5 Nisan 2012 Perşembe

SU İÇEMEDİM GÖLÜNÜZDEN






SU İÇEMEDİM GÖLÜNÜZDEN


Dünyanın en büyük düzlüklerinden biri olan Hollanda’ya, kırmızı halılar üzerinde, dik tuttuğum başım ile yürüyemediğim gibi, bu yaban el toprağını eğilip, öpmek de kısmet olmadı. Babamın yeni aldığı Sümerbank’ın Beykoz ayakkabıları ile bu coğrfyaya ayak bastığımda, henüz dokuz yaşlarındaydım. Uçağımız inişe geçerken, kaptan pilot Amsterdam’da havanın yirmi derece ve bulutsuz olduğunu anons ederken, biz yolcular var gücümüz ile yumuşak inişinden dolayı kendisini alkışlıyorduk. Özel üniformaları ile bir içim su olan, ama insanın içmeye kıyamayacağı güzellikteki hostesler arz-ı endam edip, sağlı sollu bizim gibi kırsal kesimden devşirilmiş olan yolculara hizmet edip, gülümsüyorlardı. Babam Şükrü’yü lengerli fötr şapkasını kafasına iyice yerleştirirken; aceleci, telaşlı, göbekli, kısa parmaklı, iri burunlu, çopur yüzlü, ben misali kısa bacaklı, yerden bitme bir adam olarak tarif edeceğim. Pos bıyıklarını çekiştiren babam, annem Zarife ile oğulları olan ben Nuri’den, onlarca adım önümüzde tünelvari bir geçitten hızla ilerliyordu. Adeta “hık demiş de, burnundan düşmüş,” kocasının dişi versiyonu, bu güzelim bahar gününde dahi adının anlamının tezatlığını ortaya koyan, alabildiğine zevksizce kat kat urbalara bürünmüş, dik kaşlı, dar alınlı, büyük ve sarkık memeli, boncuk oyalı tülbendinin altında sakladığı saçlarını bana sormadığı halde, benim için süpürge ettiğini söyleyen anamın güllü şalvarından tutunuyordum. Küçük adımlarım ile etrafıma bakınarak, nereye gittiğimizi bilmeden, koşturuyordum. Ankara Esenboğa havaalanından sonra, gözlerimin önünden akıp giden görüntüler inanılmaz güzellikte ve bir hayli büyüleyiciydi. Boncuk boncuk çocuk gözlerime, bu güne değin, bu denli renkli bir ihtişam hiç ilişmemişti. Anlamadığım bir dilde sürekli anonslar yapılıyor, insanlar sırtladıkları çantaları ile onlarca değişik yöne doğru hızlı adımlar atıyorlardı.

Hiç istemediğim halde babam, beni ve annemi kaptığı gibi buraya getirmişti. Tamamen yabancısıydık bu diyarın. Bizi, gözüme babaannemin anlattığı masallardaki öcü ve canavarları aratmayacak gibi gözüken, çok büyük ayrıcalıklar bekliyordu. Öyle ya; Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinin, izbe Karakuyu Köyü nere, apayrı bir gezegen olan Hollanda neresiydi. Aman Tanrım ne kadar çok renk vardı burada; kırmızı, pembe, sarı, yeşil, turuncu ve diğer bütün renkler ne kadar cömertçe ve cesurca kullanılıyordu bu topraklarda. Bizim yelpazemiz; sadece siyah, gri, kahverengi ve diğer koyu sönük renkler ile sınırlıydı. Kırmızı, sarı, yeşil, pembe ceketli, montlu, pantolonlu insanlar, özellikle de uzunca boylu, altın sarısı saçları, yeşil ve mavi büyük gözleri, akça pakça tenli güzel kızlar dolanıp duruyorlardı. Babam uzun bir yürüyüşün ardından uzun bir bekleme kuyruklarının bulunduğu, içinde bizim Yozgat’da alışageldiğimiz gibi, sarkık bıyıkları olmayan polislerin bulunduğu gişelerden birisinin ardına durdu. Annem ile ben de gidip, babamın yanına iliştik. Babam sağ elini bıyıklarını çekiştirmekten alıkoyup, annemin kolunda şıngırdayan, bir düzine burma altın bileziğini elbisesinin kolunun altına gizlemesini kulağına fısıldarken, bizi de daha yakınına gelmemizi işaret etti. Babam ne derse onu yapıyorduk. Bu renkli el kapısının yolunu, yordamını, dilini ve kültürünü kendince bir tek O biliyordu. Sıra bize geldiğinde, polis önce pasaportlarımıza, ardından da yan gözler ile çok yüksek olmayan yukarılarımızdan, çabukça aşağılarımıza kadar üçümüzü süzdü. Allah kahretsin dercesine hızla vurduğu mühürlü pasaportlarımızı tekrar babama verdi. Anlaşılan fazlaca günahımız yokmuş ki, Sırat Köprüsünü geçmiştik.

Hollanda’ya geleli bir ay kadar oldu. Babam beni okula yazdırdı. Hiç dil bilmeme rağmen, Hollanda’lı çocuklar ile aynı sınıftaydım. Hollandacayı şimdilik bilmesem de zamanla oluşacak olan kulak alışkanlığı ve zorunlu pratik ile kavrayacaktım. Daha çocuk yaştaydım, zihnim açık, kafam olur olmaz bilgi kalabalığı ile dolu değildi. Bu kadar kısa bir zaman geçmesine rağmen şimdiden kendimi kurtaracak kadar konuşuyordum. Azmin pençesinden yabancısı olduğum kelimeler kendilerini kurtaramıyorlardı.

