15 Ekim 2021 Cuma

ŞAİRDEN ALINTILAR VE EDİNİLEN İZLENİMLER



ŞAİRDEN ALINTILAR VE EDİNİLEN İZLENİMLER

 

 “Nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep.” der, bir yerlerde memleketlim şair Şükrü Erbaş. İnsanın hep ona, yani, sevdiceğine yürüyor, güzele doğru gidiyor olması gibisi var mı? Yolunuz nereye çıkar veya gideceğiniz yer neresi olursa olsun, gönül ister ki; yöneliminizin sevdiğiniz, canınızdan öte canınızdan yana olmasıdır. İşte o zaman insanın gözüne ne yol görünür, ne de üzerinize çöreklenen yorgunluğu. Düşünüzün hep aşka erişim olması halinde yaşayacağınız güzelliğe diyeceğiniz olmayacaktır.

        Devamla memleketlim aynı şairin bu paragrafda ve ilerleyen satırlarda da dile getirdiği başka güzelliklerde ortaya çıktığı gibi; “Sevincini bir barış, bir bayram sabahı gibi taşıdım içimde.” Koyulduğunuz aşka vuslat yolculuğu esnasında taşıdığınız sevinci aynen şairin belirttiği şekilde yüklenirsiniz.

         “Ağzımdaki meneviş sendin insanlara şiirler okurken.” Güzergahınız esnasında ağzınızdaki meneviş yârin tam da kendisi olduğundan, dilinizden aşk ve coşkuyla sevda şiirleri art arda dökülür. Tam anlamı ile gıpta edilecek bir şölen yaşarsınız. Ruhunuz, ol bedeniniz ve yüreğiniz mest olur.

         “Dönüp dönüp sana geldikçe anladım özgürlüğün aşk olduğunu. Çocuklar dünya karşısında yenik büyüyordu.” Sana doğru sevinç ve coşkuyla koşa koşa gelirken, elbette en büyük aşkın özgürlük olduğunu beyninizde depremler yaşayarak, çok geçmeden fark edersiniz. Ama dünya karşısında yenik büyüyen çocuklar, boynunuzu bir günebakan çiçeği misali bükmeye yeter. Neden kirlenmemiş, kar beyazlığında tertemiz yürekli bu küçük insanların dünya karşısında yenik başlamasına şaşakalır ve onlar için bir şeyler yapma arzusu bir kuş tüyü misali gelir hassas vicdanınızda bir köşeciğe konar. Bu uğurda vermeniz gereken mücadeleye bir Bursa çakısı gibi bilenirsiniz. Büyük insanlığın saflarında, ellerini yüreklerinin üzerinde tutan çok ama çok fazla insanın olması için yüreğinizin umutla çarpmasının önüne geçemezsiniz. Buğulu gözlerinizde Abidin Dino’nun yapamadığı mutluluğun resmini büyük bir güzellikle zorlanmadan ortaya koyarsınız.

        “Kaba adamların kalın sesi örtmüştü ülkeyi.” Ne de çok kalın sesli kaba insanlar vardı bu ülkede. Dört bir yanı ayrık otu gibi sarmışlar, her yanda iğrenç böğürtüleri duyuluyor. İnsanlar böğürenlerin önünde diz çöküyor ve bir bir kaba adamların ardında sürüye katılıyorlar.

        “Güzellik, insanların gelecek düşlerinden çıkmıştı.” Çünkü sürünün gelecek düşleri olmadığı gibi olmayan düşlerde zaten güzelliklerin zerresine rastlanamazdı. Gelecek zifiri karanlıktı.

        “Kimsenin ortak türküsü yoktu ve kimse türküsünü bir başına söyleyemiyordu.” Sürüye katılım yoğundu ve tek ortak türküleri olmadığından, yedi-yirmi dört, koyunlar misali meliyorlardı.

          “Bir yere gitmeden, gelecek birisini bekliyordu herkes.” Sürü dışında kalanlar ise, inisiyatif alıp bir yerlere gitmek ve böğürenlere karşı mücadele etmek yerine, yerlerinde mıhlanıp gelecek birilerini, Godot’yu beklercesine bekliyorlardı. İbrahim Peygamber oğlu İsmail’i gözleri bağlı kurban ediyor, ama göklerden gelip onun kurban edilmesinin önüne geçenler yoktu. Haliyle birilerini beklemek nafileydi.

   “Koro halinde susuluyordu ve yalnızca yüksek sesle konuşanlara inanır olmuştu insanlar.” Kocaman ülkede koro halinde yığınlar, kitleler halinde susuyor, suskunluğun günlerden bir gün onları da bekledikleri sırada derdest edip enselerinde boza pişireceklerinin bilincinde değillerdi. Yüksek sesliler, böğürtüleri ile hak etmedikleri saygıyı görüyordu. Şimdilik sürüye katılanlara dokunmanın uzağında olan yılanlara, binlerce yıl yaşamaları reva görülüyordu.

           “İncelik yalnızlığa dönüşe dönüşe bitmişti.” İnceliğin bu topraklarda mum misali bir anda bitmesi, böğürtü halinde bağıran kaba insanlardan geçilmemesi, incelikli insanların dudaklarını uçuklatıp hayal kırıklığına uğratıyordu. Kaba sabalık diz boyuydu.

           “Kararan gümüşler gibi duracağım.” Kararan gümüşler gibi Godot’yu veya birilerini beklemenin hiçbir faydası olmadığı halde bekleniyor… bekleniyordu. Kararan sadece gümüşler değildi. İnsanların yürekleri de kararıyordu.

           “Kalkıp pencereden hayata bakacağım.” Pencerenizi açtığınızda evinize taze hava doluşsa da yaşadığınız toprakların hayat manzarası aynen böyleydi. Değişen olmuyor, hamamda tas da tarak da farklılık göstermeksizin yerlerini koruyorlardı.

           “Bütün bir ülke özür dilemeyi öğreneceğiz. Lunapark palyaçolarından başka üniforma kalmayacak dünyada. Güzel anılar kadar güzel olacak ölüm…” Ne zaman ki bütün insanlık beş yaşındaki çocuktan, kurttan, kuştan, çakıl taşından, karıncadan, kirpiden, börtü böcekten özür dilemesini bildiği-öğrendiği zaman, insanların üzerlerindeki üniformalara gerek kalmayacak, onlardan bir çırpıda arınacaklar ve ölüm dahi güzel anılar kadar güzel olacak. Yeryüzü, Tanrı tarafında peşinen sunulmuş bir cennete dönüşecek ve öngörülen veresiyeye umut bağlanmayacak. O zaman enselerin karartılmasına gerek kalmayacak!

 

Amsterdam, 15 Ekim 2021


26 Eylül 2021 Pazar

GÜLE GÜLE





GÜLE GÜLE

 

 

Benim payıma düşen; kimi zaman tatlı, kimi zaman acı veya ekşi geçişler yapan, ömür olarak adlandırılan yaşam sürecimin büyük bölümünü Hollanda’da geçirmek oldu. Baba ocağı yaptığım el kapısı bu çiçekli diyara, yıllarca önce İstanbul Sirkeci Garı’ndan bir tren dört gün ve gecede alıp getirmişti. Tarihi gardaki vedalaşma anında, babam takındığı sert yüz ifadesiyle omuzlarımdan sıkıca tutup yüzüme baktı. Dövecek gibiydi. Her zaman hissettiğim kötümser, tok ve kararlı ses tonuyla o güne değin sürekli tekrarladığı tek bir nasihati oldu.

 

“Oğlum bak, uzaklara çok uzaklar, yaban ele gidiyorsun. Ne yap et, ama adam ol. Bu nasihatimi mıh gibi aklında tut ve asla unutma!” Karmaşık bir kavram olan “adam olmanın” nasıl olduğunu neyle benzerlik gösterdiğini o zamanlar kavrayamadığım gibi, şimdilerde de onca zaman sonra, doğrusu kavramış değilim. Kavrayamadığım adam olma nasihatinde bugüne değin hiç kimselere bulunma gereği bulamadım. Önce bunu benim anlamam ve de dediğim konuyu kendi kişiliğimde ne denli gerçekleştirdiğimden emin olmam gerekiyordu. Bunun okulu var mıydı? Bilmiyorum, duymamıştım. Ben ne denli adam oldum, orasını deşmemeyi, yeğliyorum. Belki babamın istediği gibi, belki de onun “adam olma” kriterlerinin çok uzağına düştüm. Lakin şimdi de oğlum ve gelinim, bulunduğumuz “gurbet elden başka gurbete,” hem de uzak diyarlara, Amerika’ya gidiyorlar. Benim onlara herhangi bir nasihatim yok. Çünkü onlar nasihate ihtiyacı olmayacak kadar bilinçli ve aklı başında insanlar. Ama tavsiyelerim var. Ve onlar aynen şöyle sıralanıyorlar.

 

“Sıralı dağlar, okyanuslar, denizler ve ovalar ardında, uzak diyar Amerika yolcusu dünya güzeli çocuklarım:

İnsanlar var oldukları andan itibaren çoğunlukla flu görünümde olan bilinmeyen geleceklerini her koşulda garanti altına almak istemişlerdir. Şu an bulunduğumuz ülkede de geleceğiniz güneş gibi parladığı halde, siz bunu daha da ileri götürmek adına dünyanın en güçlü ülkesine, uzun bir zaman bizlerden çok uzak diyarlara gidiyorsunuz. Elbette ki, sizleri çok özleyeceğiz. Her an aklımızda ve yüreğimizde olacaksınız. Çünkü yıllardır yaşadığımız gurbetten başka bir gurbete gidiyorsunuz.

Uzaklarda yapmanız gereken; öncelikle birbirinize sahip çıkmanızdır. Bunu en güzel şekilde yapacağınıza olan inancım tam. O nedenle mümkün olduğu kadar birbirinizi asla üzmemelisiniz. Elinizde olmadan üzdüyseniz de birbirinizi affedin ve çok geçmeden özür dileyin. Size yakışan da bu olur.

 

Sizin sizden başka kimseniz yok. Sizler artık birbirinize aitsiniz. Birlikte muhteşem bir bütünlük oluşturuyorsunuz. Bundan sonrasında bu zorluklarla dolu hayatın her alanında birlikte ve el elesiniz. Ellerinizle birbirinize sıkı sıkıya tutunun ve asla bırakmayın. Benim hayatta görebileceğim en güzel manzara bu olacaktır.

Doğayı, insanları, kurdu, kuşu, böceği, arıyı, kelebeği, kirpiyi, dağı, taşı, ağacı, çiçeği, dikeni ve dünyadaki her şeyi çok sevin. Yuvasından yere düşen serçe yavrusunu incitmeden, o küçük kafasına öpücük kondurduktan sonra tekrar yuvasına koyun. Yapabiliyorsanız en büyük uğraşınız dünyadan acıyı silmek olsun. Canlıların kalplerini kırmamaya ve onların onurlarını sarsmamak sizi daha da mutlu ve insani kılacaktır. Kuşların, kelebeklerin uçuşlarını izleyin. Elinizden geliyorsa tedavilerini yapın. Doğayı en büyük ilhamınız kılın. 

