ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
Cam mavisi pırıl pırıl gökyüzünde balıklar yüzmediklerinden, Camili Köyü sakinleri de oltalarını alıp, bu devasa bir okyanusu andıran boşluğa sallayıp, avlanamıyorlardı. Göz kamaştırarak, insanı alabildiğince huzurlu kılan bu güzelim, berrak mavilik; Camili Köyü etrafına serpişmiş olan, ağaçsız kuru tepelerin çok da yüksek olmayan doruk noktalarına kadar yayılıp, deve hörgücünü andıran coğrafya ile adeta birleşmiş gibiydi. Camili’de bir bahar gününün erken saatleri. Uçsuz bucaksız evrenin bu bölgesinde büyük bir sessizlik hakim. Horozların gırtlaklarını yırtarcasına bağırtıları duyulmuyor artık. Köyün harman yerinde sabah kahvaltılarını, burunlarından sesler çıkararak yapan ve arada bir her nedendir bilinmez; belli aralıklar ile anırma gereksinimi duyan eşeklerin sesleri duyuluyor sadece. Bütün köylüler derin uykularından, otomatik kurmalı horozları tarafından uyandırıldılar. Erkeklerden bazıları hayvanlarına bakmaya, kimi bir şeyler yeme, bir kısmı ise tarım aletlerinin bakımına yönelirken, çoğu kadın bir eli ile bellerini, diğer eli ile yörede ‘çalğı’ denilen büyük ot süpürgelerini sıkıca tutup, evlerinin önünü derin düşüncelere dalarak süpürmeye başladılar. İki büklüm yere eğik vaziyette süpürme işine girişmiş olan kadınlar; sabah kahvaltısında sofraya ne koyacaklarını, gurbette olan çocuklarını, kocasından yakın zamanda yediği dayağı, evini, kızına ne zaman iyi bir talip çıkacağını, yaşam koşullarının zorluğunu ve gündelik hayatın pek çok kesitini gözlerinin önüne getirerek derin düşüncelere daldılar. Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, Camili köylüleri için de bütün sıkıntılara rağmen paha biçilmez değerde olan ve geriye kalan ömürlerinin yeni bir ilk günü başlamıştı.
Kumkent öykülerinden de tanıdığınız Heyderi Hecike, sabah namazının ardından çok sevdiği sabah uykusundan biraz daha nasiplendikten sonra, kırmızı saten bezi ile kaplı yün yorganını sağ ayağının atik bir hareketi ile ileriye doğru atıp, hafif bir gerinme ile yatağından kalktı. Kırk yıldır hayatın her alanında yollarının kesiştiği hayat arkadaşı Zewe çoktan uyanmış, çocukları ve kocası için sabah kahvaltısı hazırlıyordu. Güneş geçen her dakika evreni daha çok ısıtıyordu. Heyderi Hecike çizgili zebra pijamalarının ceplerine soktuğu elleri, yüzde yüz pamuktan yapılmış olan bez parçasını sündürürken, bir yadan da biçimli burnunu hafif çekiştirip, gür kaşlarını birleştirdiği gözleri ile Zewe’ye ters ters baktı. O bir anlamda zevcesi Zewe’ye vücut dilini kullanarak, günaydın demek istedi. Zewe de bu hoş olmayan bakışları olumlu algılayıp, aynı zamanda ‘günaydın’ mahiyetinde kabul edip, çehresinde onlarca benin yer aldığı kafasını eğerek, kocasını yanıtladı. Dane dane benli Zewe Hatun mütevazi kahvaltı sofrasına hazırladıklarını tek tek koydu. Sofrada neler yoktu ki; her biri ekmek ile en az iki defa ısırılmak koşulu bulunan siyah zeytin, bir kase yoğurt, çökelek ve dört adet haşlanmış yumurta. Daha ne olsundu ki! Sofranın hazır olduğunu görüp, çocuklarına ve kocası Heyderi Hecike’ye seslendi. Haydar biraz ağırdan alsa da, çocuklar bulundukları köşelerden hışımla sökün edip, sofranın başına üşüştüler. Yer sofrasının bezini dizlerinin üzerine getirerek, bağdaş kurup, sabırsızlanarak Zewe ve Haydar’ın da buyur etmelerini beklemeye koyuldular. Zaman geçmek bilmiyordu. Ama yapılabilecek bir şey yoktu.
Haydar tam kahvaltı sofrasına yönelirken, Kuyular Köyü’nden ablası Sultan’ın kocası Hinto’nun boz bir eşeğin sırtında, ayaklarını sallaya sallaya evin avlusundan içeri girdiğini gördü. Haydar bütün misafirperverliğini göstererek, eniştesi Hinto’yu resmi bir ziyarete gelen bir devlet büyüğünü karşılar gibi buyur ettiyse de, kırmızı halının eksikliği belli oluyordu. Hani O da geleceğini bildirmiş olsaydı, kırmızı olmasa da siyah bir halıyı elbette tedarik ederdi. Ne de olsa biricik damatlarıydı. Damat Hınto çok renkli bir kişilikti. ‘Bilinen ve görülen’ tüm uzuvları büyüktü. Elleri, ayakları, gözleri, burnu, kulakları ve kafası oldukça iriydi. Birlikte kahvaltı ettiler, oradan buradan konuşurken komşu köyden Haydar’ın ablasının, yeğenlerinin ve tanıdıkların kucak dolusu selamları da iletildikten sonra yer sofrasından kalktılar.