Bundan sonra yurdumuz, karnımızın doyduğu bu topraklar oldu. Bütün olumlu olumsuz yönlerine katlanacak, karınca kararınca bir şeyler katacak ve birlikte bir yaşam sürdürdüğümüz insanların sayısız katkısını göreceğiz. Fakat insanın kendi ülkesine, akrabalarına, arkadaşlarına olan özlemi de yabana atılacak cinsten değil. Şu an on yedi yaşındayım. Elbette olaylara yaklaşımım çocukluk yıllarımdaki gibi değil. Hollanda’ya geleli yaklaşık altı ay kadar olmuştu ki, artık Amsterdam’in her köşesini elim ile koymuş gibi buluyordum. Yeni edindiğim arkadaşlarım ile oynuyor, her gün yeni bir şeylere tanık oluyorduk. Günlerden bir gün babam yaz sıcağında bir kaç arkadaşı ile akşam üzeri bahçede oturup, rakı içiyorlardı. Babamın arkadaşlarından Ahmet Amca evimizin az ilerisindeki suda yüzmekte olan ördeklerin sesini duydu.
“Aah Şükrü, şimdi bu aslan sütünün yanında yağlı bir ördek budu ne giderdi.” diye iç geçirince, ben ve Ahmet Amcanın oğlu arkadaşım Rafet ile göz göze geldik. Bakışlarımızdan mesajlarımız yerini bulmuştu. Mutfaktan bir naylon poşet ve bıçak alarak koşa koşa suyun kenarında soluğu aldık. Tabi yem olarak da, bir ekmek parçasını almayı ihmal etmemiştik. Anlaşılır gibi değildi, her taraf başı boş ördekler, kazlar ve kuğular ile doluydu. Nasıl oluyor da bu kadar büyük ganimetlere, kimse elini dahi sürmüyordu.
Bugünlük de bu kadar deyip, vedalaşmak üzere olan akşam güneşi, durgun ve çok da temiz gözükmeyen suyun kıvrımlı yüzeyini kızıl bir parlaklığa boğuyordu. Onlarca ördek, hayran bıraktıran kıvrak hareketleri ve bin bir nazları ile birbirlerine kur yaparak, yüzüyorlardı. Zümrüt başlı, benekli, kar beyazı ve bazıları da kömür karasıydılar. Gagaları sanki çekiç ile üstten hafifce vurularak düzeltilmişlerdi. Ara sıra suya başlarını daldırıp, duş alıyorlardı. Çok geçmeden, Rafet ilk ekmek parçalarını mümkün olduğu kadar yakınımıza serpiştirdi. Onlarca ördek renk yelpazesi kanatlarını, kendilerinden beklemediğim bir hız ile çırpıp, yüksek olmayan kısa uçuşlar ile patırtılı gürültüler çıkartıp, ekmek parçacıklarını kapmak için üşüştüler. Rafet atik bir hareket ile ilk kurbanını kanatlarından yakaladı. Ardından hala gözlerimin önünden hiç gitmeyen kanını, ince zarif boynunu bıçak ile kesip, yere akıttı. Rafet kurbanını torbaya koyarken ben de ganimetimi yakalamıştım. İşimiz tamam derken, arkadaşım bir tane daha yakaladı. Tam kesmek üzereyken, burnumuzun dibinde bastonunu bize doğru sallayan çok yaşlı, yürümekte zorlanan bir kadının köpeği ile birlikte bize doğru geldiğini gördük. Rafet’in son kurbanı bu hengamede kaçıp, tekrar suya dalıp, korku içinde sudaki kızıl parıltıyı bozarak, ayaklarını geriye doğru itip, uzaklaştı. Biz de en az elimizden kaçan ganimetimiz kadar korku içindeydik. Ördeklerimizi koyduğumuz torbamızı olduğumuz yerde bırakıp, var gücümüz ile ayrı yönlere doğru koşmaya başladık. Yaklaşık on dakika geçmemişti ki, iki adet polis arabasının kıyameti kopararak olay yerine hızla, sirenler çalarak geldiğini gördük. Heyecandan at gibi soluyor, korku dolu küçük yüreklerimiz göğsümüzü gümbürdeterek dövüyordu. Şansımız yaver gitmiş ve bu belayı ucuz atlatmıştık. Rafet’in babası kıytırık, ucube, sülük, hödük, mendebur, mikrop, pis boğaz (kızgınlığımdan, saygıyı rafa kaldırıp, daha pek çok uygun tanımlamalar sıralayabilirim, ama hazretleri şimdilik bunlar ile yetinsinler) Ahmet Amca’nın rakı içerken, o çürük dişler ile tıka basa dolu mübarek ağzından, bakmaya kıyılamayacak güzellikteki ördekler ile ilgili sözleri çıkmasa, biz de böyle bir halt yemeyecektik elbette. Ördek ve diğer başı boş hayvanlara zarar vermenin cezasının; en az altı ay hapis olduğunu öğrendiğimde, dilim damağıma yapışmıştı. Allah’tan bu kıyım girişimimizin, ceremesinden paçamızı ucuz kurtarmıştık. Çocukluk ve bilgisizliğimiz buna benzer bir çok olayı yaşamamıza neden oldu. Bildiğim o ki, bilgisizlik, insanın başına türlü belalar getiriyor. İnsanın içinde olduğu bu Hint fukarası görünümlü cehalet konumumdan, pılısını pırtısını toplayıp, mümkün olduğu kadar daha uzak diyarlara; bilginin, ilmin, çağdaşlığın, insani güzelliklerin hakim olduğu yerlere gidip, oralarda soluk alıp vermesi gerekir.
Aradan bir kaç yıl geçip, ergenlik çağına geldiğimde, bu kez ilgim ördeklere değilde, barbi bebeklerini aratmayan Van Goch sarısını saçlarında en güzel şekilde barındıran Hollanda kızlarına karşıydı. Bütün uğraşılarıma rağmen, ördekleri yakalamaktaki performansımı, bu fıstıklardan birisini edinmekte gösteremiyordum. İçim gelen her bahar ile daha bir buruk, ezik ve de kendimi yapayalnız hissediyordum. Umudumu yitirmeden, sokakları arşınlayıp, ava çıksam da, sonuç hep nafileydi. On dört yaşındaydım, artık birşeyler olmalıydı. Evet biliyorum, yaşımın daha küçük olduğunu, önümde uzun bir ömrün olduğunu, bazı şeyler için aceleci olmamam gerektiğini söyleyenler, yok değil. Ama histerik duygularımı bastırmakta zorlanıyorum. Hislerimin kürek mahkumuyum. Kısaca öyle veya böyle; ben de hayatımın açık olan kapısını görmek istiyorum.
Hollandalı kız ve erkek çocukları bu ilişkilerde çok rahattılar. Bu evrelerini cinselliği tanıyarak yaşıyorlardı. El ele tutuşup, öpüşüyorlar ve insan hayatının belki de, en heyecanlı anlarına cesurca adımlar atıyorlardı. Oysa ben Yozgat’ın Boğazlıyan Karakuyu Köyünden gelen Nuri ise ümüğümü çekiştirip, onlara bakınmakla yetiniyordum. Tanrının iyi diye belirleyip, bir tarafa ayırdığı erkek kullarına cennetinde kırk tane huri vereceği rivayet ediliyordu. İyi kadın kullarına da, kırk tane Nuri verecekti. Belki ben sadece bilinmeyen bir zamanda, birilerinin kırk Nuri’sinden bir tanesi olacaktım. Bu sahiplenme kırkta bir oranında ve ayrıca peşin degildi. Oysa ben veresiye olanı beklemeden, Hollanda’daki hurilerin Nuri’si olmak istiyorum. Vaziyet kötü demekten dahi çok daha berbattı. 
İnsan insanın zehrini alır, derler. Benim de ağularımı benden alacak, her bakışı diğerinden daha güzel, bin bakışlı bir sevgilim olmalıydı. Her gün; edalı, güzel endanlı, körpe kıvırcıkları andıran Hollanda sülünlerinden birilerine aşık oluyor, açılamıyor, kalbimde prangaladığım duygularım, kırık cam parçaları gibi acıtıyor, parçalıyordu. Acılarım dilsiz, hüznüm sonsuz, aşklarım hep platonikti. Üzerinden aşmak istediğim yüreğimi hoplatan her çıta, gürültü ile her defasında düşüyordu. Kendimi yerlerde buldukça, daha da karamsarlaşıyor ve hayattaki neşemi, duruşumu tarifsiz büyüklükteki bir erozyona uğratıyordum. Tutunamayacağım boş bir hüsran ile baş başa kalmak, kaçınılmaz kaderim olmuştu.
Ancak beş yıl gibi uzun bir süre sonra parasal durumumuzu biraz olsun düzeltip, okulların tatil olması ile birlikte, biz de nihayet çok özlediğim doğduğum topraklara, arkadaşlarıma ve akrabalarıma gidecektik. Bütün hazırlıklarımızı kısa sürede tamamladık. Bir çok bavulu istifleme hediye ve elbiselerimiz ile doldurduk. Kalbim, tıpkı ördek maceramdan sonra yaşadığım heyecanı aratmıyor ve yerinde dur durak bilmiyordu. Eminim bu tatil bana çok iyi gelecekti. Gem vurmakta zorladığım duygu ve düşüncelerim bir süreliğine de olsa başka tarafalara kanalize olacaklardı.
Beklenen gün geldi ve bütün eşyalarımızı kaptığımız gibi havaalanının yolunu tuttuk. Direksiyonda ucube, mendebur, kepaze, hödük.... Ahmet Amca vardı. Ama aldırmıyordum. Bizi hava alanına arabası ile bırakıp, dönecekti. Çok kalabalıktı. Sanki bütün yabancılar tatile gider gibiydi. Eşyalarımızı indirip, Ahmet Amca hazretlerini uğurladık. Ne idüğü belirsiz, cenabet, hergele, odun, kalas... Ahmet Amcanın arkadaşı, Çopur babam yüklediği valiz arabasını, kamyonet gibi"tıss..." sesleri çıkrarak, hızla anam ile benim önümde ittiriyordu. Bu kez annemin şalvarından tutunmuyordum. Annem şalvar yerine artık, güllü etekler giyiyordu. Jöleli saçlarımla, babam ve annem görünümündeki onca yabancı arasında, seçebildiğim Hollandalı kızlara bakıp, son an uzatmalarını oynayarak, fiyaka satıyordum. Aşk; anlık da olsa, tesadüfleri sever diyorlar, belli mi olur deyip, farları sonuna kadar açtım.
Köyümüze vardığımız zaman, hani derler ya; “dünyalar benim oldu” aynen öyle. Dedelerime ve ninelerime bir güzel sarılıp, hasretle ellerinden öptüm. Meğerse ne kadar çok özlemişim onları. Aynı zamanda arkadaşlarımı da yeniden gördüğüme müthiş sevinmiştim. Oyunlar oynarken elbette en çok merak edilen konu yine Hollanda kızlarıydı. Onlara bizim Yozgat’ın aksanı ile Hollanda’yı anlatırken; 
Suyu bol çimemiyon,
Çimi bol oturamiyon.
Ağacı bol sapan yapamiyon.
Kuşu bol vuramiyon.
Kızı bol öpemiyon... diyemiyordum. 
Her gün sarışın bir Hollandalı ile birlikteydim, tabir yerinde ise, “bir elim yağda, bir elim baldaydı.” Ben Hollanda’lı hurilerin biricik Nuri’siydim.


Amsterdam, 5 Nisan 2012 



 

