18 Temmuz 2024 Perşembe

NİKARAGUA GÜNLÜĞÜ







 

NİKARAGUA GÜNLÜĞÜ
Hans’ı Hollanda’ya ilk geldiğim yıllarda tanıdım. Tanışıklığımızın üzerinden yaklaşık kırk küsür yıl geçti. Ama onunla olan dostluğumuz hep baki kaldı, aynı haz ve güzellikte bir akarsu misali akıp gitti ve yaşlandık. Hayatın zorlukları karşısında her tökezlememde, düşmemde, (Çok da sakar olmamama rağmen, yine de çokça düştüğüm oldu. Hayat inişli ve çıkışlı, insanın ne zaman ne olacağı belli olmuyor,) yerden kaldırmak için yanı başımda ince ve uzun gölgesi üzerime düşenlerden, el uzatanlardan biriydi o. Kendisine karşı sevgim ve saygım hep var oldu, olmaya da devam edecek. Her zaman iyi ki var dediğim bir dost olarak kalacak. Hans’ı tanımış olmak benim için büyük bir şans.
Ben bildim bileli, o kararlarından ve prensiplerinden zerre kadar ödün vermeyen bir mücadele adamı. Çok genç yaşlardan itibaren bütün hayatını dünya insanlığı için mücadele vermeye adadı. Sürekli Hollanda Nikaragua arasında mekik dokudu ve şimdilerde yaşı ben misali biraz ilerlemiş olsa da hala geri adım atmak niyetinde değil. Nikaragua onun ve eşi Marjan’ın ikinci evi. Onların bir ayakları Hollanda’da ise diğer ayakları çoğunlukla Nikaragua’da oldu. Onların deyimiyle, “Onları bugünkü onlar yapan, her zaman türbülansta olan bu güzel Latin Amerika ülkesi oldu.” Dileğim bu güzel insanların ayakları daha uzun süre bu dünyada kalsın, dünyayı iyileştirmeye ve insanlığın yaralarını kendi çabalarıyla sarmaya devam etsinler.
Bundan birkaç gün önce, onun haksızlıklara, dünyadaki adaletsizliğe, yoksulluğa ve her türlü çarpıklığa karşı savaşımı esnasında yanından hiç ayrılmayan ve onun en iyi yoldaşı-eşi Doktor Marjan’ın Nikaragua’da yaptığı resimlerin sergisi vardı. Biz de şanslı davetliler arasındaydık. Davete büyük bir istekle icabettik. Sağ olsunlar bizi bütün şirinlikleri ve sevecenlikleriyle karşıladılar.
Sergi salonuna adım atışımızın hemen ardından Hans ve Marjan’ın eski mücadele arkadaşları salona doluştular. Marjan’ın Nikaragua köylerini, Başkent Managua, Masaya ve Leon şehirlerinin Latin insanlarını, pazar yerlerini ve onların yaşamlarından kesitleri can alıcı renklerle tuvaline yansıttığı resimlerini tek tek hayranlıkla izledik. Çoğu resim, gelen yardım olsun diye davetliler tarafından satın alındı. Tabii resimlerden elde edilecek gelir de yine Nikaragua’daki insanlara yardım olarak gönderilecekti. Zaten aksi düşünülemezdi!
Hans ve Marjan’ın dostlarını gözlemlediğimde, kırk yılı aşkın bir süredir burada yaşadığım halde, bir kez daha şaşırmadan edemedim. Hiçbir erkek takım elbise giymediği, kravat takmadığı gibi, kadınlar makyajsız doğal halleri ve de sade günlük elbiseleriyle salonda resimlere hayranlıkla bakıp dolaşıyorlardı. Tek makyajlı bir kadın vardı, o da eşim Aynur’du. Takım elbiseye ve makyaja karşıtlığım yok elbette, ama onlar sadeliği ve doğallığı seçmişlerdi. Kendilerine olan özgüvenleri tamdı.
Bizim ülkemizde hemen “çapulcu” yaftasının basılacağı görünümde insanlardı hepsi. Ama her ne kadar çapulcu görünümlü olsalar da bunlar da uzun yıllar kendi ülkelerinde verdikleri mücadele ile bilinen, eski sosyalist ve her biri akademisyen, yazar, şair, müzisyen, en az üç dört dil bilen aşağılık kompleksinden, özentiden, gösterişten, şovdan, etiketlerinden, statülerinden, sonradan görmeliğin, varlıklı olmalarının getireceği kof gururdan kilometrelerce uzakta olup, insanilikleri hayranlık bırakan, gıpta edilecek mütevazi kişiliklerdi. Onlar insanlık denilen çizginin ne kadar ilerisindelerken, bizler kuru şovumuzla aynı çizginin nasıl da gerisindeydik. Salon kapısının önünde markalarını saymak istemediğim lüks arabaların yerinde onlarca bisiklet vardı. Ve kimseler dünyayı ben yarattım havalarında değildi.
