ki!
Görünüm olarak kimi insanlara göre, Türkiye' li birileri gibi bir görünümüm olmadığından, çoğu yerde dolaşırken söz konusu olan, Maradona görünümümle bu adam nasılsa bizim lisanımızı bilmiyordur ihtimalinin büyüklüğü ile, etraftan duyulur kaygısı olmadan- sansürsüz, rahatça Türkçe konuşuluyor. Bu benim için bir nevi avantaj olarak görülebilir mi, bilemiyorum. Bugüne kadar pek çok kırpılma gereksinimi görülmeyen konuşmaya tanık oldum. Çoğu zaman insanların özeli deyip, duyduklarımdan dolayı yüzümün kızardığını hissederek, oralardan uzaklaşma eğilimine girsem de, bazen de uzaklaşamıyorsunuz.
Son yaşadığım olayın, öyle sansürlük durumu olmasa da, yine de ilginç bir yanı vardı. Bizim meşhur, aylardır dört gözle beklenen nur topu "Demokratikleşme Paketimizin" açıklandığı günün sonrasıydı. Amsterdam'da oturduğum yere yakın olan bir marketten alış veriş yapıyordum. Bu sırada yanımdan iki tane türbanlı (Bu açıklamayı sadece görünümlerini anlatmak gayesi ile detay olsun diye düşüyorum. Yoksa her insan istediği gibi giyinebilmelidir, ama yine de çarşafa veya burkaya vardıracak kadar olmamalıdır diye de düşünmeden edemiyorum.) Türkiyeli otuz beş-kırk yaşlarındaki bayanın yanımdan geçtiklerini gördüm. Bayanlardan siyah turbanı olan, pembe türbanlıya dönerek;
"Gördün mü qı, senin Tayyip ne yaptı, dün.
Bende büyük bir merak saldığı gibi, pembeli bayan da bir hayli meraklanıp;
"A..a.. ne yaptı ki qı?"
Aklıma ilk gelen, Kasımpaşa'lılığını göz önünde bulundurarak; Erdoğan, Devlet Bahçeli'ye mi, yoksa Kılıçdaroğlu'na mı tokat attı, oldu. Yanılmıştım, Erdoğan o kadar da ileri gitmemişti.
"Aboo... Duymadın mı qı, dün Türkiye'mizi nasıl da özgürlükler ülkesi yaptı". Pembe türbanlı bayan arkadaşının anlattıklarını can kulağı ile dinlerken, ben kasaya yanaşmıştım. Bahşedilen özgürlüklerden dehşetli mutlu olan bayanların ilginç konuşmalarının devamını ne yazık ki duyamadım. Ve biz, yani ben, pembe ve siyah türbanlı bayan bu konuşmalar yapılırken, ülkemizde kırıntı halinde olan, lütfedilerek sunulan özgürlüklerin bin katını onlarca yıldır uygulayan bir ülkede yaşıyor ve nur topu-ucube paketimizin getirdiği özgürlüklerle , "görmemişin bir oğlu olmuştu ve mukaddes  çükünü koparmıştı"  türünden böbürlenerek övünüyorduk.
Pakette yer alan özgürlükleri, Hollanda gibi bir ülkede açıklamaya kalksanız, adamlar anlattıklarınızı anlamakta oldukça zorlanacakları gibi, hiç bir anlam veremeyip, bir o kadar da komik bulacaklardır. En dikkat çeken özgürlüğümüz, alfabemizde olanı idi. Seksen beş yıl öncesinde zavallı, hiç bir terör eylemine karışmamış, kimselerin tavuğuna kış dememiş, en hafif yüz kızartıcı hiç bir suçu olmayan; Q, X ve W harflerinin yasaklandığını ve bunun serbest kaldığını açıklamak dahi bir Avrupalının nezdinde, insanı oldukça küçük düşüreceği gibi, bunu açıklamakla, abesle iştigalin en büyüğünü etmiş olursunuz. Söz konusu harflere baktığınız zaman, alımlı olduklarını da hemen görürsünüz. Q harfi kuyruklu olsa da, X ve W yere oldukça iyi basıyorlar. Avrupalı kardeşlerimize dönüp:
"Ya bak, Hans ve Maria arkadaşlar; hani nereden başlasam, bilmem ki nasıl anlatsam. Var ya, tam bundan seksen beş yıl önce, ülkemiz böyük Türkiye' yi muasır medeniyetler seviyesine getirmek isteyenler; ayağa iskarpin, bacağa pantolon, yelek, kravat ve bunları tamamlayacak olan "serpuş-şapka" ile de kellikleri kamufle ettikten sonra, aynı topraklarda binlerce yıldır yaşayan başkalarının dillerinde bolca bulunan Q, X ve W harflerini yasaklamaları gerekiyordu. Şimdi harfler üzerindeki yasaklama kalktı (buyurun buradan yakın). Ne güzel değil mi?"
Harflere özgürlük getirdiğini söyleyen de, göğsünü gere gere, bu tabuyu kaldırdığını değil de, Türkiye'yi sanki, artık dünya yaşanılır halde değil, o nedenle ülkemizi olduğu gibi alıp, Mars' a veya başka bir gezegene taşıdığı edası ile beyan edince, yaşanan ayıbı, daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu.
Onlarca yıl önce gelen dünyada eşi benzeri olmayan yasak, bir kanun maddesi ile getirilmişti. TCK' nın 222 inci maddesi gereğince söylenen aynen şöyleydi.
"Ey ahali... Duyduk duymadık demeyin. Q, X ve W harfleri devletli padişahımız tarafından yasaklanmıştır. Sakın ola; namelerinizde, evraklarınızda, düşüncelerinizde, konuşmalarınızda ve çocuklarınızın isimlerinde bu harfleri kullanayım demeyin. Bilerek veya bilmeyerek bu haltı yiyenler, Türk harf kanununa muhalefet etmekten,  iki aydan altı aya kadar kodese tıkılarak cezalandırılacaklardır. Sonra, vay ben duymadım, görmedim, bilmiyorum demeyin."
Özgürlükler elbette ki, avantaj hanesindedirler. Gelinen noktadaki dezavantaj; öğretilmesi halinde kırkar yıl daha kölesi olacağımız mıdır? Maşallah, haksız yere cezalandırılan, vuruldukları prangalarından kurtulan üç harfimiz oldu. Önümüz bayram, bir bakarsınız çiçeği burnunda yakışıklı harflerimiz, büyük veya küçük versiyonları ile Q, X ve W kol kola girip, bendeniz Maradona' nın ve sizin elinizi öpmeye gelirler. Torunlar geliyor, hasret büyük, şeker ve kolonya hazır, buyursunlar gelsinler, kapımız açık. Maradona' nın başındaki meşin top gibi, başım- gözüm üstüne.