10 Şubat 2012 Cuma

HALİL’in TASI VE HAMAMI




HALİL’in TASI VE HAMAMI
       Markası Samsonite da olsa, yıllardır oradan oraya sürüklediği kırmızı bavulunun alttaki tekerleklerinden biri artık yalpalar hale gelmişti. Bir iki gün kalmak gayesi ile girdiği otelin koridorunda biraz zorlanarak çekiştirdiği, içi tıka basa elbise dolu olan valizi, tekerleği yağsız kalmış bir kağnı arabasını andıran garip sesler çıkarıyordu. Valizi otelin resepsiyonuna doğru sürükleyen, elli beş yaşına henüz basmış, düz dalgalı – kırçıl uzun saçları, gür kaşlarının gölgesi uzun kirpiklerinin üzerine düşen, dolgun yanakları ve biçimli burnu ile yıllardır yurt dışında sürgün hayatı yaşayan Halil’di. Sürgün hayatına nihayet son verip, bir aylığına yıllardır yaşadığı Hollanda’nın Amsterdam kentinden pılısını pırtısını topladığı gibi, soluğu İstanbul’da almıştı. Güzellikten, adil olmadan ve insani eşitlikten yana pır pır atan yüreği göğüs kafesine sığmıyordu. Sultan Ahmet semtinde taksiden indikten sonra, gözüne ilişen ilk otele daldı. Ay Işığı otelinde günde on dört saatten fazla görevli olarak çalışan Adıyaman’lı Abidin oturduğu tezgahın arkasında henüz yeni doğmuş olan iki aylık kızı Pelşin’i düşünedururken, gürültüleri duyup, gözlerini yaklaşmakta olan Halil’e dikti. Otel sahibi, oldukça hırslı bir işveren olan Adıyaman Kahta’lı Osman Bey, Abidin’e sürekli müşterinin kral olduğunu hatırlatıyor, velinimetlerine karşı kendilerinin her daim nazik ve güler yüzlü olmalarını tembihliyordu. Oysa filinta gibi, yeşil gözlü kıvır kıvır saçları ile yirmi beş yaşında, incecik bir dalı andıran Abidin açısından; bu nasihatlara gerek olmadığı halde, dökük ve yer yer irili ufaklı çukurların bulunduğu etli suratı ile Osman Bey; “ben yine de bir kez daha söyleyeyim”deyip, yineliyordu.
        Halil valizini yere koyarken, her ikisi de aynı anda birbirlerine iyi akşamlar mahiyetinde gülümseyip, selamlaştılar.
“Buyurun abi, hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“İki veya üç gün kalabileceğim rahat bir oda istiyorum”
“Tabii abi, emriniz olur. Size hemen en iyi odamızı vereyim. Manzarası hoştur. Yalnız önce sizden kimliğinizi rica etsem.” Halil cebinden Hollanda kimliğini usulca çıkarıp, Abidin’e verdi.
“Abi siz Hollanda’lı mısınız? Bu Hollanda kimliği de.”
“Öyle sayılır. Uzun zamandır orada yaşıyorum.”
“Anladım abi. Ben hemen kimlik bilgileriniz yazayım ve sizi odanıza çıkarayım.”
“Peki. Teşekkür ederim.”
        Odasına geldiğinde, önce etrafa göz attı, ardından siyah rugan ayakkabılarını çıkarmadan sırt üstü, kar beyazı çarşaflar ile örtülü yatağa uzandı.Yorgundu. Düşünceliydi. Özlem doluydu. Meraklıydı.Kafasının içi karma karışıktı. Bir kaç gün bu otel odasında kalıp, önce gözlemlerde bulunmak ve daha sonrasında, İstanbul okyanusuna açılmak istiyordu. Ne de olsa geçip giden, kendisinden pek çok değeri alıp götüren ve belki de bir o kadar kazanımı getiren yıllar, bu okyanusta yeniden kulaç atmakta acemilik çektirebilirdi. Ama sonuçta, henüz giderme olanağını bulamadığı halde, sevdiği şehirde soluk alıp, veriyordu. O’nun İstanbul’u yüreğindeydi. Hasretliğini kalbinde her an ince bir sızı olarak hissettiği şehir, güzel bir kadının ak döşünde yer alan inci bir gerdanlıktan farksızdı. Yedi tepesinde de anıları, arkadaşları, dostları ve akrabaları vardı. Yetiştirebilirse herkesi tek tek ziyaret edip, onlar ile görüşecek ve geçmişi yad edecek, nostaljiyi iliklerine kadar duyumsayıp, boğaza karşı ince belli bir bardaktan, buğulu rakısını yudumlayacak. Merhaba İstanbul diyecek.
        
Mutsuz bir evlilik yapmıştı. Bu mutsuzluktan tek kârı; O’nun en büyük dayanağı, değeri, ayakta kalmasını sağlayan ve mutluluğu olan kızının kendisine armağan olarak sunulmasıydı. Şimdilerde uzun kumral saçları, açık maviye çalan gözleriyle ile yirmi yaşında olan Jale İsot, kalbini dolduran tek varlıktı. Doğduğu ilk gün, minicik yavrusunu büyük bir sevgi, şevkat ve itina ile avuçlarının arasına doldurup, odadakilerin şaşkın bakışları arasında, dilinde bal gibi hissettiği bir melodi ile odanın bir köşesinden diğer köşesine kadar delileri aratmayacak şekilde dans etti. Dünyanın bu en güzel ve masum yaratığını usulca tekrar yerine koydu. Odada bulunanlardan, şaşkın bakışlı sağlık personelinden ve yakınlarından kocaman bir alkış aldı.

“Dünyanın en güzel en küçük kadını ile dans ettim, beni kırmadığınız için size teşekkür ederim, prenses. Yüreğimize hoş geldiniz.” Deyip kızını kokladı. Bütün bu güzellik sanki dün yaşanmış gibiydi.
        Arkadaşlarına ulaşabilecek miydi? Kimler İstanbul'daydı, kimler ölmüş kimler kalmıştı. Merak ettiği o kadar çok olay ve kişi vardı ki, düşünceleri bir labirentin kanallarında akıp yol bulmaya çalışan suyu andırıyordu. Dile kolay otuz gün, otuz ay değil otuz yıldır ülkesinden, insanlarından ve bütün değerlerinden koparılmıştı. İstanbul ne denli değişmişti. İnsanlar ne alemde idiler? Ziyaretine gideceği insanlar onu nasıl karşılayacaklardı. Diğer yandan onların gözünde kendisi ne kadar değişmişti? Bu değişim olumlu mu, yoksa olumsuz muydu? Ve sorular yığını. Merak ettiği yığınla şey vardı.
        
Bu verimli toprakların ağaçlarının dallarından şiirler, romanlar, hikayeler, birbirinden güzel melodiler, tiyatrolar, filmler, her türlü kültürel ve sanatsal ürünü koparıp, ruhi şekillenmesini sağlayıp, aynı zamanda ufkunu genişletti. Yine bu ülkede pencereleri sonuna kadar açıp, dünyayı gözlemledi. Bilim ve felsefe ile tanıştı. Bütün bu kazanımları cömertçe bahşeden bu ülke, aynı zamanda polis copunu, insanlık onurunu yerle bir eden kahredici işkenceyi, yıllarca zindanlarda özgülüğünü gasp etmeyi de getirmişti.
        Hapishanede bulundukları koğuşta, Nazım Hikmet’in “Memleketimden insan manzaraları” adlı devasa eserini tamı tamına oluşturmuşlardı. Halil zaten mevcuttu. Galip adlı bir arkadaşları da vardı. Mahkum Fuat. “Mehtaba bakamam, yar gelir aklıma”diye mırıldanan Nuri. Bir kaç tane Hasan olmasına rağmen İzmirli Zeynel’i Beethoven Hasan olarak seçmişlerdi. Çünkü onun da işi gücü sürekli radyoda haberleri bulup dinlemek ve dinletmekti. Büyük burunlu, iri yarı bütün jandarmaların adı ise Haydar’dı. Nazım’ın bu muhteşem yapıtında mekan aynı olsa da, zaman ikinci dünya savaşı yıllarına dayanırken, Halil’in koğuşundaki zaman birimi de on iki eylül darbesinin sonrasında yaşanıyordu. Olup, bitenler gözlerinin önünden kareler halinde bir bir geçiyor, karelerde Galip Usta, Beethoven Hasan ve diğer arkadaşlarına gözleri iliştiği anda, onların sanki yanı başında olduklarının hissine kapılıp, kendi kendisine hafiften bu can dostlarına tebessüm ediyordu. Merak ettiği o kadar çok konu vardı ki, bütün bunları “acaba” diyerek zihninden geçirdi. Halil’in ülkesi şimdilerde dolu dizgin hiper aktifliğini, dudakları uçuklatarak sürdürmeye devam ediyor. Büyük değişimler de mevzilenirken, pek çok konuda da, bu coğrafya yerinde saydı.
       Devletin çukur veya düz olan taraflarının insan görünümlüleri, göz altında kaybettirmeye ve kişi onurunu oldukça derinden yaralayan işkencelerden ellerini ve eteklerini çekemiyorlar. Hastahanelerde, devlet dairelerinde, dolmuş duraklarında kuyruklar devam ediyor. Memurlar işlerini daha iyi biliyorlar ve rüşvet almaya devam ediyorlar. “Gelen kişi yakinimdir” arkası yazılı kartvizitler aracılığı ile torpiller diz boyu. Bayanlar daha çok kapanıyorlar, beyler de çirkin sakallar bırakıp, çirkin görünümlü bu kıl yığınlarını sıvazlamaları, revaçta olan en yaygın moda. Yolsuzluk, rüşvet, fuhuş ve benzeri olumsuz davranışlarda geri adım söz konusu değil. Tam gaz devam. Çalışanların maaşı bin lira olduğu halde, ev kiraları hala bin beş yüz lira ve Dünya ekonomistleri bunu gündemlerine alma cesaretini kendilerinde bulamıyorlar.  İnsanların çok büyük bir kısmı için herhanigi bir damlama olmadığından, göller oluşmuyor. Yoksulların terlerinden okyanusları oluşturanlar, bir elleri yağda, bir elleri balda, gel keyfim gel, hayasızca kulaç atmaya devam ediyorlar. Dolu küpler hallerinden memnun, sesi çıkmazken, yoksulların ise Erkin Koray’ın dillerinde pelesenk olan bir şarkısı var.   
“Arkası gelmez dertlerimin bıktım illallah
Biri biterken öbürü de başlar vermesin allah
Böyle gelmiş böyle gidecek korkarım allah
Yok mu çaresi dostlar fesupanallah

Alemin keyfi yerinde yine maşallah
Bize de bir gün kader güler güler inşallah
Böyle gelmiş böyle gidecek korkarım allah
Yok mu çaresi dostlar fesupanallah.”  
  

