NİKARAGUA GÜNLÜĞÜ
Hans’ı Hollanda’ya ilk geldiğim yıllarda tanıdım. Tanışıklığımızın üzerinden yaklaşık kırk küsür yıl geçti. Ama onunla olan dostluğumuz hep baki kaldı, aynı haz ve güzellikte bir akarsu misali akıp gitti ve yaşlandık. Hayatın zorlukları karşısında her tökezlememde, düşmemde, (Çok da sakar olmamama rağmen, yine de çokça düştüğüm oldu. Hayat inişli ve çıkışlı, insanın ne zaman ne olacağı belli olmuyor,) yerden kaldırmak için yanı başımda ince ve uzun gölgesi üzerime düşenlerden, el uzatanlardan biriydi o. Kendisine karşı sevgim ve saygım hep var oldu, olmaya da devam edecek. Her zaman iyi ki var dediğim bir dost olarak kalacak. Hans’ı tanımış olmak benim için büyük bir şans.
Ben bildim bileli, o kararlarından ve prensiplerinden zerre kadar ödün vermeyen bir mücadele adamı. Çok genç yaşlardan itibaren bütün hayatını dünya insanlığı için mücadele vermeye adadı. Sürekli Hollanda Nikaragua arasında mekik dokudu ve şimdilerde yaşı ben misali biraz ilerlemiş olsa da hala geri adım atmak niyetinde değil. Nikaragua onun ve eşi Marjan’ın ikinci evi. Onların bir ayakları Hollanda’da ise diğer ayakları çoğunlukla Nikaragua’da oldu. Onların deyimiyle, “Onları bugünkü onlar yapan, her zaman türbülansta olan bu güzel Latin Amerika ülkesi oldu.” Dileğim bu güzel insanların ayakları daha uzun süre bu dünyada kalsın, dünyayı iyileştirmeye ve insanlığın yaralarını kendi çabalarıyla sarmaya devam etsinler.
Bundan birkaç gün önce, onun haksızlıklara, dünyadaki adaletsizliğe, yoksulluğa ve her türlü çarpıklığa karşı savaşımı esnasında yanından hiç ayrılmayan ve onun en iyi yoldaşı-eşi Doktor Marjan’ın Nikaragua’da yaptığı resimlerin sergisi vardı. Biz de şanslı davetliler arasındaydık. Davete büyük bir istekle icabettik. Sağ olsunlar bizi bütün şirinlikleri ve sevecenlikleriyle karşıladılar.
Sergi salonuna adım atışımızın hemen ardından Hans ve Marjan’ın eski mücadele arkadaşları salona doluştular. Marjan’ın Nikaragua köylerini, Başkent Managua, Masaya ve Leon şehirlerinin Latin insanlarını, pazar yerlerini ve onların yaşamlarından kesitleri can alıcı renklerle tuvaline yansıttığı resimlerini tek tek hayranlıkla izledik. Çoğu resim, gelen yardım olsun diye davetliler tarafından satın alındı. Tabii resimlerden elde edilecek gelir de yine Nikaragua’daki insanlara yardım olarak gönderilecekti. Zaten aksi düşünülemezdi!
Hans ve Marjan’ın dostlarını gözlemlediğimde, kırk yılı aşkın bir süredir burada yaşadığım halde, bir kez daha şaşırmadan edemedim. Hiçbir erkek takım elbise giymediği, kravat takmadığı gibi, kadınlar makyajsız doğal halleri ve de sade günlük elbiseleriyle salonda resimlere hayranlıkla bakıp dolaşıyorlardı. Tek makyajlı bir kadın vardı, o da eşim Aynur’du. Takım elbiseye ve makyaja karşıtlığım yok elbette, ama onlar sadeliği ve doğallığı seçmişlerdi. Kendilerine olan özgüvenleri tamdı.
Bizim ülkemizde hemen “çapulcu” yaftasının basılacağı görünümde insanlardı hepsi. Ama her ne kadar çapulcu görünümlü olsalar da bunlar da uzun yıllar kendi ülkelerinde verdikleri mücadele ile bilinen, eski sosyalist ve her biri akademisyen, yazar, şair, müzisyen, en az üç dört dil bilen aşağılık kompleksinden, özentiden, gösterişten, şovdan, etiketlerinden, statülerinden, sonradan görmeliğin, varlıklı olmalarının getireceği kof gururdan kilometrelerce uzakta olup, insanilikleri hayranlık bırakan, gıpta edilecek mütevazi kişiliklerdi. Onlar insanlık denilen çizginin ne kadar ilerisindelerken, bizler kuru şovumuzla aynı çizginin nasıl da gerisindeydik. Salon kapısının önünde markalarını saymak istemediğim lüks arabaların yerinde onlarca bisiklet vardı. Ve kimseler dünyayı ben yarattım havalarında değildi.