Hınto Camili Köyü’ne kaynı Heyder’i Hecike’nin yanına tohumluk buğday almak için gelmişti. Maruzatını anlattıktan sonra, bir kaç evi dolaştılar ve sonuçta Mahmut’u Nuri Qero’dan gerekli olan tohum yapılan uzun pazarlıklar sonucu sağlandı. Hinto geceyi Haydar’ın evinde geçirecekti. Mahmut´un evinden döndüklerinde, Hinto´nun eşeği avluda başıboş dolanıyordu. Camili ve çevre köylerde büyük su sorunu yaşanıyordu. Bölgede yaşanan kuraklık Kerbela çölünü aratmıyordu. Köy sakinleri büyük umutlarla evlerinin önüne en azından gündelik ihtiyaçlarını karşılaması için kuyular kazıyorlardı. Kimisinde beş on metre inildiğinde su izine rastlansa da, çoğu kuyuda derinlere de inilse herhangi bir ıslaklık dahi görülmüyordu. Haydar da bu umutla evinin önüne büyükçe bir kuyu kazdırmıştı. Kuyunun derinliği on metreyi bulduğu halde herhangi bir umut yok gibiydi. Bütün zahmetleri boşa gitmiş gibiydi. Hinto da kuyuya bakıp, buradan su çıkacağını sanmadığını dile getirdi. Haydar da gayri ihtiyari onaylar gibi yaptı. Bu arada Hinto´nun geldiğini duyan, Haydar´ın ağabeyi Şiho, amca oğlu Selahattin, Osman ve Kamber de Hınto´ya hoş geldin demek için gelmişlerdi. Akşam yemeği yendi, ardından tavşan kanı çaylar içildi. Uzun uzadıya sohbetlerde çevre köylerden, yakın zamanda vuku bulan olaylardan, politikadan, onlara göre Demirel´in başarılı politikalarından, sağ sol çatışmalarından ve daha pek çok konuda koyu sohbetler edildi. Yunanlı´ların her nedense her daim kaşına duran sırtlarının kaşıntısı da tırnaklar geçirilerek, giderildi. Sorun yumağı bu toprakların ‘memleket meseleleri’ olarak da adlandırılan sorunları bir kez daha ayağı kırık masaya yatırıldı. Damat Hınto politik konularda pek takıntılı değildi. Türkçe dili ile başı hep belada olduğu halde, O Türkçe konuşmakta direniyordu. Kendileri İç Anadolu bozkırının en iyi define avcısıydı. Onlarca definenin yerini bulmuş, ama her defasında ganimetlere elini sürememiş, her defasında kazıyı yönetenler tarafından kandırılmıştı. Çok misafirperver olduğundan o şehirli definecilere evden yemek getirmek üzere evinin yolunu tutarken, geri döndüğünde misafirlerine bir türlü yemek yediremiyordu. Olan Haydar’ın bircik ablası Sultan’a oluyordu. Bir sürü yemek yapıp, dünyanın zahmetine giriyordu. Fakat Damat Hınto bulduğu defineler ile ilgili maceralarını anlatmaya başladığında, hemen Haydar’ın evinin duvarına asılı bulunan yeşil çerçeveli, yaldızlı karınca duasını işaret ederek; “aha bu kur’an üzerine yemin ederim ki” diyerek söze başlıyordu. En nihayetinde gün gece yarısına yakınlaşırken uyku saatinin geldiği, ev sahibi ve misafirler tarafından esnemeler eşliğinde hatırlandı.