Köylüler şehirlilere kovalarda hediye olarak yoğurt taşımaya devam ediyorlar. Köylü şehirlinin efendisi olmayı bir türlü beceremiyor. İklim değişikliğinden dolayı, her yıl Mart ayında daha çok kazma kürek yakılıyor, ülkede bu konuda sıkıntı çekiliyor. Artık Adana’ya da kar yağıyor. Ama karın altında, her ne hikmet ise Kürt kalıyor. Alavere dalavere ediliyor ve Kürt Memet nöbete gitmeye devam ediyor. Mazlum ahının aheste aheste çıkmasına razı olduğu halde, bu konuda hiç bir ilerleme gözlemlenmiyor. Yeni icatlar da edildi. Ev hanımları mikro dalga aparatlarını iç çamaşırlarını kurutmak için, zenginler ambulansları eğlence kulüplerine zamanında yetişmek için kullanır hale geldiler. Bir fincan kahvenin hatırı, süre olarak kırk yılın çok altına düştü. Hep bana–rabbena dönemi daha çok öneme haiz olmaya devam ediyor. Ordu'nun dereleri, yukarı doğru akmasını bir türlü başaramadılar. Fakir insanlar dağbaşlarında “vatan –millet – Sakarya” üçlemi için ölmeye devam ediyorlar. Türkiye, hala sadece Türklerin. Türk olmak en büyük mutluluk iksiri olduğu gibi, terazinin bir kefesine konan bir Türk, diğer tarafa konan Dünyadan çok daha ağır geliyor. Her Türk asker olarak doğmaya devam ediyor. Türkün Türkten başka dostu hala yok. O neden ile Türkü koruma işi Tanrıya kalıyor. Aids virüsü Türkten sürekli tekme tokat yiyor. Ya sev ya da terk et diyenlerden, bu ülkeyi ve insanlarını daha çok sevenler, buruk yürekleri ile terk ederken, analarını yanlarında götüremiyorlar. En büyük hobisi puslu havada gezinmek olan kurtların ulumaları dinmek bilmiyor. Navigasyon aletleri çıktığı halde, Asenalar yol göstermeyi elden bırakmıyorlar. Köşe bucak bütün aramalarına rağmen “adalet” yerini bir türlü bulamıyor. Bir bayrak altında 72 millet barış ve huzur içinde yaşıyor! Ülkemiz bir hukuk devleti ve dört bir yanda çok homojen bir demokrasi var. Üç maymundan biri görmüyor, diğeri duymuyor ve üçüncüsü de bilmiyor. Hatçeler büyüyüp Hatiş olmaya devam ediyorlar. Ama komünist olmayı artık akıllarından geçirmiyorlar. Böyle bir düşünceleri olsa da bu artık tehlike arz etmiyor. Her bahar gelmesi beklenen komünizm, uzun süre rotar etti, daha sonra da gelmekten tamamen vaz geçti. Kürtler müzik aleti çalamadıklarından, çingeneler çalıyor, Kürtler oynamaya devam ediyorlar. Lakin peşrev zurna ile yapılamadığından, bunu çingenelerin ince siyah bıyıklar ile çerçeveli alımlı dudaklarında yerini bulan, klarnetler üstleniyor. Türkiye’ye dönen Kemal Burkay’a Van kedisi hediye edildiği halde, hediyeyi kibarca kabullenmediğinden, O’nun hala bir kedisi yok. Sezen Aksu ise kedi çiftliği kurdu. Aynı binanın sakinleri yıllarca bir binayı müşterek olarak kullandıkları halde, birbirlerinden uzak durmaya, selamlaşmamaya ve izole bir yaşantı sürdürmeye özen gösteriyorlar. Kahvehaneler balık istifi işsiz erkek dolu. Okey taşlarının sesleri dışarıya taşıyor. Kasaplar kıymayı hala bir kilogram diye, kemik payı adı altında sekiz yüz gram olarak veriyorlar. Arife Teyze Eminönü Camisinin önünde, ağrıyan dizlerini oturduğu yerde ovuşturarak güvercinlere yem satıp, yetmiş yaşındaki felçli kocası Arif’e bakmaya devam ediyor. Körler ne yazık ki, sadece ağızlarının yolunu biliyorlar. Öküz altında buzağı aramalar, tatsızlıklara neden olmaya devam ediyor. Bitli baklalar, sadece körler tarafında satın alınıyor. Hiçbir yerde az düşünenler, bu kadar çok konuşmuyorlar. Evliliklerde genelde anaya bakılıp, kızı alınıyor, anası kötü olan veya anası olmayan kızlar evde kalıyorlar. Dona alışık olmayan kıç sahipleri habire elleri ile donlarını tutmaya çalışıyor, boş bulundukları anda donları kıçlarından düşüyor. Terzinin söküğü dikilmediğinden, yırtık elbise ile dolaşıp duruyor. Sarhoşlar ve çocuklardan başka herkes yalan söylüyor. Gelinlere söylenecekler direk kendilerine söyleniyor, kızlar muhattap alınmıyor. Denizlere düşüp de yılanlara sarılanlar, yılanlar tarafından sokuluyorlar. Mütahitliği dişi kuşlar yapmaya devam ediyor. Ayakkabı boyayan çocuklar, hala ellerinin tersi ile ayakkabının tekini boyadığını, diğerine sıra geldiğini belirtmek için, eli ile müşterilerinin ayağının altına vuruyorlar. Bozulan ev aletleri, yumruklanarak tamir ediliyor. Gaz kaçağının olup olmadığı kibrit yakılarak kontrol ediliyor. Musluklardan “tisss” sesi eksik olmuyor. Üç ekmek beş nüfuslu aileye yetmemeye devam ediyor. Bor’un pazarı geçtiği halde, yaşanan eşek kıtlığından Niğde’ye gidilemiyor. Sevilen yarin el tarafından alınmasının nedeni, elbette ki Çarşamba’yı selin alması gösteriliyor. Urfa’nın etrafındaki dağların dumanları daha da yoğunlaştı. Gezinen ceylanlar ise birer birer avlanıp, midelere indirilerek yok edildiler. Mübarekler de mabadlarını kırıp, bu dumanlı dağlarda gezinmeseler ama, kazın ayağının öyle olmadığını Sağır Sultan çoktan duydu. Dolmuşçular yol ağzında, dönemeçte indirip, arkadan iki kişi , ortadan üç kişi için uzatılan paraları alıp, ustaca bozuk paraları arkaya doğru uzatıyorlar. Simitçiler simitçilerinin çıtır, seyyar satıcılar domateslerinin taş gibi olduğunu bağırıyorlar.
       Aslına bakacak olursak, tas ve hamam konusunda herhangi bir değişiklik mevzu bahis değil. Memleket manzaraları sayılamayacak kadar çok. Bunlar Halil’e rapor edileceklerden, devede kulak olanı.       
       Yığın halinde beynine çöreklenen düşünceler, Halil’i sevdalısı olduğu İstanbul’un ilk gününde çok yormuş olmalı ki, o gece deliksiz uyudu. Uyandığında güneş ışınlarının perdeleri aralamakta zorlanmadığını gördü. Odasına; yüzlerce kuşun sevinç dolu cıvıltıları, aynı güneşin ışınları ile birlikte doluşuyordu. Sokaklarda yerli halktan daha farklı allı yeşilli giyimli, sırtlarında taşıdıkları iri çantalarından hiç şikayetçi görünmeyen turisler vardı. Günün yoğun telaşı çoktan başlamıştı. Sokaklara kendilerini atmış olan insanların çoğu, ellerinde cep telefonları ile bağıra çağıra konuşuyordu. Önemli buldukları sorunlarına, mobil bir halde kurdukları diyaloglar ile çözümler getirme çabası içinde, bir yandan da hızlı adımlarla pür telaş, kafalarında koordinatlarını belirledikleri belli istikametlere doğru koşturuyorlardı. Halil yatağında iyice gerindi, yorganı üzerinden atıp, İsanbul’da uyanmanın farklılığını yaşadı. Çok geçmeden telefon numaralarının bulunduğu arkadaşlarının listesini aldı. Kahvaltı salonunda tavşan kanı çayın buğusunu elinin tersinde his ederken, karşı tarafa sevinç ile alooo.... diye bağırdı. Galip.... Ben Halil, Halil... Hollanda’dan.