Aziz Nesin ülkemizde kendisini “bir bok” hisseden pek çok tohum israfının olduğunu ama bazılarının ise kendilerini “iki bok” hissettiğini söylerdi. Çok affedersiniz ama üstat böyle söylüyordu ve benden ise günah gitmiş oluyordu. Diyeceğim şu ki, bu hoş toplulukta kendisini değil iki, bir bok dahi sayanlardan eser yoktu.
Hans uzun soluklu bir konuşma ile Nikaragua günlüğü de sayılabilecek, orada yaşadığı uzun yıllar içinde biriktirdiği hatıralarından oluşan sunumunu yaptı. Sunum esnasında yakalayabildiğim çok özel anekdotlar vardı.
Hans ve doktor eşi Marjan Nikaragua devriminin hemen ardından sık sık bu deniz aşırı Latin Amerika ülkesinde kimi zaman aylarca kimi zamanda yıllarca kalırlar. Orada yaşadıkları sürede Nikaragua’da köylerden şehirlere kadar insanları sağlık taramasından geçirirler. Marjan doktor olduğu için hastalara ve bakıma muhtaç olanlara yardım edip, tedavilerini yaparken Hans da eşine yardım ediyor. Başlattıkları aşı çalışmalarını Hans üstlenir. Aşı yapmasını bilmediğinden bu işte ustalaşmak için önceleri denemelerini uzun süre portakal üzerinde gerçekleştirir. Aşı yapmasını bu garip yöntemle öğrenmesinin ardından yıllar boyunca binlerce insana aşı yapar.
Nikaragualı çocuklar ve de büyükler gittikleri yerlerde daha önce Batılı insan görmedikleri için çekinmeden gelip onlara dokunurlar. Onların etlerinin nasıl bir his verdiğini hissetmek isterler. Onların kültüründe de söylemde “hayır” olanın kolaylıkla “evet”e dönüşmesi gayet doğaldır.
Barınma konusunda da büyük zorluklar çekerler. Ladislo Trujillo adlı devrim yanlısı ve bu konuda yetkili bir Nikaragualı ile birlikte çalışırlar ve uzun zaman da onun evinde kalırlar. Ladislo’nun toplamda on üç tane çocuğu vardır. Çocukların hepsi bir odada birlikte yatarlar. Her sabah çocukların ağlama sesleriyle uyanırlar ve çocuklar uyumaları esnasında kardeşlerinden birinin üzerine işemesiyle birbirlerini suçlarlar.
Gittikleri her evde kendileri ve çocukları büyük bir yoksulluk içinde yaşadıkları halde evlerindeki bütün yiyeceklerini pirinç, fasulye ve kızarmış yumurtalarını onlara sunarlar. Hans ve Marjan her türlü olumsuzluğa ve her an yaşadıkları ölüm tehlikesine karşın Nikaragua’yı ikinci vatanları olarak görürler.
Nikaragua’da kaldıkları uzun zaman süresinde onlarca defa ölümle burun buruna gelseler de yılgınlığa kapılmazlar. İnatla bu insanların arasında kalmaya ve onlara yardımcı olmaya çalışırlar. Yetkililer onları koruma konusunda garanti vermediklerinden, yerel yetkililerin yardımıyla kalaşnikovlarla kendilerini korumak amacıyla atış talimleriyle silah kullanmasını öğrenirler.
İnsanların en büyük zorluklarından birisi de bedenlerinde kaynayan bitlerdir. Bitlenmek onlar için çokça büyük bir sorun, bütün çabalarına karşın büyük rahatsızlık veren bu yaratıklardan arınamazlar. Pek çok devrim yanlısı insan beklenmedik saldırılardan sağ salim kurtuldukları halde bitlere yenik düşerler. Yapılacak bir şey olmadığı için bedenlerindeki bu istenmeyen misafirleriyle hayatlarını sürdürmek zorunda kalırlar.
Kırk yılı aşkın bir süredir içinde yaşadığım bu toplum beni şaşırtmaya devam ediyor. Ve her defasında böylesine hoş insanlara olan hayranlığım artıyor, güzelliklerle dolu mütevazi yaşamlara gıpta ediyorum. Bizim toplumumuzun “ye kürküm ye” zihniyeti ise midemi bulandırıyor. Özentiden, kaprislerden ve aşağılık kompleksinden uzak bir yaşam, geldiğim toplum içinde “bir gün olur ya” deyip umut ediyorum.
Gününüz güzel olsun, güzel insanlara rastgelesiniz.
Kudelstaart, 17 Temmuz 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder