BARIŞ ÇİÇEĞİ
alacânım,
mil yeşili gözlerin
dindirdi gözlerimi
kaç körü birden öldürdün bende
mahsur kaldım, eksik oldum, kapına düştüm
ben yandıkça
ezber ettin ayazın demirini
alacânım,
indi mi göğsüne heves?
hangi duvarın halısında
gördün, bildin, vurdun beni
kaç ormandan geçti
içinde kaybolduğumuz o büyük takip
içimizde bunca gurbet dururken
yol ettik uzaktaki sılayı
şimdi burdayız
kanlar içinde
alacânım
indi mi göğsüne heves? “
Kısa
parmaklı yumuk avuçlarımı yukarılara kaldırıp, olabildiǧince
yaradana yakın kılmaya çalışıyorum. Yıllardır yaptıǧım gibi, gören tek gözümü
iyice açarak, oldukça yükseklerde bulunduǧuna inandıǧımız Tanrıya, kendimce
çaktırmadan, ayyuka çıkardıǧım, hani kısa bir tarifle, bir önceki cümlede
gözlerinizin önüne de getirdiǧim, ellerime altan bakıyorum. Kendisi için dua
ettiǧim, benim dilimden sizlerin okumanız ve aynı duyguları paylaşmak amacı ile
bu satırları yazan, Camilili Aydın’ın meşhur anasıyım ben. Kabul eylerlerse,
hiç bir fark gözetmeksizin bütün dünya insanlıǧı için her fırsatta dua
ediyorum. Elimden gelen sadece bu. Haksızlıkların karşısında yüksek burçlu,
dimdik bir kale gibi durmayı ben de isterdim. Kendimce susmayışımın nedeni, her
insanı kendim gibi-insanlıǧa ait görmemdendir, haykırışım pek yüksek olmasa
da.
“etimdeki eksik
yangın, sindi yüreğim
seyreldi tenim sahtiyan tarih
mahsur kaldım, meçhul oldum, şehit düştüm,
alacânım,
indi mi göğsüne heves?“
Namım
bir hayli yayıldı, bu benim kim olduǧumu biliyorsunuz artık demektir, Kör Zewe.
Saǧ olsun, ömrüne bereket oǧlum, pek bi sever beni. Yalvarırım; yine
sen mi diye, kendi kendinize söylenmeyin. Daha önce de, oǧlumun yazdıǧı bir kaç
öyküye konu oldum. Ne yaparsınız, “her insanın bir hikayesinin olduǧu“ söylenir,
bu durumda; benim biraz fazlaca demek ki. Bir yandan da, oǧlum da yazmak için
konu mu bulamıyor nedir, iki de bir beni konuşturuyor, diye düşünmüyor
deǧilim. Yaşlıyım artık, konuşmaya bile mecalim yok desem yeridir. Ama anne
yüreǧi dinmek nedir bilmez ki. Daha önceleri de uzun uzadıya
anlattım. Bırakın oǧlumun yazdıǧı birbirini kovalayan satırlar; çimen yeşili,
deniz mavisi, kömür karası, ela, soǧuk kış aylarında kebabı dahi yapılan
kestane rengi, güzelim gözlerinizin önünden su misali akıp, gitsinler. Sizler
de bilirsiniz ki; söylenecek, hele de annelerin dile getireceǧi, aktaracaǧı,
içini dökeceǧi pek çok konu her daim var oldu. Bi yol,
bir şeyler daha anlatmama müsaadeniz olsun. Sıkılacaǧınızı
sanmıyorum, genç ve yaşlı, çeşitli ömür aralıklarında olan hanımlar ve de
beyler. Demem o ki; anlattıkça, daha bir rahatlar gibi olur anneler.
Söylenmesi gerekenler dile getirildikçe; anlatımların etkisi, yufka ekmeǧe
çırpılan serin ve berrak su gibi gelip yerini bulurlar. Serpiştirilen su
damlacıkları yufka ekmekte ve gönüllerimizde kadifemsi bir yumuşama
saǧlar. Ardından evlat sevgisi ile dopdolu olan kalplerimizin yaǧları, ansızın
eriyiverir.