Amsterdam, 10 Şubat 2012




26 Ocak 2012 Perşembe

VUR BELİNE KAZMAYI

 VUR BELİNE KAZMAYI
          
          Bu kısa metni adı Aydın, soyadı Yılmaz olan bendenizin, bir özeleştirisi olarak kabul edebilirsiniz. Aklıma ilk gelen hiçbir insanın adı ve soyadı ile bu kadar çelişmeyeceğidir. “Adına münhasır” olmak, gördüğünüz gibi, çoğu zaman pek çok beşerde mümkün olmayabiliyor. Beterin beteri olduğu söylenir. Aydın değil de, Satılmış, Gıyasettin, Rüknettin, Tacettin, Rıfkı, Hüdaverdi, Allahverdi veya daha orijinal bir  şey de olabilirdi. Satılmış Efendilerine kime, kaça satıldığı, Rıfkı Beyzadelerine ne rıfladığı, Rüknettin, Tacettin ve Gıyasettin hazretlerine “ söyle bakalım, ne ettin len sen ne ettin?” diye sorulabilir. Ya müstesna beylerimizden Hüdaverdi ile Allahverdi. Bu konuda Türkçe ve Kürtçe yarış halinde. Türkçe Allah verdi ise Kürtçe de Huda da vermeli. Durum 1-1 beraberliğini koruyor, her ne kadar diğer tüm alanlarda Hudaverdinin tarafı 10-0 hep yenik olsa da. İyi hoş da onları Huda veya Allah verdi de bizi kim verdi gibi soruların sorulması da, bu isimlerin anılmasının akabinde gündeme gelebilir. Bu durumda Aydın adına şükür desem de, ben yine de bu konuyu, rahatsızlık duyduğumdan dolayı bir nebze de olsa, deşelemek istedim. Kanımca böylesi rahatsızlıkların yaşanmaması için; daha işin başında olan ebeveynlerin, çocuklarına isim seçimi söz konusu olduğu zaman, daha dikkatli olmaları gerekir. Bu konuda önsezi ile kahinlik lüzum etmese de, fazla iddia içeren isimlerden de biraz uzak durmayı yeğlemek iyi olacak gibime geliyor. Aksi taktirde ismi ile bir ömür boyu çelişen bu şahsiyet, hem kişinin kendisini, hem de çevresini yoracaktır. Çevresinde her daim yürüyen, hareket halinde olan bir “bay veya bayan yanlış” olarak görülür. Etrafındakilerin zoraki göz ucu bakışları ile izlenirler ve rahatsızlık yaratırlar. Bu bir dikenin, “salına salına gelmesi için,  yarin saçlarına takılan kızıl gül” olarak adlandırılması gibidir. Ülkemizin eski başbakanlardan, rahmetli Yıldırım Akbulut, herhangi bir görüşünü dile getirmeye çalışırken; “böyle düşünüyorum kanaatindeyim” derdi. Alın benden de o kadar.
            Bazı isimler, kişinin mesleği ile bir araya geldiği zaman da çok komik durumlar ortaya çıkabiliyor. Avukat Güven Savun, muhasebeci Ahmet Aldıkaçtı, milletvekili prof.dr. Burhan Kuzu ve benzeri isimler tebessüm ettirmekte bir hayli başarılı oluyorlar.
            Söz konusu Aydın adını getirip, her insan gibi yaklaşık yüz trilyon hücreden oluştuğuna inandığım bedenim ve kişiliğim ile eşleştirmeye çalıştığınızda, dokuları uyuşmayan bir organ nakli gibi bir durum ile karşı karşıya gelindiği görülür. Garipliği su götürmeyen bu durum, tabiatı ile insanda bu ikili; isim ve şahsiyetin göze ve kulağa hitap etmesi halinde, “ne alaka”gibi sorular sorulup,  rahatsızlıklar duyuluyor.
            Kendi cephemde ,“Get babam get, başka işin mi yok?” demekten kendimi alıkoyamıyorum. İhtilalli bin dokuz yüz altmış yılının, bırakın saatini, hangi günü veya ayı olduğu (yaz, kış, ilkbahar, sonbahar’ına dahi razı gelirim.) tam bilinmeyen, Büyük Camili Köyü´nde doğan, yamru yumru, kocaman kafalı, bön gözlü, hilkat garibesi bebeğe, köy eşrafından olmayı kenarından da olsa yakalamayı başarabilen, namı diyar Heyderi Hecike, neden bu kadar isim kıtlığı yaşayıp, başka isim mi bulamadı. Brehhhh... brehh. El insaf doğrusu. Böylesine çelimsiz bir bebeğe, salt kendi çocuğu diye; kocaman kafasına aldanıp, oğlunun çift akıllı olduğunu sanarak, bu denli iddialı bir ad verilir mi? Elin oğlu, “o koca kafanın içinin boş olmadığı ne malum”, Haydar birader demez mi adama? Peki şimdilerde, yaşı kemale ermiş olan bu zat’a, bu isim ile “Aydın haa..  Öyle mi? Küçülsün de cebime girsin” demedikleri ne malum. Diyorlardır da elbet. Haksız da değiller hani. Görünen köyün kılavuz istemediği ve uzak olmadığı gibi, bu da aşikardır.
            Velhasıl, adımın anlamını “karınca kararınca” da olsa yakalamak üzere bu uçsuz bucaksız olan ince-uzun yola çıkıp, bu konuda yarım yamalak göstermeye çalıştığım gayretlerimin de, bir getirisi olmadı. Söz konusu yolun oldukça çetin olduğu, her birey tarafından bilinir. Soyadım olan   Yılmaz, bu çetrefilli yolda inat edip, ilerlemem için uygun bir içerikte. Yani yılmamam gerekiyor, aydınlanma yolunda ilerlemem gerektiğini tetikler anlamdaydı. Lakin buna da ters düşmek, kaderin cilvesini sürdürmesinin bir sonucu olsa gerekir, diyelim. Hazır suçlu da ortada olduğuna göre;
-Suçu sabit görülen “lötü kader”, ayağa kalk. Mahkeme kararı kesinleşti. Jüri oy birliği ile kararını bildiriyor. Cezan müebbet, ömür boyu aydın olmayacaksın. Allah sabırlar versin. Jürimüzün tavsiyesi, soyadınız Yılmaz olduğuna göre, bari cezanızı çekme konusunda bir yılgınlık içine girmemenizdir. Kolay gelsin!
            Yılmaz soyadı ile de oldum olası çelişmedim değil. Oysa bu soyadı sahibinin belli bir istikrar sahibi, dirençli ve inatçı olması gerekir . Hayata tutunurken, tam tersine belli bir süre sonra her şeyden yıldım. Halikarnas Balıkçısı; çizgili kağıda yazmayı ret edip, “Başkasının çizdiği çizgiden gitmek özgürlüğüme dokunuyor.” derken haksız değil elbette. Belki de bana da hep başkasının çizdiği  çizgilerde rota sürdürmek düştü ve bu oldukça yorucu oldu. Başkalarının belirlediği hatları sonuna kadar sürdürme azmini kendimde bulamadım. Çoğu zaman da; maymun iştahlılığının getirisi olan, “Düğüne gidip zurnaya, hamama gidip kurnaya aşık oldum”. Bu neden ile yaptığım, çalıştığım her iş en fazla iki veya üç yıl sürdü. Nadir de olsa yedi sekiz yıl süren işlerim de oldu ama, genelde değil. Yılgınlık her defasında gelip, bir canavar gibi kendisini gösterdi. Buna en iyi örnek pek parlak olmayan CV’mi sunmak olacaktır, ama o kadar da ileri gidip, daha fazla vaktinizi alacak kadar da cüretkar değilim. Her defasında başarıyı yakalamak için yola çıktığım zaman, hep baş ağrılarına yakalandım. Moral olsun gayesi ile aldığım ağrı kesiciler yan etkisi yaptı. Tesellilerin pek bir yararı dokunmadı.
            Bir yerde Yılmaz soyadından, tıpkı her gün hücrelerimizde DNA´larmızın kendilerini kopyalama işlemi esnasında bir çok hata oluştururken, bütün bu hataların üstesinden gelip, bunların kanserleşme potansiyeli ile savaşma misyonunu üstlenen P53 geni gibi bir görevinin olmasını beklediysem de, nafile. Yılmaz soyadı oluşan hata ve yanlışlıkların üstesinden gelme konusunda P53 geni olmanın çok uzağında kaldı ve böylesi bir işlevi hiç olmadı. Derken yılgınlıkların yığılı olduğu bir yaşam.
            Yığılı yılgınlıklar arasında, bir ömür boyu yüzlerce kez mırıldadığım (bir nevi korunak ve kuytu bir liman olarak gördüğüm), daha da mırıldayacağım bir melodi, dilimde pelesenktir:

Kendim ettim kendim buldum kendim ettim kendim buldum
Gül gibi sarardım soldum eyvah eyvah eyvah ey
Kendim ettim kendim buldum kendim ettim kendim buldum
Gül gibi sarardım soldum eyvah eyvah eyvah ey

Bilmez yar halımdan bilmez akan göz yaşlarım silmez
Bir kere yüzüme gülmez eyvah eyvah eyvah ey

Ve yine bu usandırıcı yılgınlıkların arasında ortaya çıkan iki güzel gelişme; biri dünyalar tatlısı, şimdilerde delikanlı olan iki ışıl ışıl oğul ve şu an huzur ve ağız tadı ile yaşanan bir birliktelik.
            Okuyucuya armağan sunarak, bir ilk de adına münhasır olmayan bu şahsiyetten, diyelim. Pek görülmeyen bir incelikte bulunalım. Okuma zahmetinde bulunduğu için, hediye olarak Bukowsky’den bir kaç aforizma ile özeleştiğimizi de sonlandıralım diyorum.
 “Saçımı taradım keşke yüzümü de tarayabilseydim.”
 “İnsan; Geçmişin hasretçisi, geleceğin özlemcisi, yaşadığı anın şikayetçisidir.”
 “Kadın olsam hayat kadını olurdum.”
 “Sizi bilmem ama ben her sabah ayakkabılarımı bağlamak için eğildiğimde tanrım yine mi? diye geçiririm içimden.”
            Ol hikaye bu, adı Aydın, soyadı Yılmaz. “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” lik bir durum mevzu bahis değil, maalesef. O halde buyurun buradan yakın! Ben kullanmıyorum, o neden ile ben almayayım. Dumanınızı da bana doğru savurmasanız sevinirim.


Amsterdam, 8 Ocak 2012



  


  

14 Aralık 2011 Çarşamba

BALIK





BALIK


Her ne kadar,

Değilse de Halil İbrahim sofrası,

Pırıl pırıl çatal ve bıçağın,

İnce belli buğulu narin bardakta,

Aklana aklana demlenenen aslan sütünün,

“Görüşmecinin gönderdiği yeşil soğanın",

Asık surat limonun,

Ketum bal kabağının,

Kıvır kıvır kıvırcık zūmrūt marulun,
Sipsivri acı biberin kıyıcığına,

Derin neşe-i muhabbeti buyur etti,

Cam gözlü pul pul balık!

