DONDURMAM
KAYMAK
Varsılların akıllarına estikçe yaptıkları seyahatler de, kumar
oynamaktan pek farklı deǧildir. Yeşil, mavi, ela, kahve ve kestane rengi
parlayan gözlerini, göz kapakları ile perdeleyip, acaba nereye gitsem diye
ani bir hareketle, masalarında bulunan bir ayak üzerine oturtulmuş olan, hüzünlü duran küreyi
çevirirler. Büyük çoǧunluǧu dev su kūtlelerini sembolize eden maviliklerden oluşan, toprak paçraları haritalarının yer
aldıǧı yuvarlaklar, bilindiǧi gibi dünya kūresi olarak adlandırılıyor. Varsıllar
diye adlandırılan kesim, ellerinin yordamı ile, her ne hikmetse onca aǧırlıǧı
ile su ve kara parçalarını kolayca ve hızla çevirirler. Güzelim maviliklere
kütleler halinde serpiştirilmiş, irili ufaklı birbirinden pek çok yönden farklı
yüzlerce kara parçası çeşitli şekiller oluşturuyor. Onların el yordamı ile
dūnyamızı kolayca çevirmesinden midir acep derim; hani zaman zaman başımızın olduk
yerde dönmesi, depremlerin, tsünamilerin, su taşmalarının, dūz yolda onlarca
arabanın birbirine çarpması, erozyon ve diǧer felaketlerin yer
bulması. Ganimet sahibi kişiler, mucizeler yaratan parmaklarının gösterdiǧi
yere, hemen uçak biletlerini ayarlayıp, belirledikleri ülkeye doǧru yola
çıkarlar.
Sözünü ettiǧim bu kürede yer alan
Avrupa kıtasının kuzey kesiminde, tam olarak belirleyecek olursak, Almanya ve
Belçika’nın üst tarafına küçük bir kurbaǧa gibi yapışan, her an zıplayıp,
baǧıracak görürünümü ile insanin yüreǧini aǧzına getiren Hollanda, hiç te
azımsanmayacak bir güzelliktedir. Oyuncak misali döndürülen kürelere uzanan,
parasal kaygılardan uzak; pamuk, ipek, kadife kumaşlarının yumuşaklıǧında olan
parmaklardan bazıları, tesadüfen Hollanda’yı da gösterir. Ülkede yeterince güneş
olmadıǧı gibi, iklim haliyle iyi bir tatile elverişli deǧildir. Çoǧunlukla
yaǧmurlu bir hava hakimdir. Şikayet konusu olumsuzluklara, ülkenin güzel,
deǧişik olması ve sınırsız özgürlükler ile tanınması baskın gelir. Bu nedenle
su seviyesinden bazı yerleri dokuz metre kadar aşaǧılarda bulunan,
bu nemli küçük kurbaǧa şeklindeki ülkeyi görmek üzere dünyanın dört bir
yanından insanlar akın eder.
Diǧer Avrupa ülkelerinde olduǧu gibi
onlarca yıl önce bu kurbağanın bir zamanlar açık olan aǧzından yüzbinlerce göçmen
işçi, yüzlerce yıl sürdürdüǧü sömürgecilik geleneǧini, deǧişen dünya ile
birlikte ardında bırakmak zorunda kalan bu ülkeye akın etti. Çok sonradan da
olsa, tökezleyerek bir hayli tehirli gelen, kılıçsız, ama bavullu akıncılardan
biri de benim. Yorgan sıkıntısının olmadıǧı duyumunu aldıǧımdan, sırtım yüklü deǧildi. İzniniz ile, lafı fazla dolandırmadan adımı bahşedecek olursam;
bendeniz Çorum’lu Cabbar Kızıl. Bir altmış beş boyundayım. Övünç
kaynaǧım kıvırcık saçlarım, ilerleyen yaşıma raǧmen kömür karalıǧını koruduǧu
gibi, güz mevsimini de pek yaşamıyor sayılır. Yaprakların büyük bir kısmı
dallarında inatla asılı kalmaya devam ediyor. Bu da beni ziyadesi
ile mutlu kılıyor. Laf aramızda; Cabbar Kızıl denilen zat, ne ulu bir çınar
oldu, ne de meyveye duran bir aǧaç. Bundan sonra da olacaǧı oldukça uzak bir
ihtimal. Saat kırkından daha ilerilerde yol alırken, serzenişlerde bulunmanın
da herhangi bir getirisi yok.