Aziz Nesin ülkemizde kendisini “bir bok” hisseden pek çok tohum israfının olduğunu ama bazılarının ise kendilerini “iki bok” hissettiğini söylerdi. Çok affedersiniz ama üstat böyle söylüyordu ve benden ise günah gitmiş oluyordu. Diyeceğim şu ki, bu hoş toplulukta kendisini değil iki, bir bok dahi sayanlardan eser yoktu.
Hans uzun soluklu bir konuşma ile Nikaragua günlüğü de sayılabilecek, orada yaşadığı uzun yıllar içinde biriktirdiği hatıralarından oluşan sunumunu yaptı. Sunum esnasında yakalayabildiğim çok özel anekdotlar vardı.
Hans ve doktor eşi Marjan Nikaragua devriminin hemen ardından sık sık bu deniz aşırı Latin Amerika ülkesinde kimi zaman aylarca kimi zamanda yıllarca kalırlar. Orada yaşadıkları sürede Nikaragua’da köylerden şehirlere kadar insanları sağlık taramasından geçirirler. Marjan doktor olduğu için hastalara ve bakıma muhtaç olanlara yardım edip, tedavilerini yaparken Hans da eşine yardım ediyor. Başlattıkları aşı çalışmalarını Hans üstlenir. Aşı yapmasını bilmediğinden bu işte ustalaşmak için önceleri denemelerini uzun süre portakal üzerinde gerçekleştirir. Aşı yapmasını bu garip yöntemle öğrenmesinin ardından yıllar boyunca binlerce insana aşı yapar.
Nikaragualı çocuklar ve de büyükler gittikleri yerlerde daha önce Batılı insan görmedikleri için çekinmeden gelip onlara dokunurlar. Onların etlerinin nasıl bir his verdiğini hissetmek isterler. Onların kültüründe de söylemde “hayır” olanın kolaylıkla “evet”e dönüşmesi gayet doğaldır.
Barınma konusunda da büyük zorluklar çekerler. Ladislo Trujillo adlı devrim yanlısı ve bu konuda yetkili bir Nikaragualı ile birlikte çalışırlar ve uzun zaman da onun evinde kalırlar. Ladislo’nun toplamda on üç tane çocuğu vardır. Çocukların hepsi bir odada birlikte yatarlar. Her sabah çocukların ağlama sesleriyle uyanırlar ve çocuklar uyumaları esnasında kardeşlerinden birinin üzerine işemesiyle birbirlerini suçlarlar.
Gittikleri her evde kendileri ve çocukları büyük bir yoksulluk içinde yaşadıkları halde evlerindeki bütün yiyeceklerini pirinç, fasulye ve kızarmış yumurtalarını onlara sunarlar. Hans ve Marjan her türlü olumsuzluğa ve her an yaşadıkları ölüm tehlikesine karşın Nikaragua’yı ikinci vatanları olarak görürler.
Nikaragua’da kaldıkları uzun zaman süresinde onlarca defa ölümle burun buruna gelseler de yılgınlığa kapılmazlar. İnatla bu insanların arasında kalmaya ve onlara yardımcı olmaya çalışırlar. Yetkililer onları koruma konusunda garanti vermediklerinden, yerel yetkililerin yardımıyla kalaşnikovlarla kendilerini korumak amacıyla atış talimleriyle silah kullanmasını öğrenirler.
İnsanların en büyük zorluklarından birisi de bedenlerinde kaynayan bitlerdir. Bitlenmek onlar için çokça büyük bir sorun, bütün çabalarına karşın büyük rahatsızlık veren bu yaratıklardan arınamazlar. Pek çok devrim yanlısı insan beklenmedik saldırılardan sağ salim kurtuldukları halde bitlere yenik düşerler. Yapılacak bir şey olmadığı için bedenlerindeki bu istenmeyen misafirleriyle hayatlarını sürdürmek zorunda kalırlar.
Kırk yılı aşkın bir süredir içinde yaşadığım bu toplum beni şaşırtmaya devam ediyor. Ve her defasında böylesine hoş insanlara olan hayranlığım artıyor, güzelliklerle dolu mütevazi yaşamlara gıpta ediyorum. Bizim toplumumuzun “ye kürküm ye” zihniyeti ise midemi bulandırıyor. Özentiden, kaprislerden ve aşağılık kompleksinden uzak bir yaşam, geldiğim toplum içinde “bir gün olur ya” deyip umut ediyorum.
Gününüz güzel olsun, güzel insanlara rastgelesiniz.
Kudelstaart, 17 Temmuz 2024