“Pınar başından bulanır,

İner ovayı dolanır…”

Buyur etse de neşe,

Zoraki değil, “Canım oyy...”

Aşksız milim kıpırdamayor dünya.

Kılçık kılçık geldi derin muhabbet,

Dünya ha durdu, ha duracak.

 

Amsterdam, 12 Aralık 2010

 

22 Kasım 2011 Salı

MEZARLIĞIN DELİSİ




MEZARLIĞIN DELİSİ
          Doğup büyüdüğüm, artık iyiden iyiye de yaşlandığım, ayrılmaya ise hiç niyetimin olmadığı, köyüm Camili’de şu an misafir olduğum evin çatı katından gelen kuş cıvıltıları kulaklarımı tırmalıyor. Hiç beklemeksizin berrak güneşe rağmen ani bir yağmur çiseliyor. Üstünden buharlar yükselen çayı elime iliştiren ev sahibim Hüsso, yağan yağmura ve akseden güneşe bakıp; “Şeytan kızını evlendiriyor” diye mırıldadı. Ben de Hüsso’ya bakıp;
“Bu şeytanın da kaç tane kızı var?” demekten kendimi alıkoyamadım. Karşılıklı gülümsedik. Höpürdeterek çayımı yudumladım. Aslında bir şeyler de yemek istiyorum, ama puntuna getirip, ev sahibinden isteyemedim. Kendime ait bir evim olmadığından, köyümde her gün bir evde, sığıntı halinde bir misafirim. İçilen çayların ardından Hüsso’dan hatır isteyip, yola koyuldum. Yağmurun çiselemesi ve şeytanın kızının düğünü de sona erdi. Daha fazla kalıp, ev sahiplerini sıkmanın gereği yok.
          Su misali akıp giden, lakin bugüne değin kıymeti harbiyesini de pek görmediğim zamanımın büyük bir kısmını, yer altında hiç kimselere zarar vermeden, binlerce ölünün yattığı, ıssız, sakin ve dingin köy mezarlığında geçiriyorum. Ağaçsız, çiçeklerin rengarenk açmadığı, kuru ve belli bir yöne doğru bakan, binlerce dikili taşın yer aldığı, çölü andıran bir yer burası. Zaman zaman kırlardan kökü ve toprağı ile alıp getirdiğim çiçekleri mezarlığın dört bir yanına serpiştirerek ekiyorum. Bunlardan bir kısmı tutsa da, büyük çoğunluğu kısa bir süre sonra boyunlarını büküp, soluyorlar. Mezarlıkta çeşme olmadığından, köyden getirdiğim su da yeterli gelmiyor. Diğer bir anlamı ile “taşıma su ile değirmen dönmüyor” ve diktiğim çiçekler de hayat bulmuyor. Solan her çiçeğe üzülüyorum. Var olan taşlara her geçen gün, belli aralıklar ile yenileri gelip yer alıyor. Buraya gelenler ile köyde yeni doğanlar arasında sayısal fazla fark olmasa gerek ki, köyün nüfusunda fazla bir artış veya azalma olmuyor. Her ölü ile birlikte buraya iki taş dikiliyor. İnsanlar mezarlığın yakınından geçtikleri zaman, burada kendilerini nelerin beklediğinden bihaber sadece kefen denilen iki metrelik bir beze sarılıp yatanlara büyük saygı duyuyorlar. Yönlerini onlara doğru çevirip, dualar ediyorlar. Ölenin ardından, “gidenin yerinin doldurulamayacağı” bilindiğinden, geriye kalanlar daha da bir yalnızlaştıklarından, büyük acılar ve matemler yaşanıyor. Lakin zaman her şeyin dermanı olduğu gibi, bu yürek yakan, saçı başı yolduran, göğüs kafeslerini parçalatan büyük matemlerin üzerine kül serpmesini iyi biliyor. Öyle ki başlarda bu mekandaki yakınlarını bir iki bayramda ziyaret ettikten sonra, yaşayanlar oradaki yakınlarını kısa bir zaman sonra unutuyor. “Ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor.” Kabuk bağlayan yaralar ile birlikte, insanlar hayata tutunacak yeni dallar buluyorlar.
          Köylülerim büyük bir hüzün ve aylarca sürecek olan yasları ile, tabut denilen tahta bir sandukaya koydukları yakınlarının, artık hayattan kopmuş olan bedenlerini, fani olduğuna hepimizin aşina olduğu bu dünyadan sevdiklerini, oğullarını, kızlarını, kardeşlerini, eşlerini, sevgililerini, analarını, babalarını ve akrabalarını genç ve yaşlı demeden getirip, burada kazdıkları çukurlara gömüyorlar. Bu cansız bedenlerin üzerleri en  sevdikleri tarafından, aynı çukurdan çıkan, bütün insanların annesi olan toprak, kürekler dolusu atılarak kapatılıyor. Bütün anneler gibi, toprak ana da güzel kokar. Kazılıp havalandırıldığı zaman mezarlığa dünyanın en güzel kokusu yayılır. Oldum olası bu kokuyu çok severim. Yağmur yağdığı zaman, bütün köylülerim sığınacak bir ev veya saçak altı aranırken, ben yaz kış yanımdan ayırmadığım, artık iyice paralanmaya yüz tutmuş olan siyah paltomu kafama geçirir, yağmurun az veya çok yağmasına aldırmaksızın, ıslanan toprak ile birlikte yayılan buram buram kokuyu yorgun ciğerlerimin derinliklerine çeker, köylülerim evlerinin küçük buğulu camlarının ardında tavşan kanı çaylarını yudumlar iken, onların tedirgin ve şaşkın bakışları altında duygu yoğunluğu yaşarım. Onlar bana ve yaptığıma bir anlam vermezlerken, doğrusu ben de onların bu hallerine karşı içimde aynı anlamsızlığı taşırım. Onlara benzemediğim için bütün hal ve hareketlerim ile deli damgasını, affınıza sığınıyorum, deyim yerinde ise; kıçımın sol tarafına yerim. Deliliğin ölçütleri nelerdir, insan hangi durumlarda deli olarak adlandırılır bilemiyorum.
          Altmış yaşındayım. Köyde pek kimim kimsem yok. Olanlar da bana sahip çıkmazlar. Canları sağ olsun. Bana karşı onyargılı olanların gözünde, biraz süfli bir görünümüm olabilir. Ama gönlümün ve kalbimin ne denli lüks döşemeli birer saray olduğunu bilenler de var elbette. Saçım sakalım iyice ağardı. Saçlarımda hala öyle fazla dökülme yok. Kıvır kıvır doğduğum günden bu yana yerlerinde duruyorlar. Hiç evlenmedim. Hep uzaktan uzağa sevdim. Üzümlere uzanamayan tilkiler gibi, her defasında da ekşi deyip, kalbimi kandırmakta zorlandıysam da, eninde sonunda bunu başardım. Anlayacağınız, gerçekleşmesi mümkün olan dualara amin dedim. Kolay olmuyordu elbet, ama amin demenin de bir anlamı yoktu.
          Her ölünün ardından, köylüler mezarlıkta sevdiklerini bırakıp gittikten sonra onlar ile yine ben baş başa kalır, kabirlerinin üzerinde kendi bedenleri kadar taşan taze topraktan saygıyla bir avuç alır, koklarım. Sakın mezarlıkta dolanan bir “nebbaş” olduğumu sanmayın. Ben sadece kendimi gözlerden uzak, bu zararsız insanların arasında huzur içinde bulduğumdan, buradayım. Mezarlıktan el ayak çekildikten sonra, avucumda mis amber kokulu toprağım ile bu diyarın, artık hepten sakin olan sakinine ağlar, O’nun ile konuşmaya çalışır, hayattayken nasıl bir insan olduğunu, neler yaptığını, huyunu suyunu aklımdan geçiririm. Diğer mezarları da hemen hemen her gün dolaşır, onlar ile sohbet eder, hal ve hatırlarını sorarım. Ailelerinden ve köyden haberler veririm. Mümkün olduğu kadar onların sevinip, mutlu olacağı gelişmeleri anlatırım. Sohbetlerimiz esnasında kendimce onların da bana bir şeyler mırıldandığı varsayımını içimde titizlik ile barındırırım.
          Bu bahar sabahında çok iyi tanıdığım on dokuz yaşında gencecik, dünyalar güzeli, al yanaklı, siyah kıvırcık saçları omuzlarına dökülen Bahar’ı getirip, toprakla buluşturdular. Bahar´ın dalları bahar mevsiminde kurudu. Avucumda toprağım, gün gece yarısı olmasına rağmen çekip gidemedim. Hala boncuk boncuk göz yaşları döküyorum. Yakınım falan değil, olsa da fark etmez. Duyacağım acı aynı olur. Hayat dolu, saygılı, iyi bir aile terbiyesi almış, güzeller güzeli, bir içim su, gencecik bir fidandı. Bu fidan küçük de olsa bir ağaca dönüşüp, meyve vermek üzere iken, toprağa yığılıp, kaldı. Bahar’ın yazgısının böylesine kara olmasına şaşırıyor ve isyan ediyorum. Erol’u ne kadar da çok seviyordu. Bütün hayali onun ile bir an önce evlenip, mutlu bir yuva kurmaktı. Erol ile beş ay öncesinde nişanlanmış ve ardından nişanlısı çalışmak üzere tekrar İzmir’e gitmişti. Bahar bir ay öncesine kadar adeta sapasağlamdı. Bir kaç şikayeti üzerine Ankara’da doktora gitmiş ve yapılan muayene ve tetkikler sonucu kanser illetinin bütün iç organlarını kapladığını, çok geç kalınmış olduğunu ve buna bağlı olarak da oldukça kısa bir zaman yaşayacağını yakınlarına söylemişlerdi. Bahar’ın hastalığını fazla duyurmadılar, nişanlısı ile haberleşmelerinde önemli olmayan bir rahatsızlığının olduğunu belirtmişti ailesi. O’nu deliler gibi seven Erol’un Bahar’ın ölümünden haberi bile yoktu. Dün akşam Bahar büyük umutlar beslediği hayattan beklenenden de erken ansızın elini ayağını çekip, çakır gözlerini yumdu.
          Mezara sanki büyük bir aceleleri varmış gibi atılan toprağı, içim acıyarak düzeltiyorum. Her ölüm elbette ki söylendiği gibi erkendir. Fakat bu kadar erken olanına da yürek dayanmıyor. Uzaktan Bahar’ın baba evinde, gecenin bu saatinde hala büyük bir yoğunlugun yaşandığını, büyük taş duvar avlusunda yanan ışığın yardımı ile görüyorum. Kim bilir annesi şu an kendisini nasıl yerden yere vuruyordur. Sırasıyla Bahar’ın babası, kardeşleri akrabaları ve uzaklarda olan, olup bitenden hala bihaber olan nişanlısı Erol’u gözlerimin önüne getiriyorum. Hepsinin hali yüreğimi paralamaya yetiyor. Baba evi yıkıldı. Ailenin dallarına baykuşlar kondu. Gülleri hepten döküldü. Belleri büküldü. Avucumda bulunan toprağı tekrar, yerin altında cansız yatan Bahar’ın üsntüne dualar eşliğinde usulca serptim. Yüreğimde ince bir sızı ile kalktım ve mezarlığın içinde bir iki defa turladım. Ay ışığında mezar taşlarında yazan isimleri seçmeye çalışarak, orada kimin yattığını ilk defa görüyormuşum gibi heceleyerek okuyorum. Ne kadar da muhterem insan yer alıyor burada. İsimleri okudukça, onların hayatta iken hatırladığım halleri birer birer gözlerimin önüne geliyor. Aniden aklıma geldi, peki ben de ölüp, buralarda bir yer bulursam, benden sonra kim benim gözlemlerimi devam ettirecek. Mezarlığın delisi kim olacak? Benim mezarıma gözü iliştiği zaman, içinden benim hakkımda neler düşünecek. Dua okurken bunu gerçekten hak ettiğimi düşünecek mi? İyi olan yanlarımı daha çok hatırlayıp, gülümseyecek mi? Belki de, benim bazıları için söylediğim gibi; “hadi hadi iyisin” diyecektir.
          Ben “Mezarlığın Delisiyim”. Camili’li köylülerim, kendi aralarında benim için böyle diyorlar. Bundan gocunduğum yok. Benimkisi ince bir yürek sızısı. İnsan dediğimiz en kıymetli varlığın, bir anda gürül gürül akan hayattan koparılıp, geride kalan sevdiklerini üzüntüye boğmalarını kabullenemiyorum. Her Ölümün ardından, duyulan onca üzüntü ve aylarca tutulan yas, biraz da geride kalanların kendileri için olsa gerek. Yürekleri dağlayan matemimiz ve ağıtlarımız çekip, giderek bizi terk edenler için değildir. Tam tersine bütün bunlar baş başa kaldığımız yalnızlığımızadır. Mezarlığın delisi bendeniz; ip gibi dökülen göz yaşlarımız; aslında kendimiz içindir, diyorum. Sizce de öyle değil mi?  


