MÜJDE! MEVTADAN
MEKTUP VAR
Sevgili
Dünyalılar, dostlarım, arkadaşlarım, yoldaşlarım; sizlerden habersiz aylar
geçti. Gelinen noktada daha fazla dayanamadım. Aylarca önce son bir defaya
mahsus yazdığım mektuptan sonra, bunu risk alarak sürdürmemek kararı almıştım.
Olmadı. Bu eylem için bir kez daha
masaya oturdum. Masamdaki pembeli ve maviş sümbüllerin insanı mest eden o
muhteşem kokularını içime çekerek, ilk satırlarımı yazmaya koyuldum. Sıcak bir
gün. Odama serçe ağırlıklı, bir ağızdan ötüşen kuşların cıvıltıları doluşuyor.
Oldum olası kuş seslerine bayılırım. Kuşlar adeta bir senfoni orkestrası
gibidirler. O nedenle arka fonda sevdiğim seslerle yazmak bana da iyi gelecek.
Satırlarıma henüz yeni başlamışken ve kuşlardan da söz etmişken, dikkatimi
çeken bir şey var. Bütün kuşları gördüğüm halde, şimdiye değin buralarda
baykuşa hiç rastlamadım. Kimselerin de baykuştan konuştuğunu duymadım. Çoğu
kişi baykuşu uğursuz görse de, elbette öyle değil. Tam tersine bu derin derin
düşünen kuşun bilgeliğin timsali olduğudur. Aynı zamanda baykuşun kuşların bayı
olduğu da söylenir. Sormayın, kendileri öylesine utangaçtır ki, insanlardan
utandığı için, gündüzleri ortaya çıkmazlar. İnsanların hayli uzağında daha çok
geceleri belirirler. Şu an kulağıma gelen sesler arasında da ne yazık ki baykuş
sesi yok. Bu mahcubiyet de nereden icap ediyor, insanlardan utanacak ne var,
doğrusu onu da anlamış değilim.
Var
olan bütün riskleri göz önüne alıp, kendimi bir yerde tehlikeye atarak sizlere
ulaşmayı ve pek dişe dokunur haberler olmasa da bunları kurgulayıp, iletmeyi
çok istedim. Bunu yapmaya çalışmak beni bir hayli mutlu ediyor. Umarım sizler
de bu mektupta dilim döndüğünce aktarma uğraşısı içine girdiğim, pek fazla
detayın bilinmediği bu aleme ait ilettiklerimi okuduğunuzda, memnun kalırsınız.
İletişimimizin olmadığı geçen bu süre zarfında elimi usulca, hayli bolca olduğu
kanaatinde olduğum vicdanıma koyunca, gördüm ki, sizleri bu Araf diyarından bihaber
bırakmaya yüreğim el vermeyecek. Çünkü aklım da, fikrim de tamamı ile oralarda
kaldı. Zira sizlerin de bulunduğumuz bu mekanda neler olup, bittiğini çok merak
ettiğinizi biliyorum. İnsanlık ardında bıraktığı tarihi boyunca, dönüşü olmayan
bu gidilen muğlak yerden binlerce yıldır pek sağlıklı haberler alamıyor. Lafı,
daha doğrusu satırlarımı daha fazla dolandırmaya gerek duymadan, Araf
diyarından sizlere bir kez daha yazmaya çalışıyorum.