11 Mayıs 2024 Cumartesi

KORKU

 


 

 

KORKU

 

“Elimde değil Olric!

Ne efendimiz?

Elleri Olric elleri…”  Oğuz Atay - Tutunamayanlar

 

Fırtınalı bir denizin dalgalarını andıran kumral saçları, kar beyazı kuştüyü yastığa serpilmiş halde yatağında uyuyan Asuman için kuşların cıvıltılarla bakir sabahı selamladığı bu güzel bahar günü, yoğun geçecek bir gündü. Kuşlar yaprakların ardında gizlendikleri ağaç dallarında yek ağızdan cıvıltılar halinde şarkı söylese de kısmen yansıyan güneş ışınları günün serinliğini daha tamamıyla bertaraf etmemişti.

Asuman’ın erkenden kalkıp İstanbul’a gitmek üzere çarçabuk yola koyulması gerekiyordu. Bilinç altındaki bu telaşla apansız uyandı. Yatağında sağa sola doğru gerindi. Dalgalı saçları bir şelale olup omuzlarından aşağı düştü. Gardırop kapısındaki boy aynasının önünde dikildi, saçı başı alabildiğine dağınıktı. Öyle de olsa, her zamanki kusursuz güzelliğine diyecek yoktu. Özüyle barışık bir insandı ve her halinden de memnundu. Çocukluğundan itibaren edindiği özgüvenle gardırobun kapısını usulca açtı, duş sonrası giymek amacıyla karar kıldığı, üzerinde minik kır çiçeklerinin olduğu gök mavisi uzun elbisesini çıkardı. Her zaman özenli giyiniyor olsa da bugün gideceği yerde daha farklı görünmesi gerekiyordu. Görüşeceği iş insanları üzerinde iyi bir intiba bırakmalıydı. Bu etki geleceği ve kariyeri için çok önemliydi. Ayrıca bu ülkede “ye kürküm ye” olayı her daim oldukça revaçtaydı. Niteliğe hiç bakılmaksızın nicelik çok daha fazla önem kazanıyordu. Yine de her koşulda çok önemsediği bu işe mutlaka alınmak istiyordu.