Amsterdam, 22 Kasım 2011 

30 Ekim 2011 Pazar

ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ

 ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
Cam mavisi pırıl pırıl gökyüzünde balıklar yüzmediklerinden, Camili Köyü sakinleri de oltalarını alıp, bu devasa bir okyanusu andıran boşluğa sallayıp, avlanamıyorlardı. Göz kamaştırarak, insanı alabildiğince huzurlu kılan bu güzelim, berrak mavilik; Camili Köyü etrafına serpişmiş olan, ağaçsız kuru tepelerin çok da yüksek olmayan doruk noktalarına kadar yayılıp, deve hörgücünü andıran coğrafya ile adeta birleşmiş gibiydi. Camili’de bir bahar gününün erken saatleri. Uçsuz bucaksız evrenin bu bölgesinde büyük bir sessizlik hakim. Horozların gırtlaklarını yırtarcasına bağırtıları duyulmuyor artık. Köyün harman yerinde sabah kahvaltılarını, burunlarından sesler çıkararak yapan ve arada bir her nedendir bilinmez; belli aralıklar ile anırma gereksinimi duyan eşeklerin sesleri duyuluyor sadece. Bütün köylüler derin uykularından, otomatik kurmalı horozları tarafından uyandırıldılar. Erkeklerden bazıları hayvanlarına bakmaya, kimi bir şeyler yeme, bir kısmı ise tarım aletlerinin bakımına yönelirken, çoğu kadın bir eli ile bellerini, diğer eli ile yörede ‘çalğı’ denilen büyük ot  süpürgelerini sıkıca tutup, evlerinin önünü derin düşüncelere dalarak süpürmeye başladılar. İki büklüm yere eğik vaziyette süpürme işine girişmiş olan kadınlar; sabah kahvaltısında sofraya ne koyacaklarını, gurbette olan çocuklarını, kocasından yakın zamanda yediği dayağı, evini, kızına ne zaman iyi bir talip çıkacağını, yaşam koşullarının zorluğunu ve gündelik hayatın pek çok kesitini gözlerinin önüne getirerek derin düşüncelere daldılar. Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, Camili köylüleri için de bütün sıkıntılara rağmen paha biçilmez değerde olan ve geriye kalan ömürlerinin yeni bir ilk günü başlamıştı.
Kumkent öykülerinden de tanıdığınız Heyderi  Hecike, sabah namazının ardından çok sevdiği sabah uykusundan biraz daha nasiplendikten sonra, kırmızı saten bezi ile kaplı yün yorganını sağ ayağının atik bir hareketi ile ileriye doğru atıp, hafif bir gerinme ile yatağından kalktı. Kırk yıldır hayatın her alanında yollarının kesiştiği hayat arkadaşı Zewe çoktan uyanmış, çocukları ve kocası için sabah kahvaltısı hazırlıyordu. Güneş geçen her dakika evreni daha çok ısıtıyordu. Heyderi Hecike çizgili zebra pijamalarının ceplerine soktuğu elleri, yüzde yüz pamuktan yapılmış olan bez parçasını sündürürken, bir yadan da biçimli burnunu hafif çekiştirip, gür kaşlarını birleştirdiği gözleri ile Zewe’ye ters ters baktı. O bir anlamda zevcesi Zewe’ye vücut dilini kullanarak, günaydın demek istedi. Zewe de bu hoş olmayan bakışları olumlu algılayıp, aynı zamanda ‘günaydın’ mahiyetinde kabul edip, çehresinde onlarca benin yer aldığı kafasını eğerek, kocasını yanıtladı. Dane dane benli Zewe Hatun mütevazi kahvaltı sofrasına hazırladıklarını tek tek koydu. Sofrada neler yoktu ki; her biri ekmek ile en az iki defa ısırılmak koşulu bulunan siyah zeytin, bir kase yoğurt, çökelek ve dört adet haşlanmış yumurta. Daha ne olsundu ki! Sofranın hazır olduğunu görüp, çocuklarına ve kocası Heyderi Hecike’ye seslendi. Haydar biraz ağırdan alsa da, çocuklar bulundukları köşelerden hışımla sökün edip, sofranın başına üşüştüler. Yer sofrasının bezini dizlerinin üzerine getirerek, bağdaş kurup, sabırsızlanarak Zewe ve Haydar’ın da buyur etmelerini beklemeye koyuldular. Zaman geçmek bilmiyordu. Ama yapılabilecek bir şey yoktu.
Haydar tam kahvaltı sofrasına yönelirken, Kuyular Köyü’nden ablası Sultan’ın kocası Hinto’nun boz bir eşeğin sırtında, ayaklarını sallaya sallaya evin avlusundan içeri girdiğini gördü. Haydar bütün misafirperverliğini göstererek, eniştesi Hinto’yu resmi bir ziyarete gelen bir devlet büyüğünü karşılar gibi buyur ettiyse de, kırmızı halının eksikliği belli oluyordu. Hani O da geleceğini bildirmiş olsaydı, kırmızı olmasa da siyah bir halıyı elbette tedarik ederdi. Ne de olsa biricik damatlarıydı. Damat Hınto çok renkli bir kişilikti. ‘Bilinen ve görülen’ tüm uzuvları büyüktü. Elleri, ayakları, gözleri, burnu, kulakları ve kafası oldukça iriydi. Birlikte kahvaltı ettiler, oradan buradan konuşurken komşu köyden Haydar’ın ablasının, yeğenlerinin ve tanıdıkların kucak dolusu selamları da iletildikten sonra yer sofrasından kalktılar.
Hınto Camili Köyü’ne kaynı Heyder’i Hecike’nin yanına tohumluk buğday almak için gelmişti. Maruzatını anlattıktan sonra, bir kaç evi dolaştılar ve sonuçta Mahmut’u Nuri Qero’dan gerekli olan tohum yapılan uzun pazarlıklar sonucu sağlandı. Hinto geceyi Haydar’ın evinde geçirecekti. Mahmut´un evinden döndüklerinde, Hinto´nun eşeği avluda başıboş  dolanıyordu. Camili ve çevre köylerde büyük su sorunu yaşanıyordu. Bölgede yaşanan kuraklık Kerbela çölünü aratmıyordu. Köy sakinleri büyük umutlarla evlerinin önüne en azından gündelik ihtiyaçlarını karşılaması için kuyular kazıyorlardı. Kimisinde beş on metre inildiğinde su izine rastlansa da, çoğu kuyuda derinlere de inilse herhangi bir ıslaklık dahi görülmüyordu. Haydar da bu umutla evinin önüne büyükçe bir kuyu kazdırmıştı. Kuyunun derinliği on metreyi bulduğu halde herhangi bir umut yok gibiydi. Bütün zahmetleri boşa gitmiş gibiydi. Hinto da kuyuya bakıp, buradan su çıkacağını sanmadığını dile getirdi. Haydar da gayri ihtiyari onaylar gibi yaptı. Bu arada Hinto´nun geldiğini duyan, Haydar´ın ağabeyi Şiho, amca oğlu Selahattin, Osman ve Kamber de Hınto´ya hoş geldin demek için gelmişlerdi. Akşam yemeği yendi, ardından tavşan kanı çaylar içildi. Uzun uzadıya sohbetlerde çevre köylerden, yakın zamanda vuku bulan olaylardan, politikadan, onlara göre Demirel´in başarılı politikalarından, sağ sol çatışmalarından ve daha pek çok konuda koyu sohbetler edildi. Yunanlı´ların her nedense her daim