Yaşantımız bir hengameden ibaret, kelimenin tam anlamı ile darmaduman
bir durum. Kısacası tutulacak hiç bir tarafı yok. Belirsizlik yaşamımızı
acımasızca törpüleyip duruyor. Dünyada toprak altından başlayan uzun ince bir
yolu takip eden seyahatin akabinde, göç ettirilmek zorunda kalan büyük
insanlık, burada bir arada yaşıyor. Bu aslında bir zenginlik. Yani ülkeler,
sınırlar ve her türlü bölünme oldukça uzağımızda. Bütün ırklar ve milletler,
Kürt, Türk, Laz, Ermeni, İngiliz, Fransız, Çin veya Japon demeden bir arada iç
içe yaşıyor. Dikkatimi en çok çeken de Kızılderililer. Reis Oturan Boğa burada
da kendisine uygun bir yer edinmiş. Oturduğu yerde kımıldamadan bir buda
heykeli gibi duruyor. Ama sürekli etrafına direktifler vermeyi de ihmal
etmiyor. Milli giysilerini giymeye devam ederken, kafasının etrafına taktığı
tüylerde de renklilik var. Kafasında adeta bir gökkuşağı taşıyor. Barış
çubuğunu sürekli tüttürse de, bu dünyadan edindiği alışkanlıktan dolayı olsa
gerek. Barış bütün alanlarda sağlanmış durumda. Dünyanın bu konuda örnek
alacağı çok örnek var. Hiç kimsenin bir başkasının tavuğuna kış diyecek bir
durumu yok. Böylesi bir ortam yok. Daha önce gönderdiğim mektuplarımdan birinde
de yazdığım gibi, daha önce var olan içki hakkımızı iki kadehten üç kadehe
yükseltmek, en çok da Oturan Boğa’nın işine yaramış gibi. Dünyada iken böyle
bir alışkanlığı var mı idi, bilemiyorum. Mücadelemiz sonucu edindiğimiz bu
haktan sonra, bu Kızılderili lideri üç kadehlik hakkı olan şarabı oturduğu
yerde aheste aheste demlenip, bütün güne yayıyor ve ertesi günü aynı keyfin
tekrarı için, zamanı kolluyor.
Anlatımlarımdan
amaç, elbette sizlere burayı cazip hale getirmek değil. Ama şu da var ki bütün
insanlığın tek tek dönüp dolaşacağı ve de kaçınılmaz geleceği son nokta burası.
Biz burayı kaba tabirle kürkçü dükkanı olarak adlandırmayalım. Bulunduğumuz bu
yerin bir özelliği de para diye bir metanın olmaması. İstediğinizi, yemeden
içmeye, evinizin mobilyasına kadar akla gelebilecek her türlü ihtiyacınızı
istediğiniz kadar, belirli merkezlerden edinebiliyorsunuz, hem de hiç bir
karşılık ödemenize gerek kalmadan. Her şeyi alıp evinize yığma ihtiyacını zaten
duymuyorsunuz.
Olur
ya, ansızın kafanıza eser de haydi deyip, sokakları turlamak istediğinizde,
yanınızdan yörenizden geçen pek çok tanınmış, insanlığa oldukça büyük katkıları
olmuş değerleri görebilirsiniz. Elbette hepsinin peşinden koşup bir fotoğrafını
imzalatamazsınız. Böylesi istekler Dünyada kaldı. Ünlü ünsüz her insanın
kendince mütevazi bir yaşantısı var. Her ülkeden ve milletten milyonlarca
insan. Bir bakıyorsunuz ki, kocaman göbeği ile sallana sallana yürürken
sakallarını sıvazlayan Marks karşı taraftan geliyor. Diğer taraftan karşıdan
büyük bir gülümseme ile uzun adımlar atan Pir Sultan Abdal’ın bir kolunu sevgi
ile Köroğlu’nun omuzuna attığını görebilirsiniz. Ayvaz oğlan hala öyle cılız,
fazla büyümemiş, Köroğlu’nun etrafında dolanıp duruyor. Diğer bir köşede
Einstein’ın gölgelik bir köşede sandalyesini çekip, oturduğunu, şarabını
yudumlarken, derin derin düşünmesini yeni keşiflere yorabilirsiniz. Neruda,
Nazım, Ahmet Arif, Kemal Tahir, Cigerxun, Ömer Hayyam, Yaşar Kemal, Orhan Veli,
Orhan Kemal, Marquez, Balzac, John Steinbeck, Victor Hugo, Puşkin, Dostoyevsky,
Tolstoy Gorki, Brecht ve daha pek çok bilinen şair ve yazarı çoğu zaman bir
kamelyada oturmuş hararetli bir şekilde tartıştıklarını, fikir teatisinde
bulunduklarını de gözlemleyebilirsiniz. Görünen o ki, bir arada bulunmaktan
oldukça memnunlar.