Bütün bu düşüncelerine bir lahza ara verip, banyoya koşturdu. Yaklaşık üç saat sonra uçağı kalkıyordu. On dakikaya kadar evinden çıkması halinde zamanında havaalanında olurdu. Büyük şehirlerin trafik denilen hengamenin insanları çileden çıkaran yoğunluğu her zaman sorun teşkil ettiğinden, risk almayı göze alamazdı. Biraz daha oyalanması durumunda uçağa geç kalma ihtimali büyüktü. Zaten sürekli var olan uçak korkusundan bütün gece uyuyamamıştı. O nedenle sakinleştirici haplarını cebine koydu. Çok fayda etmeseler de onları unutmamalıydı. Az da olsa kendisine güç verdiğini hissediyordu.

Şipşirin, küçükçe bir bahçesi olan iki katlı evi İzmir Adnan Menderes Havalimanı’na çok da uzak değildi. Tekerlekli kırmızı valizini akşamdan hazırlamış, çıkış kapısının yanına koymuştu. Evin içinde hazırlanmak için telaşla dolanırken, pencerenin camına tıkırtılar halinde vuran yağmur damlalarından havanın yağışlı olduğunu anladı. Yağmur yağması çok da önemli değildi. Tezelden taksi bulursa sorun olmayacaktı.

Ege’nin incisi İzmir’in başka bir semtinde oturmakta olan genç iş adamlarından Sunay da aynı uçağa binmek üzere birlikte yaşadığı, sabah namazına kalkan pamuk saçlı annesi Zehra Hanım tarafından usulca yanağına kondurulan şefkat öpücükleriyle uyandırıldı. Oğlu için önemli bir gün olduğunu biliyordu. Anne oğul bir sitede yer alan üç oda ve salondan oluşan bir dairede birlikte kalıyorlardı. Zehra Hanım otuzuna merdiven dayayan oğlunun üzerine beş yaşında bir çocukmuş gibi titriyordu. Ne kadar büyürse büyüsün oğlu onun gözünde hep küçük bir çocuktu ve görünen o ki, öyle de kalacaktı.  

Sunay akşamdan giyeceği takım elbisesini, kravatını ve gömleğini hazırlamıştı. Annesi bütün giyeceklerini jilet gibi ütülemişti. Giydiklerini ne zaman böylesine tertemiz, ütülü görse hemen annesine döner, ona teşekkür eder ve pamuk yanaklarından usulca öpücükler alırdı. Bu defa da aynısını yaptı. O esnada iki derin gamzeyle birlikte annesinin yüzünde beliren gülümsemeye bayılıyordu. Sunay’a göre hiç kimse annesi kadar tatlı gülümseyemezdi. Buna Mona Lisa da dahildi.

Asuman ve Sunay aynı anda birer taksiyle ülke hükümetlerinin önce boynuna yağlı urgan geçirip astıkları, yıllar sonra da adını verdikleri başbakanlarının adıyla anılan Adnan Menderes Havaalanı’na geldiler. Havaalanı hayli kalabalıktı. Dünyanın ve ülkenin dört bir yanına gitmek isteyen yolcular telaş içindeydiler. Ellerinde valizlerle karıncalar misali hareket halindeydiler.

Havaalanına birkaç dakika arayla önce Asuman geldi. Valizini iliklerine kadar yaşadığı uçak korkusu içinde check-in kontuarına doğru çekiştiriyor, bir yandan da titremeyle birlikte duyduğu korkusunu yenmeye çalışıyordu. Ama bu korkuyu bastırması mümkün görünmüyordu.