Amsterdam, 7 Ekim 2013

26 Eylül 2013 Perşembe

LEYLIM LEYLIM


LEYLIM LEYLIM

"Uy havar!.... Oy sevmişem ben seni" sesi derin kuyulardan gelir gibidir. Yüreği kor şişlerle dağlanmışçasına, sevdiğine, aynen böyle haykırmıştı Ahmet Arif. İniltili haykırışından da anlaşılacağı gibi, sevmek ki tarifi olmayan bir sevmek. Günümüze kadar bunu kime haykırdığını, kimin "hasretinden prangalar eskittiğini", kimi "anlatamadığını" hep merak etmiştim. 23 Eylül' de çıkan Leylim Leylim adlı Ahmet Arif' in, gözleri "yangın mavisi" olan Leyla Erbil' e 1954-59 yılları arasında yazdığı mektupları içeren kitap çıktı ve bu merakımızı gidermiş oldu. Kim bilir uzaklarda kalmaya devam eden ben, bu kitabı ne kadar zaman sonra elime alıp koklayacağım, oyuncağı ile yatan küçük bir çocuk misali, edindiğimde kitap ile belki yatacak kadar abartmayacağım, ama uzun uzadıya bir sevgili gibi okşayacağım kesin ve öpmemeye çalışacağım, her ne kadar bu konuda emin olmasam da.
Bu güzelim ve belki de dünyanın en güzel sözcükleri ile anlatılan, alabildiğine insani olan aşktan çok derin etkilendim. Şiirler gençliğimizin baş döndüren dizeleriydi. Ve onlarca yıl sonra, şiirler kadar güzellikteki aşkın tarafları olan insanların kimliklerini öğrenince, geçliğimizde dilimize pelesenk olan sözcükler, daha bir büyüleyici hal aldı. Gönül rahatlığı ile, kendi kendime tam yerini bulmuş desem de, sanki platonik bir aşk olduğu kanısı ile biraz da içim burkulmadı, yüreğinin yükü duygu olan şaire acımadı değil.
1995 yapımı, baş rollerini Clint Eastwood ve Marly Streep gibi büyük sanatçıların paylaştığı "The Bridge of Madison Country" (Türkçesi-Yasak ilişki) hafızalardan silinmeyen aşk filmini izleyenler, tabir yerinde ise tam bir "deja vu" yaşayacaklardır. Geriye kalan, çok büyük bir aşkı tepeden tırnağa hücrelerine kadar yaşayanların iki insanın hayata veda etmelerinin ardından, bu ilişkide de gün ışığına çıkan mektuplar olacaktır. The Bridge of Madison Country filminin karelerini gözlerinizin önünde yavaşça kaydırıp, Clint Eastwood' un yerine Ahmet Arif ve gizemli bir güzelliği olan Marly Streep' in yerine de aynı güzelliği aratmayacak Leyla Erbil'i itina ile yerleştirdiğinizde, değişen pek bir durum olmayacaktır.
"Gitmek,
Gözlerinde gitmek sürgüne.
Yatmak,
Gözlerinde yatmak zindanı
Gözlerin hani?"
Bin bir çeşit narin çiçeğin burcu burcu koktuğu Mezopotamya' nın Kırlarından-dağlarından, şehirlere bağıra bağıra şiirler yazan dünyanın en büyük şairlerinden biri (bence) olan Ahmet Arif, Mecnun olup, "Kulluğumla ellerini, gözlerini öperim" dediği, Sevgili Canım-Zalim Leyla diye hitap ettği, (ki, kanımca ancak Ahmet Arif böyle seslenir) gönlünü kaptırdığı, kör kütük aşık olduğu şehirdeki büyük yazar, güzeller güzeli Leyla Erbil' e, her mektubunda muhteşem girizgahlarla, salt kendi lugatında yer alan, bal tadında-damıtılmış nice bakir sözcükle daha neler neler yazmıştır. O' nu bu denli ölümsüz ve ünik şiirler yazmasına neden olan aşkını, insanın okuduğunda mest olacağı, hayranlık bıraktıracak hangi harikulade cümleler ile dile getirmeye çalışmıştır. Doğrusu çok merak ediyorum. Siz de merak etmiyor musunuz?
"Leylim - leylim
Ayvalar, nar olanda
Sen bana yar olanda.
Belalı başımıza
Dünyalar dar olanda."

17 Eylül 2013 Salı

ÜLKEM İÇİN

















ÜLKEM İÇİN

Bana ellerini ver.
Dağların kokusu,
nergizler ve
kar ile doldurayım.
Bana, Godot' u beklerken aklaşan gözlerini ver.
Şehitlerin al kanı
Zaferin ve yenilginin renkleri ile
doldurayım.
Bana kulaklarını ver.
kurşun sesleri,
yiğitlerin öldürülmeleri anındaki çığlıkları,
Ve ülkemin sevilen "Newroz" şiirleri ile doldurayım.
Bana burnunu ver.
Atom, siyanür
Kokmuş çocuk cesetleri
öldürülen martıların
ve yakılan ağaçların kokuları ile doldurayım.
..............................................
..............................................
                   Venus Faiq
                   Hollandacadan çeviri: Aydın Yılmaz



10 Eylül 2013 Salı

ACI



ACI


İki kadın,
Biri Türk,
Biri Kürt,
Zeliha birinin,
Şirin diğerinin adı,
İkisi de ana.
Yoksulluklarının payına,
"Vatan-millet-sakarya,"
Dağ başlarında,
Yok yere,
Yitirmek düştü yiğitlerini,
Yıllar yılı,
Yitirdiklerini bilseler de gözlerinin bebeklerini,
Şehriyeli nefis pilavını, bir bardak fazla yapar Zeliha ana.
Ve sahandaki mis kokulu tereyağına, iki yumurta daha kırar Şirin ana.
Olur à  yiğitleri gelir diye...