Misafirler tek tek kalkıp evlerinin yoluna koyulurken, Zewe de misafire ve çocuklarına yataklarını hazırlamak üzere yorgan ve döşeklerin bulunduğu odaya yöneldi. Hinto ev halkından hatır isteyip, yatağına çekildi. Evi büyük bir sessizlik ve zifiri karanlık bürüdü. Hinto tam uyumuştu ki, sessizliği eşeğinin uzun uzadıya anırması bozdu. Avluda bu sırada büyük bir patırtı halinde gürültüler geldiyse de, kimsecikler aldırmadı. Hinto
Doğal olarak sabah bütün ev halkı ve misafir Damat Hınto da uzun uzun öten horozun sesi ile uyandılar. Damat Hınto, sabah kahvaltısının ardından kendi köyüne gitmeye hazırlanacaktı. Haydar ve Hınto sabah namazını birlikte kıldıktan sonra, kahvaltı hazırlanıncaya kadar, biraz daha dinlenmek üzere tekrar yataklarına uzandılar. Çocuklar daha mışıl mışıl uyuyorlardı. Derken kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıda, çocukların garip bakışları altında Hinto'nun bir defada bir zeytini yediği, çocukların gözlerinden kaçmadı. İşin içinde bir adaletsizlik vardı. Hınto’nun gözleri artık çarıklarındaydı. Hınto avluda olan eşeğine baktıysa da göremedi. Haydar’a akşam eşeğinin bir yere gitmemesi için avlu kapısını iyice kapatmasını da sıkı sıkı tembih etmişti. Bir yere gitmiş olamazdı. Eşeğin yokluğundan haberdar olan ev halkı, etrafı kolaçan etmeye koyuldular. En nihayet akıllarına yeni kazılan kuyuya bakmak geldi. Evet korktukları başlarına gelmişti. Zavallı eşek kuyunun dibinde yukarı doğru mahzun gözler ile bakıp, kurtarılmayı bekliyordu. Haydar ve Damat Hınto ne yapacaklarını şaşırdılar. Çok geçmeden kuyunun başında epeyce meraklı birikti. Herkes eşeğin kurtarılması için bir fikir yürütüyordu. Köylülerden bir iki kişi kuyuya inip, kalın kendirler ile eşeği bağladılar. Yukarıya doğru her çekişlerinde eşek bir milim dahi kıpırdamadan olduğu yerde kalakaldı. Kalabalık zaman geçtikçe büyüyordu. Olayı duyan soluğu büyük bir merak ile Haydar’ın evinde alıyordu. Karşı mahalleden Sadıklar sülalesinden Almancı olan, Cemal de eşi ile birlikte gelmişti. Genç yaşında gurbet yolunu tutan Cemal, Alman eşi Helga ile tatile gelmiş ve bu büyük bir merak uyandıran olayı duyunca, mercedes marka otomobilleri ile gelip, kurtarma çalışmalarını izlemeye koyulmuşlardı. Fakat onca zaman geçmiş olmasına rağmen, zavallı eşeğin kurtarılması konusunda, hiç bir gelişme yoktu. Alman gelin Helga her defasında çığlıklar atıyor ve eşeğin çaresizliğine çok üzülüyordu. Oysa köylülerden daha farklı tepkiler geliyordu. Aslında Haydar ve Hınto dahil kimsenin umurunda da değildi. Hınto uzun uzadıya bir durum tahlili yaptıktan sonra, kuyuyu kapatma teklifinde bulundu. Zaten Haydar da dün akşam öyle yapacağını söylüyordu. Eşeğine gelince, artık ondan hayır gelmiyordu. Eşeği ne yazık ki yaşlıydı ve zor yürüyordu. Derken öneri bütün köylüler tarafından kabul görmüş, tek muhalif Helga’ya rağmen kuyunun eşek ile birlikte kapatılması yönünde karar alındı. Demokrasinin geçerli olan ilkesi çoğunluk olduğuna göre, böyle de oldu. Küreğini kapan kuyunun kenarındaki toprağı Alman gelinin çığlıkları eşliğinde, eşeğin üzerine doğru atmaya başladılar. Damat Hınto’nun eşeği üzerine atılan toprağa önceleri şaşakaldı. Atılan bir kaç kürek topraktan sonra, sırtında kaşıntı hissetmeye başlayınca silkelenmeye başladı. Atılan her kürek topraktan sonra aynı hareketi gayri ihtiyari tekrarlamaya başladı. Atılan her kürek toprak, eşeği gömme operasyonuna katılanları ve izleyicileri hayrete düşürüyordu. Bir müddet sonra atılan toprağa basarak yükselen eşek, bir mucizeyi gerçekleştiriyordu. Bu olup bitene köylüler oldukça şaşırırken, Alman gelin ise sevinç çığlıkları atıyordu. Evet nerede ise kuyu dolmak üzereydi. Derken eşek hiç bir şey olmamış gibi istifini bozmadan çıkıp, yürümeye başlarken, Helga bu kez latince bağırıyordu.
‘Carpe diem... Carpe diem’ eşek... Köylüler ne dediğini Alman gelinin kocasına sorduklarında, o da bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Yıllar sonra Alman gelinin bağıra bağıra haykırdığı bu sözcükler; internetin keşfinden sonra, Camili’li gençler tarafından hecelenip, çok şey bilen profesör Google Amcaya sorulduğunda, bunun ‘anı yaşa – gününü gün et’demekle eş anlamlı olduğunu öğrendiler. Camili’li gençler anlatılan bu öyküden ders çıkarmasını da bildiler elbette. İnsanlar hiçbir şeyi dert edinmemeleri, kendilerini gelip bulan sıkıntıları üzerlerinden silkelemeleri halinde, onlar da düzlüğe çıkacak ve ‘carpe diem’i birebir yaşayacaklardı. Öyleyse bütün iyimserliğimiz ile silkelenmeye devam. Silkelen... Silkelen... Evet size de ‘carpe diem’...
Amsterdam, 30 Ekim 2011