“alacânım,
rahat et ben gölgene ilişeyim
her belanı ben göreyim
yüreğimi ihbar et,
bana bir uçurum ver, gideyim
alacânım,
indi mi göğsüne heves?
biliyorsun adımın kıblesini
bir meşhur hâfızla, meşhur bir şehvet
alacânım,
şuramda sinsi bir sızı
gel öldüğümü farz et
senden gelen her habere
canımdan uçurduğum şahin
pençesinde kaldı bileğim, yazım, harflerim
bir yanım onla uçtu, sende kaldı, ben bittim
alacânım,
indi mi göğsüne heves? “
Oǧula
ve kıza dair olan renk yelpazesi nakışlı heybelerimizin yükü; özlem, umut,
güzellik, barış, saǧlık, başarı ve var olan bütün iyi dileklerdir. Her anne
yüreǧinin bir kıyıcıǧında, kutsal bir emanet gibi, kendisini de ayakta dimdik
tutan, bütün bu hisleri sımsıcak saklar. Gönüllerinden evlatlarının her
geçişinde; Dünya yuvarlaǧının her santimetre karesine karşı kocaman gülümser.
Yüreǧi alaca kanatlı bir kuş olur, pır pırlarla, masmavi okyanusları andıran
semalarda telaşla uçar ve tekrar sol göǧsünün altındaki, sıcak yuvasına usulca
döner.
“alacânım,
yakılmış bir köyün adıydı adın
görmedi kimse
içinde ben de yandım
o gün bugün kalbimin doğusunda tüten duman
nerede olursan ol göğündeyim kanlı tarih her
zaman
Mardin'im, Midyat'ım
ah benim altından avaze sesim
kardeşlerimdi ölen de, öldüren de
aranızdaki duvarda
gömülü kaldı“
Gönül
istemez mi ki; koşullar el verse, çocuklarımız hep yanı başımızda, bir seslenme
mesafesinde ve gözlerimizin önünde olsalar. Hasretlik hepten yer edinmese. Yüz
yaşına da gelseler, yine de çocuk olarak gördüǧümüz evlatlarımızla, aramızdaki
mesafeler daha kısa olsa. Baǧrımız yanmasa, gözlerimiz buǧulanarak her an uzak
yollara takılı kalmasa ve aklımız onlara yönelik kaygılarla meşgul olmasa. Konu
çocuklarımız oldu mu, bu derin bir iç çekiştir ve istemlerin ardı arkası
gelmez. Onlar içinde yer aldıǧı bir hayal dünyasında yaşar, her şeyin
en iyisini ve güzelini bütün benliǧinizle istersiniz.
Bizlerden
birer parça olan varlıklarımızı, büyük güçlüklerle büyütüp saldıǧımız, kurtlar
sofrasını andıran yeryüzünde; güzellik, huzur ve barış olsun istiyoruz. Defolsun
kurtlar, bu diyar onlara dar olsun. Gözlerimizin bebeǧi, en deǧerlerimizin
"karınca kararınca" bir yaşam sürdürmeye çalıştıkları dünyanın dört
bir yanında, edindikleri imkanlar dahilinde, güzelliklerden ibaret, yeterince
insani bir hayatları olsun.
“etimden uçurduğum
uçurum
meşhurdum, meçhuldüm, mahsurdum
bir hâfızken eskiden
mecnun kaldım şimdi
aşktan, senden, kendimden
n'olur sevmeden öldürme beni
alacânım,
söyle, indi mi göğsüne heves“
Gün
geçtikçe paylaşılamayanlar daha da çoǧalıyor. İnsanın kıymeti harbiyesi çer çöpün
yanında tuzla buz oluyor. Hoşgörünün çok uzaǧına düşenler, bir çakıl taşını
dahi paylaşılamayacak hale geliyor. Derken fındık kabuǧunu doldurmayacak, olur
olmaz konularda hır gır çıkartılıyor, gayri insani bir kavga- döǧüştür almış
başını gidiyor. Kum gibi yitirilen insanlık oluyor ve köküne hepten kibrit suyu
dökülüyor. Durdurulması istenmeyen, kardeş kanı günümüze deǧin oluk oluk
akıtıldı. İnsanlarımıza birilerinin bütün dünyaya bedel olduǧu, söylenirken
etekleri kimsesizleştirilen daǧlara büyük harflerle hayasızca başka
renkler, diller ve kültürler hiçe sayılarak, bir ırka mensup olmanın,
anlaşılamayan dar hacimli kafalılıǧın, ilimin çok uzaǧına düşen ve ırkçı
duyguların getirisi ile duyulan bir mutluluk yazıldı. Semboller uǧruna insan
kanın dökülmesi kutsanır hale gelindi. Bu daǧların başlarında binlerce yoksul
genç kurşunlara, bombalara hedef oldu.