kaşına duran sırtlarının kaşıntısı da tırnaklar geçirilerek, giderildi. Sorun yumağı bu toprakların ‘memleket meseleleri’ olarak da adlandırılan  sorunları bir kez daha ayağı kırık masaya yatırıldı. Damat Hınto politik konularda pek takıntılı değildi. Türkçe dili ile başı hep belada olduğu halde, O Türkçe konuşmakta direniyordu. Kendileri İç Anadolu bozkırının en iyi define avcısıydı. Onlarca definenin yerini bulmuş, ama her defasında ganimetlere elini sürememiş, her defasında kazıyı yönetenler tarafından kandırılmıştı. Çok misafirperver olduğundan o şehirli definecilere evden yemek getirmek üzere evinin yolunu tutarken, geri döndüğünde misafirlerine bir türlü yemek yediremiyordu. Olan Haydar’ın bircik ablası Sultan’a oluyordu. Bir sürü yemek yapıp, dünyanın zahmetine giriyordu. Fakat Damat Hınto bulduğu defineler ile ilgili maceralarını anlatmaya başladığında, hemen Haydar’ın evinin duvarına asılı bulunan yeşil çerçeveli, yaldızlı karınca duasını işaret ederek; “aha bu kur’an üzerine yemin ederim ki” diyerek söze başlıyordu. En nihayetinde gün gece yarısına yakınlaşırken uyku saatinin geldiği, ev sahibi ve misafirler tarafından esnemeler eşliğinde hatırlandı.
Misafirler tek tek kalkıp evlerinin yoluna koyulurken, Zewe de misafire ve çocuklarına yataklarını hazırlamak üzere yorgan ve döşeklerin bulunduğu odaya yöneldi. Hinto ev halkından hatır isteyip, yatağına çekildi. Evi büyük bir sessizlik ve zifiri karanlık bürüdü. Hinto tam uyumuştu ki, sessizliği eşeğinin uzun uzadıya anırması bozdu. Avluda bu sırada büyük bir patırtı halinde gürültüler geldiyse de, kimsecikler aldırmadı. Hinto
Doğal olarak sabah bütün ev halkı ve misafir Damat Hınto da uzun uzun öten horozun sesi ile uyandılar. Damat Hınto, sabah kahvaltısının ardından kendi köyüne gitmeye hazırlanacaktı. Haydar ve Hınto sabah namazını birlikte kıldıktan sonra, kahvaltı hazırlanıncaya kadar, biraz daha dinlenmek üzere tekrar yataklarına uzandılar. Çocuklar daha mışıl mışıl uyuyorlardı. Derken kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıda,  çocukların garip bakışları altında Hinto'nun bir defada bir zeytini yediği, çocukların gözlerinden kaçmadı. İşin içinde bir adaletsizlik vardı. Hınto’nun gözleri artık çarıklarındaydı. Hınto avluda olan eşeğine baktıysa da göremedi. Haydar’a akşam eşeğinin bir yere gitmemesi için avlu kapısını iyice kapatmasını da sıkı sıkı tembih etmişti. Bir yere gitmiş olamazdı. Eşeğin yokluğundan haberdar olan ev halkı, etrafı kolaçan etmeye koyuldular. En nihayet akıllarına yeni kazılan kuyuya bakmak geldi. Evet korktukları başlarına gelmişti. Zavallı eşek kuyunun dibinde yukarı doğru mahzun gözler ile bakıp, kurtarılmayı bekliyordu. Haydar ve Damat Hınto ne yapacaklarını şaşırdılar. Çok geçmeden kuyunun başında epeyce meraklı birikti. Herkes eşeğin kurtarılması için bir fikir yürütüyordu. Köylülerden bir iki kişi kuyuya inip, kalın kendirler ile eşeği bağladılar. Yukarıya doğru her çekişlerinde eşek bir milim dahi kıpırdamadan olduğu yerde kalakaldı. Kalabalık zaman geçtikçe büyüyordu. Olayı duyan soluğu büyük bir merak ile Haydar’ın evinde alıyordu. Karşı mahalleden Sadıklar sülalesinden Almancı olan, Cemal de eşi ile birlikte gelmişti. Genç yaşında gurbet yolunu tutan Cemal, Alman eşi Helga ile tatile gelmiş ve bu büyük bir merak uyandıran olayı duyunca, mercedes marka otomobilleri ile gelip, kurtarma çalışmalarını izlemeye koyulmuşlardı. Fakat onca zaman geçmiş olmasına rağmen, zavallı eşeğin kurtarılması konusunda, hiç bir gelişme yoktu. Alman gelin Helga her defasında çığlıklar atıyor ve eşeğin çaresizliğine çok üzülüyordu. Oysa köylülerden daha farklı tepkiler geliyordu. Aslında Haydar ve Hınto dahil kimsenin umurunda da değildi. Hınto uzun uzadıya bir durum tahlili yaptıktan sonra, kuyuyu kapatma teklifinde bulundu. Zaten Haydar da dün akşam öyle yapacağını söylüyordu. Eşeğine gelince, artık ondan hayır gelmiyordu. Eşeği ne yazık ki yaşlıydı ve zor yürüyordu. Derken öneri bütün köylüler tarafından kabul görmüş, tek muhalif Helga’ya rağmen kuyunun eşek ile birlikte kapatılması yönünde karar alındı. Demokrasinin geçerli olan ilkesi çoğunluk olduğuna göre, böyle de oldu. Küreğini kapan kuyunun kenarındaki toprağı Alman gelinin çığlıkları eşliğinde, eşeğin üzerine doğru atmaya başladılar. Damat Hınto’nun eşeği üzerine atılan toprağa önceleri şaşakaldı. Atılan bir kaç kürek topraktan sonra, sırtında kaşıntı hissetmeye başlayınca silkelenmeye başladı. Atılan her kürek topraktan sonra aynı hareketi gayri ihtiyari tekrarlamaya başladı. Atılan her kürek toprak, eşeği gömme operasyonuna katılanları ve izleyicileri hayrete düşürüyordu. Bir müddet sonra atılan toprağa basarak yükselen eşek, bir mucizeyi gerçekleştiriyordu. Bu olup bitene köylüler oldukça şaşırırken, Alman gelin ise sevinç çığlıkları atıyordu. Evet nerede ise kuyu dolmak üzereydi. Derken eşek hiç bir şey olmamış gibi istifini bozmadan çıkıp, yürümeye başlarken, Helga bu kez latince bağırıyordu.
‘Carpe diem... Carpe diem’ eşek... Köylüler ne dediğini Alman gelinin kocasına sorduklarında, o da bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Yıllar sonra Alman gelinin bağıra bağıra haykırdığı bu sözcükler; internetin keşfinden sonra, Camili’li gençler tarafından hecelenip, çok şey bilen profesör Google Amcaya sorulduğunda, bunun ‘anı yaşa – gününü gün et’demekle eş anlamlı olduğunu öğrendiler. Camili’li gençler anlatılan bu öyküden ders çıkarmasını da bildiler elbette. İnsanlar hiçbir şeyi dert edinmemeleri, kendilerini gelip bulan sıkıntıları üzerlerinden silkelemeleri halinde, onlar da düzlüğe çıkacak ve ‘carpe diem’i birebir yaşayacaklardı. Öyleyse bütün iyimserliğimiz ile silkelenmeye devam. Silkelen... Silkelen... Evet size de ‘carpe diem’...


Amsterdam, 30 Ekim 2011


KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...