Dünyanın sadece insanlara ait olduğunu asla düşünmeyin. Biz sadece dünyayı diğer canlılarla paylaşıyoruz. Bu gerçek, her daim aklınızda olsun. Başka bir gerçek ise; doğanın biz insanlar olmadan da var olmaya devam edeceği ve bizim doğa olmadan yaşayamayacağımızdır. Dolayısıyla bizim hayatta kalmamız tamamen doğayla barışık ve ona zarar vermeden yaşamımızı sürdürmemiz halinde mümkündür.

Gününüz o tatlı gülümsemelerinizin eşliğinde geçsin. Kulaklarınızda dünyanın her yanından en güzel müzikler, melodiler çınlasın. Müziğin hayatınızdaki yeri çok büyük olsun. Kaliteli olmak koşuluyla her türlü müziği dinleyin. Klasik, caz ve blues türü müzikleri dinlemediğiniz gün olmasın. Dünya müzik olmadan da döner, ama biraz kabak tadında olur.

Duvarlar boyu güzel kitapların yer aldığı metreler boyu bir kitaplığınız mutlaka olsun. O kitaplığa koymak için dünyanın her köşesinden en güzel kitapları bulun. Her kitabı alıp okşayın, okuyun, notlar alın, kendinizi o güzelim bilgilerle donatın, ruhunuzu zengin kılın, bilgi yoksunu olmayın. Kitaplığınızın birkaç metre gerisine çekilip dünyanın en güzel manzarasını, çiçeklere bezeli kırları, boncuk mavisi denizi ve gökyüzünü seyreder gibi dalıp gidin. Kitaplarınızın size kattığı zenginlikten dolayı onlara iyi davranın, gülümseyin. Fikirlerinizle karanlıkları delin.

Vaktiniz oldukça güzel kitaplar okuyun, asla şiir yoksulu olmayın. Sevda ve özgürlük şiirleri serpin yüreklerinize. Sevgiye, şiir ve aşka sığının. Sanatın kraliçesi edebiyat ve diğer dallarıyla yakından, bütün yüreğinizle ilgili olun. En büyük hedefiniz sürekli iyiden, güzelden yana olmak olsun. Kendinizi sürekli geliştirme uğraşısı içinde olun, kültürel olarak göz kamaştıran bir donanım edinin. Şairin dediği gibi: Yârin yanağından gayri her şeyi paylaşma yoluna gidin. Paylaşımlar mutluluğunuza mutluluk katacaktır. Sakın ola aşksız yaşamayın.

Büyüklerinize karşı saygıda kusur etmeyin. Küçüklerinizi sevin, koruyun. Asla kin tutmayın. Çünkü; kin içten içe sinsice yer bitirir sizi. Affedin... Affedin! Affetmek en büyük terapi ve aynı zamanda, insan yüreğini huzura kavuşturan en büyük güzelliktir. Kin ve nefretin ise ömür törpülediğini unutmayın.

Başkalarıyla konuşurken, onların gözlerine bakın. Sizinle konuşurken gözlerine bakmayanları sözlerine inanmayın. 

İnsanları, daha doğrusu hiçbir canlıyı küçümsemeyin. Her canlı kendi güzelliğini içinde barındıran ayrı bir dünya ve zenginliktir. O nedenle bu gizli dünyalarda ne tür hazinelerin olduğunu görebilmek için önce onları tanımak gerekir. Hollandalıların da dediği gibi: ‘Tanımak sevmektir.’ Bilmeden küçümsediğimiz insanların, belki de bizden çok daha nitelikli olabileceklerini kesinlikle göz önünde bulundurun. Ön yargılı olmayın. 

Kullandığınız suyu, elektriği ve her türlü enerjiyi bilinçli, tasarruflu kullanın. Gelecek kuşakların da bizler gibi bunlara ihtiyacı olacağını asla unutmayın. Her damla suyun kıymetini bilin. Yiyebildiğiniz kadar pişirin, israftan olabildiğince kaçının. Yeryüzünde milyonlarca çocuğun aç olduğunu asla unutmayın.

Güzel ve temiz giyinin, güzel kokular sürünün, güzel gıdalarla sağlıklı beslenin. Her türlü güzelliği kendinize layık görün. Toplum kurallarına mutlaka saygı gösterin. Tanımasanız dahi insanlara, mimiklerinizle de olsa selam verin, gülümseyin. Bu hem size hem de onlara iyi gelecektir.

Hiç kimse mükemmel değildir. Bilmeden hata yapmak normaldir. İnsanlar hatalarıyla doğruları bulur. Ancak hatalardan ders çıkarılmalı, yanlış yaptığınızı fark ettiğiniz anda, kısa zamanda bu gidişattan dönmek en büyük kazanımınız olacaktır. Her insan yüreğinde taşıdığı hümanizm, vicdan, güzellik ve iyilik kadar insandır. Yürekleriniz güzelliklerle, iyiliklerle, sevgi ve saygıyla dopdolu olsun. Beş yaşındaki bir çocuğu dahi ciddiye alın.

Dünyadaki hiçbir nesneye, canlıya ve bitkiye zarar vermeyin. Fakir insanları hor görmeyin, imkânlarınızdan onlara mutlaka, küçük de olsa pay ayırın, yardımcı olun. Gönlünüz hep bol ve insani güzelliklerden yana olsun.

Her ikiniz de son derece gurur duyulacak güzellikte genç insanlarsınız. Birbirinizi bulduğunuz için mutlu olun. Sizler tabiatın birbirinize bahşettiği en büyük armağanlarsınız. Birbirinizi çok ama çok sevin. Özverili olun ve altını çizmek gerekirse, yeri geldiğinde özür dilemesini bilin. Bir yaşındaki bebekten de gerekirse özür dileyin. İnsani erdemlere sarmaşıklar misali sıkıca sarılın, bu sizin büyüklüğünüz olacaktır. 

Evinizin bir köşesinde, ruhunuza iyimserlik katacak, saksılarda ve vazolarda renk renk çiçekleriniz hiç eksik olmasın. Çiçeklerin kokusu evinizin içine doluşsun. Aldığınız her nefeste güzelim çiçeklerin mis kokularının katkısı olsun. İnsan hayatı zaten içinden çıkılamayacak girift, ama sizin gözleriniz dünyanıza mutluluk saçsın.

Sizler buradayken de sizleri çok az görüyordum. Şimdi ise çok uzaklara, uzunca bir zaman için gidiyorsunuz. Artık sizleri daha çok özleyeceğim. Gökyüzünün maviliğine, bal renkli güneşe aynı anda bakamayacağız. Siz sabah uyandığınızda, biz burada uyumak üzere yatağa gideceğiz. Her koşulda, aklımda ve yüreğimin en güzel köşesinde olacaksınız. Her gün ve her an neler yaptığınızı, nasıl olduğunuzu merak ediyor olacağım. Kalbimin her atışında sizler olacaksınız, o sizin için çarpacak. İki oğlum vardı, şimdi de güzeller güzeli bir kızım var. Sizlerden dolayı olan zenginliğim beni mutlu ediyor.

Biz anne ve babalarınızı mümkün olduğu kadar ihmal etmemeye çalışın. Ebeveynlerinize vakit ayırın. Arkasında durun. Sevgi ve saygınızı eksik etmeyin. Bundan sonrasında bizlerin sadece sizin sevginize ihtiyacımız var. Yaşlılığa doğru hızla yol alırken, sevginiz bizlerin en büyük tesellisi olacak ve bu paha biçilmez duyguyla ayakta kalacağız. İnsanlar ne kadar yoğun olurlarsa olsunlar, istedikleri zaman sevdiklerine her zaman vakit ayırabilirler. Hiçbir insanın günü yirmi beş saatten ibaret değildir. Yoğunluk bahaneleri onları önemsememek anlamındadır. Derler ki; bahane, istemeyenlerin oksijenidir. Kralların dahi günlük 24 saatleri vardır. Onlar da istedikleri zaman sevdiklerine günlerinin bir dilimini ayırırlar.

Sevdiğiniz her şeye rahatsızlık vermeden dokunun. Sevgiyle güzelleştirin, bu duyguyu usulca dokunmakla ifade edin. İnsan sadece sevdiğine dokunur. Ama en çok sevdiğinize dahi bütün alanınızı açmayın. Kendinize ait özel bir alanınız mutlaka olsun. Bu korunaklı alanın bekçileri sizlersiniz, salt size ait olan bu yere kimseleri almamaya çalışın. Kirpiler kış uykusuna yattıkları zaman, birbirlerine çok yaklaştıkları anda dikenleriyle acı verirler. Birbirlerinden milimlik uzaklaşmaları halinde ise üşürler. Hem üşümemek, hem de acı vermemek adına yine milimlik bir mesafeyle bu inanılmaz dengeyi sağlarlar. İnsanlar arasındaki ilişki de aslında kirpilerden farklı olmamalıdır. O mesafe korunmalı. O halde; sevdiklerimizi ne üşütmeliyiz, ne de acıtmalı!”

Son olarak şunu söylemeden edemeyeceğim. “Hayat, ancak kalbiniz yönünden, yani soldan bakarsanız, insani ve güzeldir. O taraf ki, tek gayeleri hayatı zehir olmaktan kurtarmanın çabası içinde, salt güzelliklerden yana olanların yanıdır. Sizleri kendi bakış açıma çekmek istediğimden değil, daha insani bir duruş olduğu içindir söylemim”.

 

Yazılacaklar o kadar çok ki, belki kitaplar dolusu. Bu naçizane yazdıklarımı nasihat olarak görmeyin lütfen. Evlatlarını canından çok seven bir babanın, onlar adına yüreğinden geçenler olarak algılarsanız sevinirim. Baba, sen bunları yaptın mı diye soracak olursanız, buna da verilecek cevabım yok. Belki yapabildiğim kadarıyla yapmışımdır.

Elbette bu oran, benim istediğim çıta yüksekliğinin çok altında kalmıştır. Ben sizden sadece imkânlarınız dahilinde çıtanızı yüksek tutmanızı istedim, her zaman ve her halinizle, sizlerle büyük gurur duyuyor olacağım. Bu da beni mutlu etmeye yetecektir. Hepsinden önemlisi; yokluğunuzda sizleri çok özleyeceğim ve de gerçek şudur ki, her ikinizi de çok ama çok sevdiğimdir. İyi ki, bütün güzelliğinizle varsınız. Anne ve baba olarak hayatımızın en güzel, en değerli varlıklarısınız. Babalar her ne kadar saklı sevseler de ben yine de bütün açıklığıyla söylemek isterim ve bilmenizi isterim ki, ben sizleri çok ama çok seviyorum! Sevgilerimle…              

 

 

 

Amsterdam, 23 Ağustos 2021 

 

 

28 Temmuz 2021 Çarşamba

NEVBAHAR



 NEVBAHAR

Önce; insanların kırpıştıradurduğu gözlerinden, ta içlerine keskince vuran safran rengi bolca, bolca ışık, ışık… ışık bir yerlerden süzüle geldi. Sonrasında, coşkulu nehirler misali dağların, ovaların ve kırların yüzeylerini allı güllü süsleyen bir renk yağmuru çıkageldi. Yeryüzünü mest eden mis kokular sardı. Tatlı bakışlı güneş; terletmedi, bunaltmadı ve yakmadı. Ancak güneşin bu büyülü sıcaklığı canlıların duygularını tutuşturmaya yetti. Onları mayıştırdı, gözlerini kamaştırdı, ağızlardaki pas tadını bir çırpıda giderdi ve kendilerini alabildiğine mutlu hissetmelerini de sağladı.