Paylaşılamayan
neydi, ne oldu. Kardeşçe, barış ve huzur içinde yaşamak varken, belli grupların
çıkarları doǧrultusunda, fakir, biçare ve bu kavganın çok uzaǧında, en hafif
bir ilintisi, zerre kadar bir faydası olmayan insanlar, yıllarca acımasızca
birbirlerine kırdırıldı. Cenazeler her daim yoksul semtlerin-köylerin eǧri minareli,
bir kaç Isparta halısının serili olduǧu, Ahşap çerçeveli büyuk bir saatin gonladıǧı camilerde, başı kapalı kadınlar ve
kirli sakalları ile şapkalı, aǧızlarındaki çürük dişleri sararmış kırsal
kesimden erkekler tarafından kaldırıldı. Çocuklarının ne uǧruna ve ne için
öldüklerini dahi bilemediler. Yıllarca süren yaslar tutuldu, yürek parçalayan
aǧıtlar yakıldı. Vatan-Millet-Sakarya’da “ellerinin biri yaǧda, biri
balda“ olanlar, oturdukları barlardan, uzandıkları sahillerden istiflerini
bozmadan, cepheye sürdükleri, ömürlerinin baharında olan binlerce yoksul genci,
vicdansızlıklarının sor kertesi ile kara toprakların altına yolladılar. Yaşanan
ve devam edegelen zulüm, işkence, yakılan binlerce köy, sürgün edilen
milyonlar, kesilip anahtarlık yapılan insan kulakları, yedirilen dışkılar, tecavüzler ve
akla gelebilecek her türlü vahşilikler. Hat safhada kalmayı sürekli başarıp,
kol gezen bir iǧrençlik. Dik tutulan başlar, yoksulların bir araya gelemeyen
yakalarına iliştirilen şeref madalyaları, büyük puntolarla gazetelerde „on
oǧlum daha olsa, onları da vatan uǧruna kurban ederim“ başlıkları,
ölümlerinin ardından bir kaç günlüǧüne baǧlanan kesik elektrikler ve yıkılmakla yüz yüze gecekondularda,
salındıkları evlerden daha büyük bayraklar. Onlarca yıldır kendisini yok eden
bu gidişatı sorgulamayan, kutuplara ayrıştırılan bir halk. Kardeşlik yerine,
düşmanlıklar, dayatılan gri tekdüze renkler. Koparılan çiçekler, dikenlikler
haline getirilen gül bahçeleri. Başka dillere, melodilere, kültürlere,
farklılıklara kapalı, gözler, kulaklar, aǧızlar ve duyular. Zerre kadar olsun,
başkaları ile deǧil empati kurma gereǧi duymak, akıllarına dahi getirmeyen,
gocunmayan ve bundan bihaber, saǧlıklı düşünemeyen kitleler.
“İSTEMEDEN ASKERE GİDEN BİR ASKERE ŞİİR
Korkmaktan
korkarak
gitti oraya
(Aman tanrım, köyümde
bıraktım kadınımı...)
Utanarak
gitti oraya
(Aman Tanrım,belki de bir çocuk öldüreceğim,
benim de iki yavrum...)
Oraya gitti
başkası istedi diye,
Oraya gitti ama
ne cesareti onundu
ne de nefreti-hiç
onun olmamıştı ya
Başkasının öfkesi
bulaşınca ona
o da öldürdü, öldürdü.
Ta ki bir gün
-bir hakaret gibi gelen
tam güneşi varken, umudu varken
kadını varken
oğulları anası ve mektubu
her şey varken
tepesine düşene dek
gagası sarı
kuyruğu kırmızı
korkunç bir kahkaha ile
el bombaları
Rui Nogar“
Camilili
Aydın’ın pek bi sevdiǧi annesi, ben meşhur Kör Zewe derim
ki; insanlıǧa reva görülen kötülükler olmasın. Barbarlık ve bunca vahşet artık
bir son bulsun. Gayri insani olan her oluşuma, gayrık yeter denilsin.
Binlerce yıldır, pek çok medeniyete ev sahipliǧi yapmış olan Anadolu’nun yorgun
topraklarında yer alan, Türk, Kürt, Laz, Ermeni, Arap, Çerkez, Süryani ve diǧer
milliyetlere yakışan budur. Ciǧerlerimize zeytin dallarının mis kokuları dolsun,
pencerelerimizi barış çiçekleri süslesin, insanca yaşam milyon bin yıl sürsün,
en büyük dileǧim; kardeşlik, barış ve huzur her daim olsun.
Amsterdam,
28 Temmuz 2013