Hanımım ile bu gurbetlik denilen diyarda “bir kör, bir Ayvaz” yaşıyoruz. Aǧzımızın tadı tam. Mutluluǧumuzu; boyumuz kısa da olsa yükseklerde bulunan raflarda tutmaya çalışıyoruz. Rafların her zaman tozları alıyor, kıyısını köşesini hercai menekşeler, boynu bükük olmayan laleler, yanına varılamayan dikenli, genç kız güzelliǧinde güller, mis kokulu sümbüller ve her türlü çiçek ile bezeyip, manzarayı elimizden geldiǧince, bilgi ve görgümüz dahilinde alımlı kılmaya çabalıyoruz.
Hanımım ile bu gurbetlik denilen diyarda “bir kör, bir Ayvaz” yaşıyoruz. Aǧzımızın tadı tam. Mutluluǧumuzu; boyumuz kısa da olsa yükseklerde bulunan raflarda tutmaya çalışıyoruz. Rafların her zaman tozları alıyor, kıyısını köşesini hercai menekşeler, boynu bükük olmayan laleler, yanına varılamayan dikenli, genç kız güzelliǧinde güller, mis kokulu sümbüller ve her türlü çiçek ile bezeyip, manzarayı elimizden geldiǧince, bilgi ve görgümüz dahilinde alımlı kılmaya çabalıyoruz.
Yaban elin zorluklarını saymaya gerek
yok. “Doǧduǧun yer deǧil, doyduǧun yer memleketin” dense de, edinilen
doygunluǧun tadı tuzu kaçmış durumda. Mideye yollanan lokmalar, köklerimizin
saldıǧı topraklarda olduǧu gibi zeytin yaǧı olup, akmıyor. Bir hüzün, bir
ezilmişlik, penaltılardan üst üste atılan, küreleri bir kez olsun döndüremeyen,
mucizevilik yoksunu parmaklarımızın sayısını geçen oranda yenen goller ile
hazin bir yenilmişlik. Alışılageldiǧi üzre, gırtlaǧımızdaki üç boǧumu aşıp,
gelen bütün keşkelerin ardından, “vatan saǧ olsun” demek adetten olmuş. Aklıma
takılanı hep söylenirim; yahu vatan neden hep saǧ olsun. Dillerimize pelesenk
ettiǧimiz bu söylem ile; vatanı da, dünyayı da hepten bütünü ile saǧ eyledik.
Oysa o canım vatan bir de sol olsa ne ola ki? Hakikatlisinden olması halinde;
kimselerin per perişan, ezik, yıkılmış, yamuk ve yenik olmayacaǧı mutlaktır.
Tartışılmaz deǧerde olan insan onuru da, adına yakışan bir seviyede ve daha
yūksek raflarda olurdu elbet.
Hayatımızda yer alan pek çok
olumsuzluǧun yegane nedeni, hep geldiǧi gibi giden, sülük misali yapışan “saǧ
oldurulan vatanı” gösterirsek, kimselere haksızlık etmiş olmayız kanaatindeyim.
Her an zıplayacak bir kurbaǧa göronümündeki bu ülkede, yıllardır gurbeti
yaşamamız da, bu olumsuzluklardan biri tabii ki. “Ananı da al git”
deyip, ülkeyi saǧ tarafa aldıkları, hasreti ile gönüllerimizin yandıǧı vatanı
“hamutu ile götürüyorlar.”
Kendimizce bir yaşam sürdürme uǧraşısı
içinde olduǧumuz bu minnacık ülkede öyle bir zaman geliyor ki, insan sıkıntıdan
patlıyor. Yeknesaklık omuzlarımızda taşınamayacak kadar aǧır kum torbaları
haline geliyor. Minik ülkenin her tarafı, birbirinin tıpkısının aynısı. İçinde
bulunduǧumuz vaziyet bu olunca, fellik fellik gidip, içimizdeki buhranı bertaraf
edecek, mekanlar aramak zorunda kalıyoruz. Gezilip görülecek bir yer olmasa
da, ara sıra dünyaca bilinen “Ikea” maǧazalarına
gitmek, son zamanlarda adetten oldu. Geçenlerde yine “hadi ne yapalım” derken,
kendimizi bir kez daha Ikea’yı adımlarken bulduk. Almamız gereken bir kaç
eşyayı alıp, ödemeyi yaptık. Bendenizde epey zamandır, “üzerinize saǧlık,
afiyet” şeker hastalıǧıdır musallat oldu.İllet atsan atılmıyor, satsan
satılmıyor. Genetik olduǧu söyleniyor. Ailede bol miktarda var. Şekerli
şekerizadeler, şerbetligiller. Şansızlıǧın dik alası bu olsa gerek. Başkalarına yatlar, katlar kalırken, bize de söz konusu hastalık miras olarak gelip, çörekleniyor. Mirasyedi olarak elbette
belli bir diyet uygulamak zorundayım. Şekerli gıdalar ile sık muhabbetim olmasa da, ara sıra mideyi hoş
tutmak gayesi ile bu organa tatlımsı bir şeyleri, şekerizadeliǧin bir gereǧi
olarak, oralarda şerbetlilik yaratmak için gönderiyoruz. Tam maǧazadan çıkarken insanların dondurma
sırasına girdiǧini görünce, biz de girelim dedik. Aniden şekerim düşmüştü.