Gönlü razı gelmedi, vicdan eyledi tabiat. Var olalı hep yufkaydı yüreği. Çatırtılarla çatlayaduran doğa, kır çiçekleri ile bezeli basma entarisinde nesi var nesi yok, bir kez daha sunmadan edemedi. Şaşakaldım. Ne apansız çok… ne çok kuş ve çiçek açtı; filizlenen, pıtrak ağaçlar. Cıvıldadı güzel gagalı, kanat kanat kuşlar. Çiçekler renk renk mis kokulu, alımlı mı alımlı. Saymadım, sayamadım, irili, ufaklı ve rengârenk kuşları ve birbirlerinin ihtişamını kıyasıya gölgede bırakan muhteşem çiçekleri. Aşmıştır sayıları muhakkak milyonları.

Art arda yağdı, kimi zaman sulu sepken, kimi zaman ufaktan ufaktan çiseleyiverdi bereket yağmurları. Nasıl da sarıp sarmaladı, boydan boya gökkuşakları göğün deniz gibi mavileşen maviliğini.

Devasa bir cümbüş var, sazlı-sözlü, çalgılı ve çengili. Çalsın sazlar. Salınsın, raksa dursun ince belli, selvi boylu, çatal göğüslü, çeşm-i siyah-ela-zümrüt-kestane-maviş ve çakır kızlar.

Toprağa cemre ve buğu indi. Çimlere inci taneleri çiğler bir koldan yürüdü. Gümüş yapraklı iğde ağaçları çiçek bulutlarına dönüştüler. Meyveye durdu onlarca türüyle ağaçlar. Rüzgarla salındı sevgiye duran terütaze, mağrur çiğdemler ve nergisler. Aman Tanrım nasıl da burcu burcu koktu yaseminler. Avuç dolduran zakkumlar. Salkım salkım sarktı akasyalar. Kahkahalarından geçilmedi hatmilerin, duvarlara tırmandı sarıp sarmaladı begonviller. Gecikmedi çıka geldi; kirpiler, arılar, yollara koyulan kervan kervan karıncalar, tilkiler, kaplumbağalar, solucanlar, kertenkeleler ve kanatları renk cümbüşü kelebeklere dönüşen boğumlu tırtıllar. Milimlik bir denge ki, güzelliğin dengesi. Ne olur, istirhamım o ki; saklasınlar yaramaz ellerini, uzak dursunlar, tek bir karıncaya dahi zarar vermesin insan görünümlüler.

Göğün erguvani rengi, sihirli bir dokunuşla büyüleyici kızıla döndü. Pek çok ışıltılı yıldızla döşendi gök. Ve şairin yüreğinde kımıl kımıl depreşen duygulara hakim olması elbette beklenemezdi. Kaleminden dökülen dizeler aynen şöyleydi.

          “Derdim başka

          Sanma ki derdim güneşten ötürü;
          Ne çıkar bahar geldiyse?
          Bademler çiçek açtıysa?
          Ucunda ölüm yok ya.
          Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
          Güneşle gelecek ölümden?
          Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
          Her bahar biraz daha âşığım;
          Korkar mıyım?
          Ah, dostum, derdim başka..” Orhan Veli

          Haberiniz var mı? Ne oldu, biliyor musunuz? Duymadınız, görmediniz mi? Müjdeler… müjdeler olsun. Bir anda çiçeklendi insani duygular. Elleri kolları kiraz çiçekli dallarla dolu, sevgili gülüşlü, gül kokulu bir hayat sunumuyla şiirsi bir bahar daha patladı. Evimin içine tıka basa doldu bahar. Bir kez daha soluklandı koca dünya. Hoş geldin, başım gözüm üzerine geldin,  mevsimler kraliçesi Nevbahar!

 

Amsterdam, 5 Nisan 2021

 

19 Haziran 2021 Cumartesi

ŞANZELİZE'NİN ŞUKUFE'Sİ




ŞANZELİZE'NİN ŞUKUFE'Sİ

 

“Birde Fransız yazarı öldü.
Gazetede okudum.
Adını bile duymamışsındır.
Çok ihtiyardı zaten,
üstelikte egoist, sinik,
cenabet herifin biri.
Her şeyle alay etmiş ömrü boyunca.
Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş,
bir köpeklerle kedileri,
ama yalnız kendininkileri.”      N. Hikmet

 

Orta Anadolu’da yer alan, yüz haneli Beycumalı Köyü’nde altmışlı yıllardı. Dini bütünlüğü oldukça büyük hissettiren, kafasında çemberler halinde nur ışıklarının fır döndüğü görülen Hacı Orhan’ın genç kızıydı Fadime. Baba değiştirmek türünden bir lüksü ve isteği de yoktu. Fadime hakkın rahmetine kavuşana kadar da yusyuvarlak bir top bütünlüğünde dini inanışı kale misali sağlammış gibi görünen Hacı Orhan’ın kızı olarak kaldı, hep öyle anıldı ve fani dünyaya gözlerini aynı babanın kızı olarak yumma şerefine nail oldu.

Köylüler arasında yaşı evlilik için artık uygundur diye konuşulmaya başlandığı zaman, Fadime’nin de bir iki talibi oldu. Bunlar ne yazık ki “nice pilotlar, doktorlar ve mühendisler” diyeceğimiz türden değillerdi. Adayların sayısı bir elin parmakları kadar olmasa da yarısından yarım parmak eksikti. Birinci talip zamanında Fadime daha çok küçüktü. İkinci adayın talebinde de Hacı Orhan ayaklarına gelen fırsatı hem kaçırmamak, başlık parası almak ve hem de evde tereyağlı bulgur pilavına sallanan kaşıklardan birini, bir an evvel azaltıp tasarruf etmek istiyordu. O nedenle daha kız isteme faslının yarısındayken, elindeki Osmanlı laleleri ile bezeli kahve fincanını bir tarafa bıraktı. Bir anda ayağa kalktı ve dolu dolu bir ağızla, işaret parmağını sallamalarla sağladığı destekle, iki kelimeden oluşan cümlesini büyük bir şevkle söyledi. Bu güdük cümle, kız isteme ritüellerinde, kız tarafının ailecek oy birliği ile olumlu tavır takınmaları halinde sıklıkla söylenen bir cümleydi. Hacı Orhan'ın gafı sadece zamanlama konusunda biraz aceleci olmasıydı. Söylev zamanını öne almıştı.

“Verdim gitti,” diye yüksek sesle ortalığı çınlattı. Başını hararetle salladığından göbeğinin üzerine doğru düşen kıvırcık, tel tel sakalları titredi. Başının üzerinde dönen nur çemberleri bir anlık iç içe geçtiler. Çakır gözleri iyice belerdi. Ak sakalların çevrelediği çehresinde, Abin Dino’nun dahi çizemeyeceği mutluluk, tomurcuk tomurcuk belirdi. Damat adayı Hüseyin, annesi ve babası da bu acele, ama kendileri açısından olumlu cevaba her ne kadar şaşırmış olsalar da tüm çabalarına rağmen memnuniyetlerini gizleyemediler. Naz evi olarak bilinen kız evinde, böylesi bir emare ile karşılaşmamaları işlerini kolaylaştırdı. Tereyağındaki kıl kolayca çekilip alındı. Tereyağı pis kıldan arındı.

“Biz kendi aramızda bir düşünelim, bir de sevgili kızımız Fadime’ye soralım, fikrini alalım,” o nedenle "bugün gidin-yarın gelin" benzeri bürokratik bir engel çıkmadı. Görünen o ki; Fadime'nin fikri yoktu. Genç sözlüler, yaklaşık iki ay kadar “yatacağız – kalkacağız” diye karşılıklı sayışmalarının ardından, basit bir kutlama ile dünya evine girdiler.

Evliliklerinin üzerinden tam tamına dokuz ay ve inatla bu sürece ilave olmak isteyen birkaç gün geçmişti ki, çok sıcak bir temmuz günü, nur topu demeyelim de esmerce, kömür karası saçları olan bir kızları oldu. Anne ve baba kızlarının adını Şukufe koydular.

Şukufe açmamış çiçek, diğer adı ile tomurcuk anlamına geliyordu. Bir diğer anlamı da çiçek veya çiçek motiflerine dayanan süsleme sanatının da adıydı. Bir de çok az bilinen, nadide isimlerden biriydi. Öyle Ayşe, Fatma, Sultan falan değildi. Biricik ve aynı zamanda ismi ile müsemma kızlarına çok uygundu Şukufe adı.

Şukufe’nin babası Hüseyin yakışıklı bir adamdı. Anne ve babası allem kellem edip onu kaşla göz arasında, albenisi biraz bozkır toprağı ile paralel düzeyde seyreden, yükselti göstermeyen Fadime ile evlendirmiş ve akabinde bir de kızları olmuştu. O sıralarda Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine gitme furyasında piyango Hüseyin’e de çıktı. İş ve İşçi Bulma Kurumu'ndan Hüseyin’e ulaşan mektupta, bir an evvel hazırlığını yapıp Fransa’ya çalışmak üzere yolculuğa çıkması isteniyordu. Bu oldukça güzel bir haberdi ve aynı zamanda Hüseyin’i daha iyi bir geleceğin beklediğinin de muştusuydu.

         Müjdeli haber üzerine Hüseyin kısa sürede pasaportunu ve gerekli evrakları hazırlayıp Fransa’ya çalışmak üzere giden kafileye katıldı. Yeni bir dünyaya açılıyordu. Zaten Beycumalı Köyü’nde de kendisine artık gına gelmişti. İş güç yoktu. Tarla tapan da kıt kanaat yetiyordu. Bir an evvel buralardan sıvışma imkanının doğması imdadına yetişmişti.

          Paris’in bir banliyösünde bir oda ve salondan oluşan bir ev tuttu. Artık o da bir Parisliydi. Asla Beycumalı değildi. Allah yazdıysa da en kısa zamanda bozsundu. Lakin Hüseyin, Paris’e bir gitti, pir gitti. İki yıl boyunca ne karısı Fadime’yi, ne annesi, babası ve Şukufe’sini aradı. Tek bir mektup yollamadığı gibi, tek bir Fransız Frangı da göndermedi. Fadime ve Şukufe aç ve açıkta, perperişandı. Yiyecek bir lokma ekmekleri yoktu. Fadime’nin canına tak etti. Daha fazla dayanacak gücü kalmadı. Hani beş kilometre ileride bir köy de değildi ki, yoldan çevirdiği bir eşeğe binip Paris dedikleri soyka yere ayaklarını sallaya sallaya gitseydi. Bulsaydı erini, yakasına yapışsaydı ve hesap sorsaydı. “Öldün mü kaldın mı?” diye kulağının dibinde bas bas bağırsaydı. Yok. Bu kadarını yapamazdı. Korkardı. Şukufe’yi doğuracağı gün bile dövdüğü gibi yine veryansın edip onu pataklardı. Ağzını burnunu gavur ellerinde kan revan eylerdi. Yapamazdı. Kocasından öcü gibi korkuyordu.