Amsterdam, 10 Eylül 2013



3 Ağustos 2013 Cumartesi

ALİ BABA'NIN ÇİFTLİĞİ


ALİ BABA'NIN ÇİFTLİĞİ

Çoğu sandalye gibi, onlarca yıldır kullanılagelen hasır örgülü iskemlenin de dört ayağı vardı ve sol arka ayaǧı hafif kısa olduǧundan, en küçük bir harekette durmadan yalpalıyordu. Bu bir ayağı topal sandalyeye oturan, uzun kır sakallı, mavi gözlü adamın başı öne eğik ve oldukça yorgundu. Öyle ki; bütün bedeni ile, başına gelen her türlü oluşumun yorgunuydu O. Karmaşık düşüncelerin bulutlar halinde yoğunlaştığı beyni, kanatlanan kalbi, tüyleri, ciǧerleri, kolları, elleri, ayakları, gözleri, bıyıkları, kır sakalları ve saçlarının dipleri dahi bitkindi. Hasır örgülü, emektar-topal sandalye gıcırtılarla sallanıyor, kırçıl sakalları kırçıllaşıp uzuyor,  yorgun boncuk mavisi gözleri buğulanarak, derya olup daha da mavişleşiyorlardı.
Derin insani düşünceleri, dünyaya sığmayan hayalleri, bütün insanları kucaklayan idealleri, aklı, zekası, rüyaları, düşleri, bitmeyen özlemleri, hasretleri, derin sevgileri, güzellikleri, çiçekleri, gülümsemeleri, bayramları, yakılan köyleri, köylerinden yükselen dumanları, köylerinin yalnızlıǧı, kelepçeleri, geleceǧi, geçmişi, şimdisi ve sonrası bitap düşmüştü.
Oysa O da, milyonlarla ifade edilen bir halka mensuptu. Ezilen, yok sayılan ve zaman zaman ortadan kaldırılmak istenen, işkencelere, prangalara, kelepçelere, zindanlara, karanlıklara, yağmalamalara, talanlara, linç edilmelere, tecavüzlere, dili, kültürü yasaklara maruz kalan bir halktı.  
Yorgun adamın mazlum halkı, yine milyonlarla ifade edilen başka bir halkla, aynı toprakları paylaşıyordu. Bu başka halk, yorgun adamın halkı binlerce yıldır bu topraklarda yaşarken, bin yıl kadar önce çok uzaklardan sökün edip, geldiler. Yorgun adamın insanları misafirperver insanlardı. Yıǧınlar halinde, çok uzaklardan, at üstünde gelen bu çekik gözlü beklemedikleri misafirlerine; "başımız gözümüz üstüne geldiniz" deyip, ayranlar ikram ettiler, koyunlarını, kuzularını kesip, onları en güzel şekilde aǧırladılar. Ardı arkası gelmeyen sunumlarda bulundular. Söz arasında misafirleri yaşamak için bir yer aradıklarını, isterlerse ev sahipleri ile aynı dini kabul edebileceklerini de söylediler ve öyle de yaptılar. Yorgun adamın insanları oturdukları toprakları, misafirlerini kardeş görüp onlarla paylaştılar. Lakin misafir halk bir süre sonra süzme zeytinyaǧı misali üste çıkıp, ev sahiplerini ezip, bütün insani haklarını gasp ettiler. Yoǧun bir zulüm uygulayıp, barbarlıǧın son kertesine çıktılar. Uzun bir süre sonra ilk gelişlerinde, geldikleri yoldan soluklanıp, susuzluklarını gidermeleri için sunulan ayranı dahi, kendilerinin milli içeceǧi olarak duyurdular.
Sandalyede oturan adam yorgundu. Ali Baba’nın çiftliǧinde bulunan horozlar, kediler ve diǧer canlılar dahi kendi dillerinde gıdaklıyor, ürüyor veya miyavlıyorlardı. Ama yorgun adamın sesi, soluǧu uzaklardan gelen, empatiden bihaber beklenmedik misafirleri tarafından yasaklandı. Her alanda tabular oluştu. Yorgun adamın halkı kardeşlikten, kendilerinin de haklarının olduǧundan bahsettiklerinde, farklı olduklarını her ima ettiklerinde, kafalarına sopa ile vurulup, susturuldular. En aǧır cezalara çarptırıldılar. Kültürlerini anlatma çabasıyla, bunu yaşamaları gerektiǧini, zenginlik ve renklilik olduǧunu dile getirmeye çalıştıklarında da anlaşılmadılar. Birlikte aynı