Sunay ve Asuman’ın girdikleri check-in sırasında aralarında beş yolcu vardı. Sunay’ın gözleri bir anda Asuman’a ilişti. Dalgalı kumral saçları öylesine dikkatleri cezbediyordu ki, bu manyetik çekimden Sunay da kurtulamadı. Onun sırada beklediği sırada yaşadığı korku gözlerinden kaçmadı. Daha önce böylesi korkulara birkaç kez tanıklık ettiğinden yaşanan bu berbat duyguya aşinaydı. Hemen önünde olsaydı, belki kendisiyle konuşur, korkusunun yersiz olduğunu söyler ona destek olmaya çalışırdı. Ama beş yolcuyu ve aradaki onca valizi aşıp ona ulaşmak biraz abes olurdu. Bu isteğinden vazgeçti. Yaklaşık on beş dakika sıra bekledikten sonra her ikisi de valizlerini verdiler. Ve ayrı ayrı uçağa binmek üzere havaalanının içinde kayboldular. Uçağa yine önce Asuman gelmişti. Koltuğu uçağın orta sıralarında bir yerdeydi. Yer hostesinden kendisine cam kenarı bir yer vermesini rica etmişti. Cam kenarındaki koltuğuna geçip oturdu. Çok geçmeden Sunay da kapıda bekleyen hosteslere iyi günler diledikten sonra uçağın içine doğru valizlerini yukarıdaki raflara yerleştirmeye çalışan yolcuları tek tek aşıp ortalara doğru geldi. Gözleri güzelliğiyle dikkatini çeken Asuman’ı aradı. Tam yerine oturmak isterken tesadüfen Asuman ile koltuklarının yan yana olduğunu gördü. Bu inanılmaz bir tesadüftü. Asuman olayın farkında değildi. Yanında yakışıklı genç bir adamın oturduğunu gördü, hafif ve tatlı bir gülümsemeyle Sunay’ın selamına korkudan kabuğuna çekilmiş bir halde cevap verdi. Sunay usulca Asuman’ın yanına oturdu.

Çok geçmeden uçağın motorları çalıştı. Kaptan pilot İzmir Adnan Menderes Havaalanı’ndan İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’na olan uçuşlarının hava koşullarının uygun olması halinde yaklaşık elli dakika süreceğini söyleyip iyi yolculuklar dileğinde bulundu. Ardından da uçuş hostesleri emniyet tedbirleri dahilinde rutin açıklamalarını bizzat yarı uygulamalı yaptılar.

Asuman uçağın pistte harekete geçmesiyle daha çok titremeye başladı. Camdan dışarı bakmak da korkusunu dindirmedi. Başı dönmeye başladığı gibi, korkudan yüreği neredeyse göğsünü yarıp çıkacaktı. Bir anda yanında oturan Sunay’ın ellerine sıkıca sarıldı. Ama kendisi bunun farkında değildi. Farkında olsa utancından ölürdü. Sunay’ın ellerini öylesine sıkıyordu ki, adamcağızın yine de gıkı çıkmıyordu. O da bir o kadar şaşırdı ama, Asuman’ın bunu neden yaptığını hemen anladı. Yaptığının ayırımında olmasa da ellerini sıkıca tutan kadın oldukça güzeldi. Ellerini çekmeden Asuman ile göz göze gelip onu teselli etmeye çalıştı. Asuman biraz olsun kendisine geldiğinde ise yardımı olacaksa ellerini tutmasında bir mahsur olmadığını tekrar tekrar söyledi.

Elele kaptan pilotun anons ettiği uçuş süresi çabukça geçti. Şimdi de kendi halkını savaş uçağıyla bombalayan kadın bir pilotun adının verildiği Sabiha Gökçen Havaalanı’na inmek üzereydiler. Uçağın inişe geçmesiyle Asuman’ın korkusu daha da arttı. Dolayısıyla Sunay’ın ellerini daha çok acıtarak tutmaya devam etti. Uçak piste indiği zaman ellerini Sunay’ın ellerinde bulan Asuman utancından ve mahcubiyetinden ne yapacağını şaşırdı. Sunay kendisini anladığını ve bunun hiç önemli olmadığını, bizzat yardımcı olabildiyse kendisini mutlu hissedeceğini söyleyip durdu.

Her ikisinin sadece kabin valizi olduğu için beklemelerine gerek yoktu. Sunay Asuman’a döndü.

“Merhaba, benim adım Sunay.”