         Kızı Şukufe ile kayın babasının yanındaki iki odalı dama sığınmışlardı. Yemek bulmakta zorlanıyorlar ve kayınları da onlara hiçbir konuda el uzatmıyorlardı. Sabah, öğle ve akşam öğünlerinde dönüşümlü olarak dört kayınının evini gözetleyip onların el etek çektiği sofralarını kaldırmadan, arta kalanlar ile karınlarını doyuruyorlardı. Gerek küçük Şukufe’nin gerekse Fadime’nin elbiseleri eski, yırtık, kirli ve döküktü. Bir iplik çekseniz kırk yama düşecek gibiydi.

         Anne Fadime, aslında zeki bir kadın olduğu halde, geçen zamanın beraberinde getirdiği sıkıntılarla birlikte iyice aptallaştı ve kızına dahi artık annelik yapamaz hale geldi. Şukufe, ortada olmayan babanın ve akıl sağlığı artık iyice normalin altında seyreden anneden sevgi nedir görmedi, tatmadı.

İki yılın ardında Hüseyin yine bir Temmuz gününde, Beycumalı Köyü’ne ilk defa izinli olarak geldi. Geldiğinde de onlarla çok da ilgilenmediği gibi, küçük bir hediye olsun getirmedi, para da vermedi. Bir iki gün köyde zoraki kaldıktan sonra, kalan iznini Ankara ve İstanbul’da geçirdi. Bu da benim kızım Şukufe diye bir kez dönüp bakmadı ve onu kucağına almadı. Şukufe, her ne kadar bu uzun boylu yakışıklı, yabancı adama hayranlıkla baksa da babası ona bir kez sarılmadı, ellerini tutmadı, esmer yanaklarına öpücük kondurmadı, küçük gözlerinin içine bir an durmadı.

İzinli olduğu günlerin bitmesine yakın son bir gün için valizini almak üzere gelen Hüseyin, Fadime’nin zorlaması ile koynuna girdi ve karısı ile beraber oldu. Ertesi günü de gitti ve yeniden sırra kadem oldu.

Fadime kadın doğurgan bir kadındı. Yine hamile kalmasını bilmişti, ama anneliği bir türlü öğrenememişti. Şukufe amcalarının evleri arasında burnundan sümükler aka aka, aç perişan, kir pas içinde büyüyordu. Bu arada yoksulluk içinde geçen dokuz ay ve olmazsa olmaz ilave birkaç günün ardından Şukufe’nin bir erkek kardeşi oldu.

Yıllar, yokluk içinde olsa da su misali akıp gidiyor ve kimseler perişanlık içindeki gidişata dur diyemiyordu. Yaklaşık her iki yılda bir aklına estiği zaman gelip bir uğrak veren Hüseyin, bir iki gün Beycumalı Köyü’nde kalıyor, Fadime’yi hamile bırakıp ardında koyuyor ve Fransa’ya yeniden dönüyordu. İki yılda bir izinlere gidip gele Şukufe’den sonra yarım düzine erkek çocuğu sırası ile dünyaya geldi. Fadime var olan yokluğu daha çok çocukla paylaşır oldu. Zaten annelik yapmaktan bihaberdi. Çocuklarını tamamen başı boş bıraktı. Becerikli bir kız olan Şukufe büyüyor ve annesinin yapamadığı anneliği yapmaya çalışıyordu. Kardeşlerine karşı katı bir disiplin, sertlik ve hiçbir konuda taviz vermeyen tutumu ile hakimiyetini sonuna kadar sürdürüyordu. Öyle ki; çocukların çişlerini yapmaya gitmeden önce Şukufe'den izin almaları gerekiyordu. 

Maddi yokluktan çok anne ve baba sevgisinin zerresinin olmaması, Şukufe dahil yarım düzine erkek çocuğunun boyunlarını büküyor, açlık ve yoksulluk da kamburlarını daha da görünür hale getiriyordu. Babaları Hüseyin, Fransa’da çalışıyor, gününü gün etmenin sınırlarını sonuna kadar zorluyor, tek bir başakta tek tahıl tanesinin kalmamasını istercesine har vurup harman savuruyordu. O artık Parisli dilberlerin kar beyazı çarşaflı yataklarının vazgeçilmez Don Juan’ıydı. Beycumalı Köyü ve oradaki ailesi aklının en minik köşesinden dahi geçmiyordu.

Şukufe edindiği acı hayat tecrübesi ile yokluğun da dayattığı zorluklardan dolayı, oldukça hırslı bir genç kız olma yolundaydı. Tuttuğunu kökünden koparıp hiçbir şeye daha fazla hayat tanımamanın yolunu kendisine şiar edindi. İlkokuldan sonra okuma imkanı olmamasına rağmen, öğrenmeye çok meraklıydı. Kimi zaman kalın kalın dünya klasikleri romanları dahi okuyor, çevresinde öğrenci arkadaşlar ediniyor, onlarla bir araya geliyor ve bir şeyler öğrenmeyi de ihmal etmiyordu.

Zaman geçedururken, Şukufe kara kuru bir kız olarak genç kızlığının solgun baharını da yavaş yavaş ardında bıraktı. Bu sıralarda daha yeni Fransa’ya yerleşmiş olan köylüsü Ayhan’ın ailesi evlenme çağına gelen oğulları için Şukufe’ye talip oldular. Annesi ve amcaları hiç direnmediler. Böylelikle Şukufe bu yoksulluktan sıyrılacak ve yurt dışında, çok daha kolay bir hayata adım atacaktı. Bu onun için bulunmaz, çok büyük bir şanstı.

Mütevazi bir düğünün ardından, Şukufe telli duvaklı, taze gelin olarak gidip Paris’e yerleşti. O, özde çok zekiydi. Tez elden kollarını sıvadı. Fransız lisanını öğrenmek için boyacı küpü yerine, zihnini lisan küpüne batırıp çıkardı. O zorlukları ile bilinen Fransız dilini bir sünger misali emdi. Kısa bir süre sonra Honore de Balzac, Gustav Flaubert, Victor Hugo, Alexandre Dumas, Voltaire, Marcel Proust, Montaigne, La Fonteine, Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre gibi dünyaca ünlü Fransız yazarların, filozofların büyük zahmetlerle edebiyata, felsefeye katkı sağlamak amacı ile kullandıkları melodik aşk dili Fransızcayı hırslı bir çaba ile öğrendi. Edit Piaf, Jacques Brel, Charles Aznavour, Zaz, Mireille Mathieu ve Leonard Cohen gibi ünlü Fransız şarkıcılarla birlikte aynı dilde, karga sesi ile şarkılar mırıldanma şerefine nail oldu. Edindiği hırs, onu için için yiyip bitirse de o durulmak nedir bilmedi. Kocası da kendisine bu konuda yardımcı oldu. Şukufe'nin tekerlerinin önüne gelen taşları kaldırdı. Takoz koymadı.

Babasından zerresini görmediği sevgiyi, haliyle o da başkalarına gösterme yetisini edinemedi. Ama, onun döşediği raylarda yürümesini çok iyi bildi. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevemiyor ve yakınlık duymuyordu. Derken iyi de bir işe kapağı atan Şukufe’nin üç tane de oğlu oldu. İşinin parasal getirisi azımsanmayacak kadar iyiydi. O nedenle bütün kapılar hazretleri için “buyursunlar Şukufe Hanım,” diye sonuna kadar art arda aralandı. Pervasızlığının önündeki, gözleri gibi küçük çıkıntılar halindeki engeller de ortadan kalktı. Sevgi yoksunluğu ile geçen çocukluğu ve genç kızlığının travmaları her geçen gün, birer boş plastik şişe misali su yüzüne vurdu. Her türlü olumsuzluğu, varlığını sürdüren gırla egosu ve sahte özgüveni ile ardında bıraktı. Ar perdesini milyonlarca parçacık halinde yırtıp karanlık görünmezliğe fırlattı. Hırçınlığı, kendisi ve başkaları ile barışık olamama durumu, insanlar arasında büyük hoşnutsuzlukların oluşmasına neden oluyor ve insanlar; her an patlama noktasında sevimsizliği ayyuka çıkan Şukufe’ye kocasının hatırı için katlanmak zorunda kalıyorlardı.

Öyle bir zaman geldi ki, sırtında bir kambur olarak gördüğü eşi Ayhan’dan da sıyrılıp yollarını ayırması gerekiyordu. Zamanı çoktan gelmişti. Ayhan olacak adamla aynı kulvarda yer almıyorlardı. Artık ayrı dünyaların insanlarıydılar. O artık sınıf atlamış, paralı bir kadındı. Bundan sonrasında tamamen özgür bir kadın olan, sevgi biriktirmek gibi bir lüksü edinemeyen Şukufe'nin cüzdanı kredi kartları ve Fransız Frankları ile dolu doluydu. İş sonrası soluğu Paris’in kalbi Şanzelize’de en lüks kafelerde alıyor, en iyi Fransız şaraplarını yudumluyor ve modanın merkezi Paris’te şık giyimi ile yokluk yıllarında oluşan dipsiz kuyuyu tez elden abartılı doldurmaya çalışıyordu. Haftada birkaç kez kucak dolduracak büyüklükte çiçek buketlerini bizzat kendisi, zat-i alilerine almadan etmiyordu. Kuyu dipsizdi, dolmak nedir bilmiyordu. Fransız arabalarına göz ucuyla dahi dönüp bakmıyor, onlar banaldi. Mercedes arabada karar kılamadığının ertesi günü sıkılıp, BMW arabasına biniyordu.

Gel zaman git zaman Şanzelize Caddesi’nin küçük gözlü, esmer yüzlü müdavimi oldu. Sanat galerilerine gidiyor ve rengini beğendiği her tabloyu oturma odasındaki halıya uyduğu için fiyatına bakmadan sardırıp evine gönderiyordu. Tanıdıkları onu “Şanzelize'nin Şukufe'si” olarak adlandırıyorlardı.

Ayrıcalıklı adı, her ne kadar tomurcuk anlamına gelse de, Şukufe sıkıca kapalı minnacık bir tomurcuk olarak kalmak istemedi. Tomurcukluğa isyan etti. Kabak çiçeği gibi boy boy açıldı, saçıldı. Dur durak bilmedi. Kabak çiçeği dolmasının vereceği lezzeti veremeyeceğinden ve hatta onun açılıp saçılan çiçeğinden iğrenç bir tat ortaya çıkacağından, dolması da yapılmadı. Ama unutulmamalıdır ki, Şukufe adının anlamı aynı zamanda sanatsal bir içeriğe de sahipti. Fransızca mırıldandığı şarkılarla ve evine doldurduğu renk cümbüşü tablolarla, sanat dünyasında da yerini kaptı ve adına müsemma olmayı da başarılarına kattı. Teşekkür ederim yerine, her defasında “mersi” der oldu.