Daha
önceki mektuplarımda sizden Azeri yazar arkadaşım Samet Behrengi’den bahsetmiştim.
Bu arada O da bütün dünyalılara selam, sevgi ve de saygılarını iletiyor. Kapı
komşum olduğu ve kendisi ile çok iyi anlaştığımız için günün çoğu zamanında
birlikteyiz, Samet işleri geliştirdi. Laf aramızda artık rakı üretimini evde
yapıyor. Komşuda pişince, elbette bana da yeteri kadar düşüyor. O nedenle,
burada getirilen günlük üç kadeh kısıtlaması bizim için geçerli değil. Samet
bunu uzun zamandır büyük bir gizlilikle ve başarı ile sürdürüyor. Böyle giderse
bize Araf’ta ölüm yok.
Hemşehrim Neşet Ertaş’a takılmaya devam ediyorum. Çok derin bir
dostluğumuz var. Lakin yüreği öylesine kırgın ki. İnsan O’nun kırgınlığını
gözlemleyince, ne denli haklı olduğunu anlıyor ve kendisini dinledikçe yüreğim
büyük bir sıkıntıya gark oluyor. Hayatta iken kendisinin çok horlandığını tekrar
tekrar yineliyor. Hatta hor görenlere biraz insan olmalarını, onları zor
durumda bırakmamak adına söylemediğini de kulağıma usulca fısıldıyor. İcra
ettiği sanatının pek çok kişinin yanında pek de bir kıymeti harbiyesinin
olmadığını söylüyor. Ölümünün ardından kendisinin de tıpkı Hollanda’lı ressam
Van Gogh misali iş işten geçtikten sonra anlaşılır ve sanatının takdir edilir
hale geldiğini, bu diyara gelen yeni misafirlerle olan sohbetlerinde öğreniyor.
Biraz olsun rahatlasa da içindeki sızı yüreğini dağlayıp, dinmiyor.
Neşet
ile vakit buldukça babası Muharrem Amcayı ziyarete gidiyoruz. Büyük ozan. Her
ne zaman gitsek, biz davetsiz misafirleri bütün yüzüne yayılan, adeta
gözlerinden fışkıran büyük bir gülümseme ile karşılıyor. Eğer üzerinde hala
çizgili pijamaları varsa, mahcup bir eda ile bizden onlarca defa özür dileyip,
çarçabuk oturma odasının yanındaki yatak odasından takım elbiselerini bir
çırpıda giyip, geliyor. Misafiri oğlu da olsa büyük bir saygı ile hareket
ediyor. Derken Neşet ile karşılıklı sazlarını konuşturup, baba-oğul atışıyorlar
ve ne zaman ki, Muharrem Amca “aydost” diye sanki yüreğinin on binlerce
kilometre derinliğinden inleyerek giriş yapınca, o an bu Araf diyarının altı
üstüne geliyor. Her ziyaretimizde çok geçmeden, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Kazancı
Bedih, Ali Ekber Çiçek de misafir olup, sazlarının tellerine dokunuyorlar. Nar
kırmızısı çaylar, kekler ve börekler misafirlere ikram ediliyor. Doğrusu bu
büyük ozanlarımızı dinlerken benliğimi alabildiğine yitiriyorum. İnsan
yüreğinin bu denli coşkulu olmasına şaşmadan edemiyorum.