Şekerizadeye tatlı takviyesi gerekiyordu. Servis yerinden aldıǧımız külahları,
kendimiz makinadan dolduracaktık. Dondurmalarını alanlar dillerini çıkartıp, büyük bir iştahla alttan, üsten, yanlamasına yalıyorlardı. Yalayıcıların
yüzlerine aynı anda büyük bir mutluluk yayılıyor, yüzleri gülüyordu. Kıvrımlı
dilleri ile beyaz ve yumuşak lezzete üst üste darbeler indirip, doyuma ulaşan
ulaşanaydı. Uǧrun uǧrun bakakaldıǧımız, bu muhteşem manzaralar öylesine baştan
çıkarıcıydı ki, çok uzun sūredir böylesi bir lezzetten kendisini mahrum bırakmak
zorunda bıraktıǧım bedenim beni benden alıp, gitti. Pek biçimli olmasa da, beni
iki kulah dondurma uǧruna terk-i revan eden bedenimi yeniden edinmem için, öyle
veya böyle, ama olabildiǧince kısa bir zamanda bu mucizevi yiyecekten
tatmalıydım. Efendime söyleyeyim, lafı uzatmaya ne hacet. Biz de kulahlarımıza dondurmalarımızı
doldurup, iştahla yemeye başladık. Dışarıdan göremediǧim yßzümde hissettiǧim tatlı
karıncalanmalar, az önce tanıklık ettiǧim mutluluǧun, benim çehreme de
yerleştiǧi kanısına vardırdı. Daha önceleri şekerli gıdaları çok az tüketmem
gerektiǧini canım canım anlatan eşimden, dondurma yeme iznini de koparmıǧımdan
çarçabuk yarıya kadar yedim. Nasıl yediǧimi isterseniz anlatmayayım. Bunu
betimlemek için gözlem gerekir ki, insanın kendisini işine gelmediǧi zamanlar
biraz zor mudur, ne! Dondurmalarını bizden önce alanlar, kahve servisinde
olduǧu gibi, külahlarını yemeden, dillerini iyice uzatıp, yalıyorlardı. Ardından
aynı kulah ile ikinci defa doldurup, var olan iştahlarına dur demeden, devam
etmişlerdi. Hanımdan rica minnet, çocuklar gibi yalvar yakar müsade çıktı. “Sol
olsun” o da beni ve sih atimi düşünüyor elbet. Büyük bir heves ile fazla zarar
vermediǧim kūlahımı makinaya yerleştirdim. Makine külahımı alıp, doldurmak üzere yukarı çıkarırken, şişmanca görevli bir bayan elemanın arkamda
belirdiǧini hissedip, ürperdim. Makinada kūlah yavanca yükselirken, izbandut - zebani
kulaǧımın dibinde soluyup, iri eli ile külahımın yükselmesine mani oldu.
“Iyi ama beyefendi, bu kural sadece
kahve ve meşrubatlarda geçerli. Dondurma için böyle bir şey yok. O yūzden buna
izin veremem.” Neye uǧradıǧıma şaşa kalıp, aǧzım açık, külahı yandaki çöp
kutusuna attım. Hanımdan okey almış olsam da, Ikea hunharca gaddarlıǧı ile buna engel olmuştu. Boynu bükük, görevli kadın ile o an
nutkum tutulduǧundan, “külahları deǧiştirmeden”
hiç bir şey diyememiş olmanın da süklüm büklümlüǧünün pişmanlıǧını sırtıma yük
edip, kendimi sokakta buldum.
O günden beri zaman zaman can
sıkıntısı, bu kurbaǧa ūlkede sokūn etse de, aradan geçen uzun zamana raǧmen Ikea tarafına,
travmalar yaşamayı göze alamadıǧımdan, yolumu düşürmedim. Bir yerlere sıkıca
tutunmak gerekiyor, bazı parmaklar yer küreye uzanmaya görsün, o an yer
yerinden oynuyor, art arda felaketler geliyor.
Ne yapalım, elden ne gelir. Bizler de sıkılmaya devam edelim. Sanırsın dünyanın sonu
geldi. Deǧil elbet. Oysa “vatan sol olsun” demek ne güzel.
Aydın Yılmaz
Amsterdam, 22 Haziran 2012