Çocukluk ve genç kızlık yıllarındaki yoksulluğu, amcalarının eşleri ve çocukları ile oturdukları sofradan kalkmalarının hemen ardından arta kalan artıklara hücum ettikleri günlerin üzerine boylu boyunca kalın, gece karası bir çarşaf serdi. Unuttu. Aklının ucundan dahi geçirmedi. Bu evre hiç yaşanmamıştı. O, Şanzelize Caddesi'nin Şukufe'si olarak küçük gözlerini dünyaya açmış, bu ihtişamla sürdürdüğü hayata mümkün olduğu kadar uzun süre daha tutunacak ve yaşama öyle veda edecekti. Var olan dipsiz kuyu doldurulmasa, gözleri açık giderdi. Hayat, kendi elceğizleri ile ona Paris modasına uygun düşen böylesi bir kaftanı biçti.

Sevgisiz kalmasının ceremesini en yakınlarına çektirmeyi büyük bir zevkle başardı. Acıma duygusu, minnettarlık, hoşgörü, empati ve diğer insani erdem ve değerlerle arasına deniz aşırı mesafeler koyarak, elinden geleni ardına koymamak için görülür görülmez büyüklükteki sığırcık yavrusunun gözleri görünümünde,  nokta büyüklüğündeki görme duyularını kırpmadı. İnadında diretti. Hıncını insanlardan acımasızca aldı. 

Şanzelizeli Şukufe olarak dünya şehri Paris’te dört bit yanda nam saldı. Şanzelize Cadde’sinde Şukufe’nin ritmik topuk sesleri her daim duyulur oldu. O, artık şehri Paris’in alacalı bulacalı müstesna bir rengiydi ve bu şehirde mutluydu. En büyük Şukufe idi, başka büyük yoktu. Paris, Paris olalı böylesi bir kişiliğe ev sahipliği yapmamıştı. Paris, topuk sesleri Şanzelize Caddesi'nde eksik olmayan Şukufe ile gurur duyuyordu. Hayat adlı öykü çok garipti.

 

 

Amsterdam, 20 Haziran 2021

 

11 Mayıs 2021 Salı

UÇAN KAZLAR VE MUHİTTİN



UÇAN KAZLAR VE MUHİTTİN

 

Her evin önünde bir kaz sürüsünün olması, Kesikköprü Köyünde kimilerine göre yeni bir moda akımı, kimilerine göre de olmazsa olmazlığın kıyasıya yarışıydı. Köyün kırmızı çamurla sıvalı evlerinin aralarında ve Kesikköprü’ye Nil Nehri kadar önem kazandıran, hemen alt kısımda boylu boyunca kıvrımlarla uzanan suyun kenarında, kümeler halinde gezinen kazlar, birer istila ordusunu andırıyorlardı. Her evin kaz ordusu, başka evlerin kazlarına karışmadan, ama kimi zaman da gruplar halinde birbirlerine gözdağı vermeden edemiyorlardı.

Kazlar karşı tarafa tam bir teyakkuz durumuna geçmezse de verdikleri gözdağı, “bana bak, ayağını denk al, sakın başını sağa sola sallamayasın,” niteliğindeydi. “Hele de yavru kazlarımıza bir zarar verirseniz, Alimallah hepinizi bir kaşık suya dahi gereksinim duymadan, boğarız.” Bu uluorta tehditler bir yerde küçüğünden, büyüğüne kadar insanın da dahil olduğu bütün canlılara karşıydı.

Meydan okumalarını, kazlara özgü, tipik boyunlarını mümkün olduğu kadar sündürmelerle ileri doğru uzatmaları ve her an “bana bakın gözünüzün yaşına bakmam, ısırırım,” edasında, hafifçe açtıkları gagalarından çıkardıkları “tıs tıs” sesleri eşliğinde yapıyorlardı. Saldıkları korku azımsanacak türden değildi. Görünüm itibari ile tehdit anında, oldukça ürküntü veren bir halleri vardı.

Kesikköprü’de herkesin kazları olduğu halde, köy muhtarı Ali Tosun’un karısı Edul’un ellerini beline koyup komşularını hasetten çatlatacak tek bir kazı yoktu. Bu binbir çalımlı haller sürekli komşularından geliyordu. İki büklüm eğilip evinin balkonunu süpürürken, her defasında komşularından gördüğü bu nahoş muamelelerin ardından, elindeki süpürgeyi bir tarafa atıyor, işini yarım bırakıp anında eve kapanıyordu. Artık kendisine gelenler geliyor ve onun da kapısının önünde bir kaz sürüsünün olmasını ısrarla istiyordu. En kısa zamanda, kendi kapısının önünde komşularına gözdağı veren, tıs tıslayan bir sürünün varlığını hissettirmesi lazımdı. Görenler bu kazların hepsi Edul’un demeliydi. Bunun başka yolu yoktu!

Bu çok yerinde isteğini, kocası Ali Tosun’un kulağına eğilip çıtlatmak maksadı ile onun iyi bir gününü kolladı. Muhtar Ali Tosun’un köyde ve çevresinde hatırı sayılır saygın bir kişiliği vardı. O nedenle evinde misafir hiç eksik olmazdı. Muhtarlık görevinden dolayı bir yerde devleti temsil ettiğinden, asayişin çetrefilli berkemalliğini sağlayan jandarmadan, kaymakam ve milletvekillerine kadar bütün yetkililer onun evine misafir oluyorlardı. Bunu bilen Edul, pek taraftar olmayacağını tahmin ettiği ve “Elo” diye seslendiği kocasına, bunu da göz önünde bulundurmasını söyleyip, isteğini kabul ettirecekti.

Mevsim yazdı ve dışarıda sarı bir sıcak hakimdi. Muhtar Ali Tosun evinin bahçesinde mis gibi kokan bir iğde ağacının gölgesinde dinlenmeye çekilmişti. Edul yaptığı orta şekerli köpüklü kahvesinin yanına bir bardak su ve bir tane de güllü lokum koydu. Acele ile kocasının yanına geldi. Kahvesini ikram etti. Sonrasında, an bu an deyip titrek bir sesle söze girdi.

“Elo, diyorum ki, bize de birkaç tane kaz alsak. Gelen bütün misafirlere tavuk ve horozları kese kese bitirdik. Hem kaz daha verimli ve eti de daha çok ve bereketli. Bir tavuk veya horoz kestiğimizde, ne misafirlere ne de bize yetiyor. Allah vere senin misafirlerinin de sonu gelmiyor. Hani tavuk ve horozların bir lokmacık canları var. Oysa kaz öyle mi? Bütün aile yese doyar ve artar bile. Birkaç tane kaz alırsak, onlar da yumurtlar ve kuluçkaya yatarlar. Derken bizim de sürüyle kazımız olur. Bak koca köyde herkesin evinin önünde sürüler halinde kazları var. Hem kazlarımız olursa, her defasında, gelen misafirlere kesmek için bir tavuk veya horozu telef etmek zorunda kalmayız. Ne diyorsun? Tavuklar aynı zamanda yumurta için de lazımlar. Kaz öyle değil. Ne diyorsun, alalım mı?”

Ali Tosun derinlere daldığı düşüncelerinden, hiç beklemediği bu sözler ve zorlu sorular üzerine, bir anda sıyrılmasını bildi. “Bu kaz meselesi de nereden çıkmış ve gündeme bomba gibi oturmuştu? Bu söyledikleri karısının nereden aklına geliyordu. Bunun üzerinde önce bir müddet düşündü. Oluru var mıydı, aynı zaman da yeri ve zamanı mıydı? Önce bu çok önemli konu hakkında iyimser düşünmedi. Ancak sonrasında Edul’un söyledikleri aklına yattı ve yabana atmadı.

Evet, kazlar diğer kümes hayvanlarından çok farklıydılar. Onlar için nerede akşam orada sabahtı. Sürekli köyün dört bir yanında seyri sefer halindeydiler. Yavrularını canları pahasına koruma içgüdüleri de takdire şayandı. Onun için yavrularına talip olan her salyası akana, kolay kolay pabuç bırakmayan yaman yaratıklardı. Bir de istedikleri yerde karınlarını doyuruyor, çayır çimen doğada, su ise gölden, derken senden yem beklentisi dahi olmuyordu. Sonrasında da başlarında beklemene, koruyup kollamana da ihtiyaçları yoktu. Köyü günde on kez gezip kolaçan ediyorlar ve ardından da tam takım, sağ salim eve dönüyorlardı. Yapmanız gereken tek şey evde oldukları zaman büyükçe bir kapta onlar için dışarıda su bulundurmaktı. Tek lüksleri buydu.

Edul uzun pazarlıklar sonunda kocası Muhtar Ali Tosun’a istediğini beklediğinden daha kolay kabul ettirdi. Bunun üzerine köyde satılık kaz aramaya başladı. Bir haftanın ardından on tane kaza sahip oldu. Şimdilik bu kadarı yeterliydi. İleride kestikçe azalan kazların yerini, kuluçka döneminin ardından yumurtalarını çatlatıp dünyaya gözlerini acemice açacak olan yavrularla doldururdu. Önemli olan bu başlangıcı yapmaktı. Artık, bundan sonrasında o da etrafa korku salan kazları ile komşu kadınlara havasını atabilirdi. Ancak kazların bir arada birbirlerine ve eve alışmaları için bir hafta kapalı bir alanda kalmaları gerekiyordu.

Aslında yabani mi, yoksa evcil mi oldukları hakkında insanların zihinlerinde çok da netlik kazanmayan bu hayvanlar, bu özellikleri ile de farklılık gösteriyorlardı. Ama bir haftanın ardından en azından evin avlusundan gitmelerine destur vermeniz halinde, er ya da geç eve dönerlerdi. Öyle dışarı gezmeye giden evin kızı gibi, havanın kararması ile anne ve babanın ikide bir saatlerine bakıp “Nerede kaldın?” diye paralamalarına gerek yoktu. Ne zaman geleceklerine özgür kazlar karar verirlerdi. Bir tavuk veya horoz kendisini evin avlusunun dışında kurtaramaz ama, kazlar öyle değildi. Kafalarını attırmaya görün, gerekirse her biri zırhlı birer tanka dönüşür, düşman görünümlünün hakkından gelirdi.

Bir haftanın ardında kazlar yeni evlerine ve sürü olarak birbirlerine iyice alıştılar. Kazlar için çoban gerekmediği halde, daha on yaşlarındaki oğlu Muhittin, Kesikköprü Köy Muhtarlığının resmi ataması ve resmi gazetede atamanın yayınlanmasının ardından, bu göreve yarı zamanlı çoban olarak getirildi.

Kaz çobanlığında deneyimi olmayan Muhittin’in ilk mesai günüydü. Avlunun büyük demir kapısını gıcırtılar dahilinde zorlanarak açan yeni kaz çobanı sürüsünü dışarı saldı. Dışarı çıkmaları ile aynı anda kalkmak üzere olan bir savaş uçağı gibi kazlar hep birlikte önce bulundukları pistte hızla koştular ve ardından teker teker elli metreyi geçmeyen kısa bir uçuşla Muhittin’i artlarında bıraktılar. Tecrübesiz kaz çobanı Muhittin olup biteni şaşkınlıkla seyretti. Artlarında koşsa da sürüye aynı anda yetişemedi. Birkaç tane daha kısa uçuşun ardından kazlar soluğu etraflarına tehdit savurmaları ve tıs tıs sesleri ile Kızılırmak’ın kenarında aldılar.