Aşık
Veysel’i burada da ince uzun yollarda yürürken görebilirsiniz. Gözleri görüyor
artık. Neşet ile Muharrem Amca’ya giderken Aşık Veysel’e de uğradık. Bizi sıcak
bir sevecenlikle içeri buyur etti, lakin acelemiz olduğu için, başka bir sefere
deyip, ayak üstü bir kaç dakika sohbet ettik. Gayet iyi gözüküyordu. Sadık yari
kara toprak yalnızca onu değil bizleri de koynuna alıp, bu yabancısı
olduğumuz, alışmakta hayli zorlandığımız diyarlara getirmişti. Sohbette ozan
sanki gözlerinin açılmasından şikayetçi gibi idi. Kafasındaki Anadolu yapımını
andıran sekiz köşeli şapkasını zarif hareketlerle art arda bir kaç kez
düzeltip, Küçük Prens misali görmenin aslında yürek ile yapılması gerektiğini
söyleyince, biz de Aşık Veysel’in ayak üstü verdiği derin mesajı almış olduk.
Dünyadan daha yeni göç ettirilmek zorunda bırakılıp, buralara gelenler,
sizin diyarda gidişatın pek de iyi olmadığını söylüyorlar. Savaşlar, terör ve
özellikle o iğrenç sakallı huri taliplilerinin estirdikleri gayri insani şiddet
bizleri burada oldukça üzüyor. Ne yalan söyleyeyim ben bugüne kadar huri adına
birilerini hiç görmedim. İnsanlığın barıştan ve kardeşlikten her geçen gün daha
fazla adımlarla uzaklaşması anlaşılır gibi değil. Açlık, adaletsizlik ve
insanlar arasındaki dağılımın insan dimağını sarsacak kadar büyük farklılıklar
göstermesi çok acı. Oralarda bu olumsuzluklar daha ne kadar diz boyunu aşmaya
devam edecek, bizleri de kaygılandırıyor. Bütün sevdiklerimiz, dostlarımız,
insanlık, yani sizler o topraklarda yaşıyorsunuz. Bizleri bir tarafa bırakın,
misafirliğinizde mutlu olun istiyoruz. Bu yüreğimizin en büyük arzusu. Umarım
en kısa zamanda bütün bu konularda radikal adımlar atılır. İnsanlık kendisine
yakışır bir yaşantı içine girer.
Artık
fani olduğuna bütün kalbimizle inandığımız dünyada biz insanlara biçilen yaşam
süresi, bir kelebeğin ömründen farksızdı. Hayatımızdan tek bir sayfayı dahi
koparıp atmak mümkün değil iken, beni günün birinde hiç beklemediğim bir anda
der dest edip, yaşama dair bütün defterimi bir çöp gibi ateşe attılar. Çok uzun
ve edebi olmasalar da, yüreğimizin derinliklerinden sökün edip gelen
cümlelerimiz boynu bükük, biçare ve yarım kala kaldı. Köklerimizi kesip, sevdiklerimizden,
yoldaşlarımızdan, ailemizden, yarimizden, yarenimizden, çoluk ve de
çocuğumuzdan kopardılar bizi. O diyara davetsiz getirildik ve bize sorulmadan
da, kimimiz ömrümüzün baharında, kimimiz de en güzel yıllarımızı sürdürdüğümüz
bir zaman diliminde bir ağaç dalı gibi bıçkılanıp, koparıldık. Bize istemimiz
dışında zorunlu olarak ardımızda bıraktırılan, şimdilerde sizin ise belli bir
süre daha kalacağınız dünyada bulunduğunuz bütün süre boyunca, hayatın tuşuna
dilediğiniz gibi dokunmanız, es geçmemeniz dileği ile esen kalın. Mektuplarınızı,
güvenilir kişilere verip, aşağıdaki adresime yollamanızı rica ediyorum. Zahmet
edip yazarsanız, beni çok mutlu edersiniz.
Saygılarımla…
Rahmetli Mevtaoğlu
Araf Mahallesi Sırat Köprüsü Bulvarı
Kazancılar Sokak No: 2
Katran Sitesi
Arafgrad/ Mevtanistan
***********************************************************************
Amsterdam, 27 Nisan 2016