topraklarda yaşayanlardan misafirliǧi bitmeyenler, her zaman tek taraflı olarak kendi kültürlerini dayattılar. O’nun yaşam tarzına iǧne ucu kadar saygı gösterilmedi. Oysa onlar evlerinin, gönüllerinin ve topraklarının kapılarını, misafirlerine sonuna kadar açtılar. Birlikte yaşamayı ev sahibi olarak, kendileri önerdiler. Kardeşçe bir yaşam dilediler. Ama olmadı. Bütün bunlardan yorulan adamın insanları; “ne zaman ki bak benim de kendimce bir kültürüm var dediklerinde,”  Can Yücel’in deyimi ile, “Siz Mem û Zin dersiniz, bizimkiler limuzin anlar” oldu. Mezopotamya’da binlerce yıldır yaşayan, bu kadim halkın kültürüne düşmanlık duyuldu, dilinden tek kelime olsun öǧrenme gereksinimi duyulmadıǧı gibi, dili yasaklandı. Yorgun adamın halkı misafirlerine her şeye raǧmen yine de hep kardeş gözüyle baktılar. Onun kültürüne, çoǧu evrenselliǧi yakalamış, deǧerli yazar, şair, çizer ve sanatçısı ile katkıda bulundular. Yorgun adamın insanlarından biri olan Cemal Süreyya’nın da dediǧi gibi; “Mutlu olmanın yolunu, karşıdakini mutlu etmek sanıyorduk. Çünkü ne kadar mutlu ettiysek, o kadar yalnız kaldık.” Misafiri mutlu edelim derlerken, yalnız kalan, ötelenen, hor görülen, dışlanan ve itelenenler, hep onlar oldular.
Salt onların mutluluǧu için, öncesinde büyük vaatlerle Çaldıran, Mercidabık, Trablus Garp, Kırım, Yemen, 93 harbi cephelerinde, Avrupa kapılarında, Balkan Harblerinde, Çanakkale, Dumlupınar, Kocatepe ve daha pek çok cephede misafirlerinin önüne geçilemeyen histerileri için, omuz omuza savaştılar. Su yüzeyine yazılan vaatler ve verilen sözler, her defasında tuzla buz oldu. Bu arada Memo zaten her zaman ki gibi; iki kat daha uzun süre nöbetteydi, ev sahipleri de birer "kro" ydu. Daǧdan gelen de baǧdakini kapı dışarı edince, misafirlerin dili de, bu deyimle zenginleşti.   
Evet sandalyedeki adam, hem de çok yorgundu. Kendini anlatamamaktan, anlaşılmamaktan, misafirine uzattıǧı kardeşlik elinin havada kalmasından, minik öğrencilerin varlıklarının, her sabah misafirin varlığına armağan olmasından, dünyaya bedel olmamalarından, on yılda açık alınla bir yere çıkamamalarından, asker olarak doğmayı başaramamaktan, yok edilmek istenmesinden ve yok sayılmasından dolayı yorgundu. Onlarca yıldır kokuşmuş, küflenmiş, örümcek ağı bağlamış bilimin uzağında, kafa tasçı, evrensel boyutta kabul görmeyen, garip, 'faşinismus' hastalığının ötesine bir milim gitmeyen, dar görüşlerin; yoǧun ve bağnaz, dikta dayatmalarının, tek tekçilerin - tek millet/dil/bayrak, postal meraklılarının bezginiydi. Rahat ve konforlu bir koltuǧa oturmanın zamanı bir türlü gelmediǧi gibi, kardeşlik hasır örgülü sandalye gibi hep sallanıyordu. Bu nice kardeşliktir, hiç bir zaman için bilinmedi, hayata geçirilmedi. Kardeşlikler her nedense sadece cephede oldu ve derin kazılmış siperlerin ardında kaldı
Yorgun adam maviş gözlerini kapattı, tam anlık bir uykuya dalacaktı ki, gıcıklık veren gıcırtılarla gidip gelen sandalyede sendeleyip, yeniden uyandı. İnsanca yaşamaya dair olan düşleri, hayalleri ve rüyaları her defasında fiyasko ile son buluyordu. Yaşadığı toplumun zenofobisi, gün geçtikçe daha da artıyordu. Sandalyedeki adamın, tarifsiz tarihi bir kırgınlığı, küskünlüğü vardı ve çok yorgundu. Hasır sandalye de bir o kadar yorgundu.


Amsterdam, 3 Aǧustos 2013











KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...