Kesikköprü Barajından ırmağın suyu o gün çekilmişti. Nehir yatağında sadece çok da derin olmayan göletler vardı. Başka da su yoktu. Fakat suyun baraj tarafından ne zaman salıverileceği bilinmediğinden, karşıya geçen kazlarla birlikte, çocuk çobanın da geçmesi biraz riskliydi. Görünen o ki, Kaz Çobanı Muhittin çok önemli bir iş icra ettiğinin farkındalığı ile gözü karalığını tereddüt etmeden takındı ve o da sürüsü ile birlikte, çok iyi bildiği Kızılırmak yatağını ceylanlar gibi sekmelerle karşıya geçti. Geniş nehir yatağının karşı tarafında hiç ev bulunmuyordu. O yakada bulunan köyler de en az beş-altı kilometre gibi bir uzaklıktaydı.

Kızılırmak’ın Kesikköprü tarafında, çocuklar suların çekilmesi ile kıyıda, yerde çırpınan tek tük balık yavruları ile oynuyorlardı. Bazı zamanlar büyük sazan balıklarının da yerde su dışında, toprak üzerinde kaldıkları oluyordu. Bu balıkları köylüler sepetlerine doldurup evlerine götürüyorlardı. Bu arada nehir yatağının içlerine daha fazla gitmemek için temkinli davranıyorlar ve aniden bırakılacak suyu kollamayı da tedbir amaçlı göz ardı etmiyorlardı.

Kenarda oynayan çocuklar Muhittin’i ve kazlarını karşı kıyıda bir başlarına görünce tehlikenin farkına vardılar. Çocuklardan biri koştura koştura Edul ve köy muhtarı kocası Ali Tosun’na haber verdi. Edul ve kocası telaş içinde Kızılırmak’ın kenarına geldiler.

Onlarla birlikte pek çok köylü bağırış ve çağırışlarla ırmak kenarında toplandı. Kalabalık, zaman geçtikçe büyüdü. Biriken kalabalık küçük çocuğun bir çözüm bulunana kadar orada kalması taraftarıydı. Edul ve Ali Tosun oğulları için oldukça endişelendiler. Ya bu tarafa geçerken barajdan o an su yeniden bırakılsaydı, o zaman oğulları suya kapılacaktı. Yok... Yok! Orada kalması daha iyiydi. Bu tehlikeyi göze alamazlardı. Yanlarında bulunan köylüleri ve akrabaları da aynı kaygılarla Muhittin’in nehri geçip gelmesinin tehlikeli olduğu bilinciyle, “Çabuk bu tarafa geç,” mesajını iletmediler.

Şairin dediği gibi, “karşı taraf memleket de değildi. O tarafta yer alan köyler uzaklardaydı. Oysa aynı şiirdeki dizelerinde karşı taraf memleketti. Memleket olsa belki anne Edul da bağırırdı.

“Karşı yaka memleket, sesleniyorum Kesikköprü’den. İşitiyor musun? Muhittiiinnn…. Muhittin…” Durum başka türlü seyredince Muhittin’in annesi Edul da oğluna telaşla Kürtçe bağırdı. Ne diyeceğini şaşırdı.

“Le la law law… Mühittin… Ger tû di avê de dûçi ez ê werim û te bikujim! – Lo lo… Muhittin eğer suda boğulursan, gelir seni gebertirim!” diye annelik içgüdülerinin ağır basması ile bağırdı. Oğluna bir şey olacak diye olduğu yerde çırpındı, ne yapacağını şaşırdı. Annelik zordu. Suyun aniden salıverilmesi ile oğlunun karşıdan dönmesi ile suya kapılabilirdi. Bunu yapmaması gerekiyordu. Çok tehlikeliydi.

Çok geçmeden gerek ırmağın köy tarafında, gerekse kazlar ve küçük çobanın bulunduğu tarafta, çareler aranmaya devam edildi. Muhittin birkaç yüz metre ileride yapımı devam eden ama henüz bitmemiş, karşıya geçiş için inşa edilen köprüye geldi. Köprü daha tamamlanmadığından, karşıdan karşıya geçiş için tehlikeliydi. Daha önce, arkadaşları ile inşa halindeki köprüde oynadığından,  riskli de olsa geçiş yerlerini biliyordu. Kalabalık köprüye gitmemesi yönünde bağıra bağıra telkinde bulundular. Onu tutan yanında yöresinde kimseler yoktu. Ama, diğer taraftan da bir süre sonra karanlık bastıracaktı.

Büyük bir cesaret ve atiklikle köprüden karşıya zamanında geçen Muhittin “memleket Kesikköprü’de,” kıyıda bekleyen meraklı kalabalık tarafından alkışlarla karşılandı.

Edul’un kaz sürüsü karşı kıyıda istiflerini bozmadan çimlerde tıs tıs sesleri çıkarmalarla akşam yemeklerini yemeye devam ettiler. Edul oğluna kızmaya devam ettiği halde, küçük kahraman çobanın babası Muhtar Ali Tosun onun gösterdiği cesaretten dolayı kendisi ile gurur duydu. Muhittin’in sırtına bütün sevecenliği ile sıvazladı.

Edul kazlarından artık umudunu kesmişti. Komşularına benim de kazlarım var demesi kursağında kalmıştı. Ancak iki gün sonra uyandığında bütün kazlarını avlunun içinde görünce sevinç çığlıkları attı. Balkonunu süpürürken, süpürgesini elinde indirmeden dineldi. İki elini beline sağlı sollu koydu ve Kesikköprü'nün içlerine ve Kızılırmak'ın kıyılarına doğru derin bakışlarla baktı. Artık onunda komşularını hasedinden çatlatacağı bir kaz sürüsü vardı.

Akşam yemeği için yakaladığı kazlardan birini kesip, oğlunun kazasız belasız karşıya geçmesinin şerefine ev halkına ziyafet verdi. Edul ve birbiri ile akraba olmayan devşirme kazları bir eksilme ile mutluydular. Kesikköprü Muhtarlığı kaz çobanlığından Muhittin’e görevinde başarısız olması ve kazları karşı yakada bırakıp kaçtığından dolayı, iltimas geçmeden el çektirdi.

Bozkırda yaz mevsimi bütün sıcaklığı ile devam ediyordu. Muhtar Ali Tosun, orta şekerli köpüklü kahvesini iğde ağacının kurşuni renklerle bezeli dallarının altında, gölgede beklemeye koyuldu. Yanında bir bardak su ve bir güllü lokum da fena olmazdı. Edul her an kahve sunumuna geçebilirdi.

 

Amsterdam, 11 Mayıs 2021

 

 

10 Mart 2021 Çarşamba

KARDELEN ÇİÇEKLERİ, KİTAPLAR VE BAHAR



KARDELEN ÇİÇEKLERİ, KİTAPLAR VE BAHAR


Olanca güzelliği ile insan aklını dumanlayan çiçekler diyarı ülkenin, şipşirin çiçek şehri Amsterdam’a gökkuşağı renkleri ile bahar nazlanmalarla yeniden geliyor. Bütün dünyada olduğu üzere, burada da art arda cemreler düşüyor. Doğa hamile. Toprağa saçılan tohumlar bir anda yeşeriyor, filizleniyor. Geride kalan her dakikada yeni yeni çiçekler dünyaya "merhaba" deyip, kendisine has alımlı renkleri ile boy gösteriyorlar. Toprakla cilveleşiyorlar. Sesleri çıktığı kadar bağırıp "En güzel benim," deme iddiasındalar. Nergis her zamanki mağrurluğu ile "Hayır... Hayır... En güzel benim," diye diretiyor. Çirkin çiçek yok. Bir tanesi dahi çirkin görünümlü olsa, zaten adı çiçek olmazdı. Sarı kanatlı bir kelebek nergisi onaylamak istermiş gibi, gelip onun narin sarı çiçeklerine konuyor. Arılar pür telaş vızıltılarla uçuşuyorlar.

Bahar geliyor. İnsanlar bir yılı aşkın süregelen ve artık psikolojilerini bozmaya başlayan salgının ardından, buruklukla da olsa umutlarını tazeliyorlar. Açan onca çiçeğin arasında kardelenler öbekler halinde kar beyazı çiçekleri ile toprağa bakar gibiler. Adeta mütevazilikleri ve kırılganlıkları ile çok geçmeden dikkatleri cezbediyorlar. Gelincikler gibi nazlı, güzel ve hassas çiçekler.  Kardelenler adeta canlıları yeniden hayata bağlanması gerektiği duygusunu uyandıran muştu çiçekleri. Kardelen çiçekleri ile doğuyor gün ve fısıldıyorlar kulağımıza: "Bakın... Bakın bahar geldi."

Bir rivayete göre; “kardelen çiçeği,” uzağında, hem de çok uzağında olan güneşi hiç görmediği halde, etrafında yer alan diğer bitkilerin övgülü anlatımlarından oldukça etkilenir. Çimen yeşili gözlerinde hayal ettiği bal renkli olduğunu söyledikleri güneşe, onun saçtığı inanılmaz aydınlığa, büyüleyici huzmelerine deliler gibi yanıp tutuşur ve platonik bir aşkla bağlanır. Ak çarşafları andıran soğuk karların altından, beyaz küpelere benzeyen çiçekli başını çıkarıp güneşi görebilmek için bütün gün çırpınır. Fakat onca efor harcamasına rağmen, aşkından yanıp tutuştuğu güneşi görmeyi başaramaz. Sabahlara kadar gözlerine uyku girmez ve uyuyamaz. En son çareyi Tanrı’nın huzuruna çıkmakta bulur ve ondan medet umar. Tanrıya, bu onulmaz derdine çare bulması için yalvarır. Çok geçmeden Tanrının o bilinen gür sesi yeri göğü yankılanmalarla inletir. Sesi gür çıksa da Tanrı şefkat doludur, iyi günündedir.

“Sevgili kardelen, dosyana biraz göz gezdirdim. Kabarık bir dosya değil. Edindiğim bilgiye göre sen çok narin, özverili ve koşullar ne olursa olsun, inatla yaşama tutunmasını bilen bir çiçeksin. Gösterdiğin büyük azmin ile seni taktir ediyorum. Yüreğinde barındırdığın aşka da saygı duyuyorum. Ama bilinen bir gerçek de var ki, eğer güneşi görecek olursan, kanımca hemen ölürsün. Buna dayanamazsın. Benden söylemesi. Bu durumda en fazla iki seçeneğin var. Ya güneş, ya da canın. Diyeceğim o ki; tercih senin. Sana iki gün süre veriyorum. Git ve bu iki gün boyunca iyice düşün. İki günün sonunda da gel ve bana kararını bildir. Ben de ona göre hareket edeyim. Keşke daha fazlasını yapabilsem. Tanrı da olsam elimden gelen maalesef bu. Sana daha fazla yardımcı olmayı çok isterdim. Dünya güzeli nadir bir çiçeksin.”