“Benim adım da Asuman. Çok memnun oldum. Tekrar çok teşekkür ederim. Her defasında uçak korkusundan ne yapacağımı şaşırıyorum. Kendimi kaybediyorum. Aklım başıma geldiğinde ellerimle hiç tanımadığım bir adamın ellerini sıkıca tutuyordum. İstemeden size büyük rahatsızlık verdim. Utancımdan ne diyeceğimi bilmiyorum, yere girsem yeridir. Ne olur kusuruma bakmayın lütfen. Hiç kendimde değildim.”

“Yok… Yok öyle bir şey, dedim ya korkunun giderilmesinde biraz olsun yardımcı olabildiysem kendimi mutlu hissedeceğim. İstanbul’da nereye gideceksiniz? Ben havaalanında araba kiralamıştım. Onu aldıktan sonra isterseniz sizi istediğiniz yere götürebilirim.”

“Ben karşıya, yani Avrupa yakasına geçeceğim. Yarın orada bir iş görüşmem var. Ama önce otele gitmem gerekiyor.”

“Benim de aynı şekilde yarın bir iş görüşmem var. Teklifim hala geçerli. İsterseniz birlikte karşıya geçeriz. Hem bana da İstanbul’da arkadaşlık etmiş olursunuz.”

Asuman bu konuda biraz bocalasa da daha yeni tanışmış olduğu bu yakışıklı genç adama karşı hem mahcuptu hem de onu kırmak istemedi. Sunay’ın cazip teklifini kabul etti.

Sunay işlemleri hallettikten sonra havaalanından kiraladığı arabayı aldı. Birlikte arabaya bindiler ve Avrupa yakasına geçmek üzere yola çıktılar. Çok geçmeden binlerce Alevi vatandaşını katleden padişahın adının verildiği Yavuz Sultan Selim Köprüsünü geçip Avrupa yakasına geldiler. Yol boyu aralarında koyu bir sohbete girmişlerdi. Böylelikle birbirlerini daha iyi tanıma fırsatı da bulmuş oldular.

Sunay arabayı İstanbul’a her gelişinde gittiği restoranın önüne çekip durdu. Arabadan inip, diğer tarafa geçip Asuman’ın kapısını açtı. Asuman şaşkınlık içindeydi. Aslında gidişattan memnundu. Bu hoşnutluk yüzüne de vuruyordu.

“Asuman Hanım, sanıyorum siz de en az benim kadar acıkmışsınızdır. Burası güzel bir restoran, isterseniz önce bir şeyler yiyelim.”

“Tabii. Olur. Doğrusu acıkmadım desem yalan olur. Çok teşekkür ederim.”

Sunay yemek esnasında en uygun ani kollayıp önce Asuman’ın elini tuttu. Karşı taraftan herhangi bir memnuniyetsizlik gözlenmedi. Uzun uzun birbirlerinin gözlerinin derinliklerinde durmaktan kendilerini alıkoyamadılar. Ve iştahla yenilen yemeğin ardından, başlarını döndüren hızda geçen zaman, bu birlikteliğin olgunlaşmasını, karşılıklı yaşadıkları derin ve incelikli bir sevgiyle sağladı. Birbirlerini tanıdıkça güzelliklerle dolup taşan yürekleri birbirlerine karşı hep çırpıntılı, elleri her daim uçak korkusu varmış gibi elele ve gözleri göz göze kalakaldı. Aynı zamanda Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” adlı eserindeki karakteri “Olric” de musmutluydu. Hiç ilgilenmediği ellerle ilgili soruları ona yöneltenler yoktu. Yaşanan büyük bir aşktı. Uçak korkusundan dolayı sıkıca buluşan ellerin ait oldukları iki insanın, birbirinden güzel bir kızları ve bir de oğulları oldu. Soğuk ve aynı zamanda ürperti veren korku duygusunun bu denli sıcak güzelliklere vesile olması inanılır gibi değildi. Onlar muratlarına erdi, siz okuyucular kerevetine çıkın. Mutlu sonlanan ol güzel hikâyet buraya kadardı. Kalın sağlıcakla!

“Hayat kısa, kuşlar uçuyor”du. (Cemal Süreya)

 

Kudelstaart, 8 Mayıs 2024  

 

 

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...