Kardelen iki gün boyunca sürekli aşkını düşünür. Seçenekler oldukça zorludur. Karar vermek hiç de kolay değildir. Ama güneşi görmemek, onun için zaten ölümden farksızdır. Gözlerine bir damla uyku girmez. Yanı başında taze gelin gibi salınan kırmızı bir lale uykusu gelmiyorsa bir çitten atlayan koyunları saymasını önerse de milyonuncu koyunda dahi uykusu gelmez. Geçen iki gün içinde sararıp solmak üzeredir. Kötüye giden sağlığını da göz önüne bulundurur ve kalbinin dinmeyen sesine de kulak verir. Vakit kaybetmeksizin, tereddüt etmeden, yeniden Tanrı’nın katına çıkar ve kararını bildirir. Tanrı da kardelenin kararına saygı gösterir.

Kardelen, artık karlar arasından sıyrılıp sevdiğini görebilecektir. Onun aydınlığını görmek, kar altında üşüyen bedenini biraz olsun ısıtmak ve böylelikle sevdiğini bedeninde hissetmek istiyordu. Ona uzaktan da olsa kadın küpesine benzetilen çiçeklerinin, kar beyazı çiçeklerinin yapraklarını üst üste açıp kapamalarla, ömrü yettiğince aşkına işmar etmek istiyordu. Bütün gücünü toplar, çırpınmalarla karı delmeyi başarır ve nihayet güneşi görür. Ancak ömrünün bu denli kısa süreceğini sanmıyordu. Güneş ile karşı karşıya gelir gelmez, kar beyazı çiçekleri oracıkta karların üzerine düştü. Hayata çiçeklerini kapattı. Güneş bu aşktan bihaber ışık ve ısı yaymaya devam etti.

Çoğu öykünün bir tür yol göstericiliği vardır. Her hâlükârda dünya insanlığının bu öyküden de çıkaracağı kıssadan hisseler bellidir. Olur ya güzel ve şansınızın yaver gittiği bir gününüzdesinizdir, gönlünüzde barındırdığınız hayatınızın insanı, ruh ikizinizle tesadüf eseri bir yerlerde yollarınız kesişir, ona rastlarsanız. Olmadı, üstüne birde gönlünüzü kaptırırsanız, bu kalbinizin daha çok çarpmasını beraberinde getiren sevdanın şartları ne denli çetin olursa olsun, bir kardelen gibi cesur olmanız ve sevginizin arkasında dimdik durmanızı gerektirir. Size yakışan elbette budur. Kalbinizin bütün hücrelerine yayılan, sizlere toz pembe hayaller kurduran aşkınıza böylelikle gereken emeği de vermiş olursunuz. Çünkü sevgi emek ile yol alır!

Aynı zamanda kardelenler kış aylarında çiçek açtıklarından, tıpkı hediye edilen ve aydınlık saçan kitaplar gibi, tutar bir sevdiğinize bu çiçeklerden hediye ederseniz, o kişinin sizin için özel olduğunu da vurgulamış olursunuz. Kardelenler dondurucu karların altında sabırla gün yüzüne çıkmayı beklediklerinden, sabrın ve özverinin de simgesidirler. Kadın küpelerine benzeyen çiçekleri ile yine hediye edilene, yere doğru eğik boyunları ile adeta; “Senden gelene razıyım.” der gibiler. Bu çiçekler o denli anlamlı ve güzeldirler!

Kardelenler gibi dünyamızın ve insanlığın ufkunun daha çok aydınlık olmasını arzu ediyorsak, her iyi kitabın birer güneş olduğu farz edersek ve yazılı eserlere olan sevgimizin daha çok olunması halinde, edinilen aydınlanma ile de insanlık kör karanlıkları ardında bırakacaktır. İnsanlar, söz konusu güzelim kardelenlerin tersine güneşi-aydınlığı gördükleri zaman ölmezler.

Yaşar Kemal, “Güneşi kadınlar doğurur,” diyen, Mezopotamya'nın kadim halklarından olan Ezidilerin dualar etmek maksadı ile güneşe yönelmesini ne de güzel betimler.

“Ezidiler, günde üç kez güneşe döner, dua ederler. Her isteyen, çoluk çocuk, genç yaşlı olsun, şeyh olsun, emir olsun, herkes güneşin karşısına geçer, içinden ne geçiyorsa güneşe söyler. Belki de insan soyunun şimdiye kadar söylediği en güzel dualar onlardır. Belki de en güzel türküler, en güzel şiirler bu dualardan çıkmıştır. Belki de Mezopotamya’nın bütün destanlarının temelinde bu dualar vardır.”

İnsanlar, güneşe ve aydınlığa doğru yönlerini ne kadar çok sapsarı bir ayçiçeği misali usulca dönerlerse; bedensel, ruhsal ve zihinsel olarak da o denli daha sağlıklı olacaklar. İnsan denilen canlıya daha çok yakışır şekilde düşünecek hale gelecekler ve böyle hareket edeceklerdir. Böylelikle kör eden karanlığın köküne de kibrit suyu dökmüş olacaklar. Aydınlık insanlığa iyi gelecektir.

 

Amsterdam, 1 Mart 2021

 

  

 

   

23 Şubat 2021 Salı

KİM DAMAT?




KİM DAMAT?

 

Anlık da olsa, es vermeksizin, biteviye geçeduran yılların, devlet memurları Arif Bey ve eşi Şule Hanımın omuzlarına birer kum torbaları misali bindirdiği yorgunluğu, üzerlerinden bir taraflara atmalarının zamanı gelmişti. 

Arif Bey ve Şule Hanım yeni bir tatil için yollara düştüler. Ama Başkent Ankara’da hayat durmadı. Çıkagelen renk cümbüşü baharla ağaç dallarındaki körpe tomurcuklar yaprağa, çiçeğe duruyor, sonrasında meyveye gebe kalıyor, mevsim yaz sıcaklarına dönüşüyor, park ve bahçelerde arılar, kelebekler ve gökyüzünde irili ufaklı pek çok kuş Urlalı Hatice'nin gözlerinin maviliğindeki semalarda her zamanki gibi özgürce uçuşuyorlardı. Susamlı çıtır simitlerle midelerdeki açlık isyanları geçici olarak bir kez daha bastırılıyor, küçük yaştaki çocuklar tarafından ayakkabılar önce boyanıyor, sonrasında cilalanıyor, günün yevmiyesi için Yozgatlı hamal Recep sırtladığı kurşun ağırlığındaki yükün altında inim inim inliyor, Tokatlı Durmuş Usta eğrilse de çalıştığı inşaatta çekiçle çiviye hızla vurmaya devam ediyor, Urfalı Beko çöp bidonlarından kağıt-plastik-metal ne bulursa topluyor, Mardinli Şemo midye dolmalarını ikram ediyor, Sülo "eeskiiiciii..." diye mahalle mahalle avazı çıktığı kadar bağırıyor, altı yaşındaki İpek babası ile gittiği Gençlik Parkında kendisine uzatılan pamuk şekerine sevinçle uzanıyor ve başkentte hayat var olan doğallığı ile devam ediyor. Ankara, beton yığını binaların tıka basa serpiştirilmiş tepeleri ile sevgilisi mavi göğü uzanıp uzanıp öpüyor, tepeden tırnağa yeşile donanan bahar bin bir tür cilvesi ile gülü gülüveriyor.

Çifte kumrular, her yıl başka bir ülkeye seyahat etmeyi gelenek haline getirmiş olmalarına rağmen, bir ayrıcalık yapıp bu yıl Türkiye’de kalmayı yeğlediler. Elbette kendi ülkelerinde de pek çok yerde bulunmuşlardı. Hatta bazılarına birkaç kez gitmişlikleri de vardı. Ancak doğdukları topraklarda da henüz keşfetmedikleri bakir yerler yok değildi. Büyük bir istek ve merakla sıra şimdi bu yerlerdeydi. 

Arabaları ile uzun yolculuklarına çıkacakları ve vardıkları şehirlerde en az üç, bilemediniz dört-beş gün konaklayacakları yol güzergahını karı-koca birlikte oturup en ince detayına kadar planladılar. Altmışlı yaşlardaki ömürlerinin bu evresinde bir başlarına kalmışlardı. Emeklilikleri geldiği halde her ikisi de birkaç yıllığına da olsa çalışmaya devamla uzatmaları oynuyorlardı. Kızı ve oğlu da evlenip evden ayrıldıklarından, uzunca bir zamandır çıktıkları tatillerde yalnızdılar. Çocukları gençlik dönemlerinde de artık tatillerde onlarla birlikte olmuyorlardı. Evliliklerinin ardından da tatile giden yolları, tamamıyla ayrıldı.

Uzun bir hat halindeki sıralı güzergahlarında Adana, Gaziantep, ve son olarak da Mardin şehirlerini ve çevrelerini bir bir gezmek istiyorlardı. Arif Bey hazırladıkları valizleri ve diğer gereksinimlerini arabaya taşıdı. Komşuları ile vedalaşıp artlarından dökülen suların ardından yola koyuldular. Yeni bir sergüzeşt onları beliyordu. Durup dinlenmeden en az üç yüz kilometreyi artlarında bırakmak niyetindeydiler. Hızla dönen tekerlekler arabayı aynı ivme ile ileriye doğru taşıyor, yol boyunca sıralı trafik levhaları ve irili ufaklı meşe ağaçları, onların gittikleri yönün tam tersine telaşlı bir koşturma içinde artlarında kalıyorlardı.

Gidecekleri son nokta olan Mardin, Hasankeyf, Nusaybin, Kızıltepe ve çevresini şimdiden çok merak ediyorlardı. Bu yöreyi gezip gören ve övgü ile anlatan dostları buralara mutlaka gitmelerini salık verdiler. Yol boyunca; her defasında ulaştıkları şehirlerin türkülerini arabada birlikte yüksek sesle bir ağızdan söylediler. Her şey planladıkları gibi yürüdü, konakladıkları her yerde iyi insanlarla tanışıp bir araya geldiler. Onlardan öğrendiler, tecrübelerini ve bildiklerini de aynı zamanda aktardılar. Üzerlerinde dost bakışların sıcaklığını hissettiler, büyük gülümsemelere şahitlik edip bundan mutluluk edindiler.

Üçer gün Adana, Osmaniye, Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır ve Urfa’da kaldılar. Her şehirde de görülmeye değer bütün yerleri bir bir gezdiler. Lezzetleri adeta yarışan yemeklerinden doyasıya tattılar. İnsanların arasına karıştılar. Yorgunluklarını ve kafalarındaki yoğunluğu bir tarafa bırakıp tatillerinden diledikleri gibi zevk almaya çalıştılar.

Arif Bey yol boyu çok sevdiği ve uzun zamandır diline pelesenk olan “Turnam gidersen Mardin’e” türküsüne takılıp kaldı. Mardin yolunda da bu türkünün söylenmesi hoşuna gidiyordu. Her fırsatta onu söylüyor ve Şule Hanım da hayranlıkla bakışlar attığı, alttan alttan süzdüğü kocasına, aynı coşkuyla eşlik ediyordu.

“Turnam gidersen Mardin'e
Turnam yare selam söyle
Karlı dağların ardına
Turnam yare selam söyle

Turnam gidersen aktaşa
Karlı dağlar aşa aşa
Hem kavime hem kardaşa
Turnam yare selam söyle.”

Arif Bey, turnaların pek çok türküye ve edebi çalışmaya konu olduğunu bir kez daha anımsadı. Dilinden düşüremediği orijinal versiyonu Ermenice olan bu ağıt, Lena Chamamyan adlı bir sanatçıdan pek çok kez dinlemiş ve yorumunu çok beğeniyordu. Şarkıcı aynen Feyruz gibi, annesinden dolayı da aslen Mardinliydi. Ağıtın Ermenice sözleri de Arif Beyin kafasını allak bullak etmeye yetiyordu.

“Dağların rüzgarına öleyim (Sareri Hovin Mernem)

Yarimin boyuna öleyim
Bir yıldır ki görmemişim
Görenin gözüne öleyim

Durmuşum gelemiyorum
Dolmuşum ağlayamıyorum
Bir yıldır ki görmemişim
Görenin gözüne öleyim

Nehirler su getirmiyor
Yarimden haber gelmiyor
Kalbin soğumuş olmasın
Kalbinin yeli gelmiyor.”

Bu turnalar, belki vardıkları diyarlara diğerleri gibi şeker, kaymak, bal söylemeyeceklerdi, ama turnalar da kadim şehir Mardin'e vardıklarında, hem kavime hem kardaşa ve yâre de sımsıcak selamlar söyleyeceklerdi.

Arif Bey turnalar konusunda kafa yoruyor, koyulduğu yolda hızla ilerliyor ve bir yandan da hala ilk günkü gibi aşık olduğu hayat arkadaşı Şule Hanıma turnalar hakkında bildiklerini mim koymadan coşkuyla anlatıyordu.

“Şule’m biliyor musun? Biz de tıpkı turnalar gibiyiz. Onlar gibi tek eşli kalıyor, olabildiğince birbirimize bağlı ve de sadık olmayı da sürdürüyoruz. Yeni evlilerin birbirlerine sadık kalmaları için bazı yörelerde; gelin duvağına turna tüyü iliştirilmesi de bu nedenden dolayıdır. Sol yanımdaki odada, ömrüm boyunca saklayacağım sen sevdiceğim ile bütün mutluluğu yaşadığımı bilmeni istiyorum. Ne diyeyim, iyi ki hayatımdasın. İyi ki varsın. İyi ki benim allı turnamsın!” Direksiyonu tutarken, diğer eli ile de karısının elini sıkı sıkı tuttu ve şevkle, kendisine özgü gürül gürül sesi ile anlatmaya devam etti. 

“Yaşanmış bir hikayeye göre, İkinci Dünya Savaşında atılan atom bombasının ardından, bu sırada henüz iki yaşında olan Sadako Sasaki adlı bir Japon kız çocuğu, on iki yaşına geldiğinde etrafa yayılan kimyasallardan etkilenir ve lösemi hastalığına yakalanır. Tedavisi için bulunduğu hastanede seksen yaşında ak saçlı tatlı bir nine ile arkadaş olur. Nine kendisi ile aynı hastalıktan mustarip olan Sadako’ya bir öğütte bulunur.” Şule Hanım kocasının elini bırakmadan can kulağı ile sessizce dinlemeye devam etti. Kocasının anlattıkları hüzünlü de olsa  kendisinde merak uyandırdı. Bir yandan da henüz ömrünün baharında yeni filizlenmeye yüz tutmuş olan küçük kıza için için üzüldü. Onun iyileşeceğini umut edip kocasının ela gözlerinin içine durdu. Arif Beyin anlatımı ile yaşlı kadın aynen şu nasihatte bulundu.

“Sadako’cuğum güzel kızım. Kara perçemlim. Gamzelim. Biliyor musun? Biz Japonların kültüründe turnalar uğurlu kuşlardır. Derler ki; bin tane turna origamisi yaparsan, bütün dileklerin kabul olur. Ben yaşımı başımı aldım. Bundan sonra bunu yapmaya vaktim yok. Ancak sen daha çok gençsin. Bunu yapabilir ve bu illetten kurtulmuş olursun.

Bunun üzerine Sadako hızla turna origamileri yapmaya başlar.  Bütün çabasına rağmen ancak altı yüz kırk dört tane tamamlar ve hayata veda eder. Ülkenin dört bir yanından insanlar eksik kalan origamileri yapıp cenaze merasimine yetiştirseler de artık yapılacak bir şey yoktur ve geç kalınmıştır.” 

Şule hanım dinlediği öykünün vermiş olduğu hüzünle kocasının elini okşadı. Mavi gözlerinden maviş boncukların düşmelerinin önüne geçemedi. Hayatın her zaman ve her alanda bu denli acımasızlığı duygulu yüreğini burktu. Kocasının eline hala alımlığını sürdüren dudaklarını usulca kondurdu.

Tarihi Mardin şehrine nihayet ulaştılar. Daha önceden ayırdıkları otele geldiler. Odalarının balkonunda soluklandılar. Muhteşem görüntüsü ile kadim şehrin ayaklarının altına serili olduğunu görünce çok mutlu oldular. Gördükleri güzelliğe şaşakaldılar.

Hava karamak üzereydi. İnceden inceye, ancak kendisini ıslatabilen bir yağmur çiseledi. Belki de "kırkikindi yağmurlarının" başlangıcıydı. Mardin yolcuları; "Bu yağmurlar burada da görülür mü?" diye içten içe meraklandılar. Mezopotamya'nın cam mavisi büyülü semalarında kuşlar yağmuru umursamaksızın süzülüyorlardı. Akşamın alacakaranlığının rengi yavaş yavaş tarihi şehre inerken, yemek için çıktıkları otel terasında şaşkınlıkları devam eden Şule hanım ve Arif Beye bir anda gökyüzüne doluşan yıldızlar, bir ağızdan “hoş geldiniz” dediler. Terastan bakınca akşamın karanlığında Mardin; ışıklar içinde ipil ipil bir gerdanlık misali ayaklarının altına serili bir görünümdeydi. Şehrin gündüzü güzel, gecesi bir başka güzeldi.

Otel personeli çok samimi, hoş, saygılı ve yanık yüzlerinde beliren her gülümsemesi ayrı birer öyküyü dile getiren güneş gülüşlü gençlerdi. Öyle ki, sanki onlarla çok uzun zamandır tanışıyorlardı. Sıcak bir atmosferde, kendiliğinden gelişen, çok kısa bir zamanda güzel bir dostluk oluşturdular. Umut veren bu gençler, oldukça güler yüzlü oldukları gibi, misafirperverliklerinde de tek kusurları yoktu. Karı-koca mutlulukla kaldırdıkları kadehleri ile birlikte “İyi ki gelmişiz,” deyip yedi bin yıllık bir tarihin koynunda olmanın getirdiği memnuniyeti de dile getirdiler.   

Bulundukları terasın üç yüz metre kadar ilerisinde, dışarıda başka bir mutluluğa adım atan bir çiftin, gelin ve damadın düğünleri vardı. Bin bir renkli, sunturlu yöresel kıyafetleri ile göz kamaştıran kadınlar ve erkekler onlarca metre uzunlukta girdikleri halayda Kürtçe;

“Ki zawa?… Ki zawa?… - Kim damat?… Kim damat?…” diye bağırıyor ve şenliğe şenlik katıyorlardı. Halayın diğer başında sorulan soruya anında cevap veriliyordu.

“Baran zawa… Baran zawa… - Baran damat... Baran damat...” bağrışmaları otelin terasına ulaşıyor ve böylelikle damadın kim olduğu söylenip meraklar giderildiği halde, gelinin kimliği açığa vurulmuyordu.

Şule Hanım ve Arif Bey yemeklerini zevkle yediler. Büyük bir güzelliğin yaşandığı düğünü merakla izliyorlardı. Tanımadıkları iki genç insan daha mutluluğa adım atacaklardı. Bir anda şenliğin yerini bağrışmalar ve bir karmaşa aldı. Ne olup bittiğini anlamakta zorlandılar. Misafirlerinin şaşkınlığını fark eden, bıyıkları yeni terleyen, saçları arkaya özenle taralı garson Hüseyin hemen yanlarına geldi. Arif Bey meraklarını gidermek için sordu.

“Hüseyin ne oldu, böyle aniden? Ne güzel bir düğündü. Ortalık bir anda neden bu kadar karıştı?” Hüseyin titrek ve sesinde mahcup bir tonla:

“Arif abe... Yine kavga çıktı. Düğünlerde genelde böyle kavgalar çıkıyor. Bizim düğünlerimiz kavgasız olmaz.” Çok geçmeden polis sirenleri yangın yerine yetişmek ister gibi yükseldi. Karanlığı mavi huzmeler yardı. Otelin bütün personeli ve diğer misafirler de teras kenarına kadar gelip merakla olup biteni izlemeye koyuldular. Polislerin geldiğini gören restoran personeli, çok şaşırmadıkları bir eda ile misafirlerine dönüp bağırdılar.

“Arif abeee… Gördünüz mü? Aha devlet geldi. Devlet yine tam zamanında yetişti.” Arif Bey ve Şule Hanım kahkahalara boğuldular. Her ikisinin de gözlerinden gülmekten yaşlar sızdı. Olayın bu denli güzel tarif edilmesine bayıldılar. Yıldızlardan sonra gelen devlet de onlara “hoş geldiniz” dedi.  Kahkaha tufanının ardından kendilerine gelen konuklar biraz olsun soluklandılar. Arif Bey terastaki canlı müzik grubundan bir istekte bulunmak üzere bir peçeteye bir şeyler yazdı. Peçeteyi alan Hüseyin mesajı grubun solistine koştura koştura ulaştırdı. Solistin kulağına da konuklarının isimlerini ve nereden geldiklerini usulca fısıldadı. Çok geçmeden terasın dört bir tarafında yer alan hoparlörlerden yankılı bir ses yükseldi.

“Değerli konuklarımız… Sıradaki türkümüz, Ankara'dan Mardin'imizi ve bizleri görmeye gelen çok değerli ağabeyimiz Arif bey ve eşleri Şule Hanım için geliyor.”  Kısa bir zaman sonra grup müzisyenlerinin sazlarının döşünü usulca okşamaya başlamasıyla, “Turnam gidersen Mardin’e” türküsünün o tatlı melodisi "devletin" sirenlerini büyük bir güzellikle bastırdı. Kırpık yıldızlar Mardin semalarında, ara vermeksizin göz kırpmaya devam ettiler. Masadaki mumun alevi dansına kaldığı yerden devam etti. Havada hoş bir sıcaklık vardı. Çıkan kavga damat ile gelinin düğünlerine gölge düşürmüş olsa da kadim şehir Mardin'in seyyahları onların da birbirlerinin göz göze-diz dize mutlu turnaları olmalarını dilediler.

 

Amsterdam, 23 Şubat 2021  

 

 

 

 

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...