RAMO DAYI
İçine
gömülerek oturduǧu bordo desenli, eskimeye iyiden iyiye yūz tutmuş, tek kişilik
koltuǧun kenarlarına kıllı, titrek, nasırlı ve maviliǧi gözle görülebilen
damarlı elleri ile tutup, iri kıyım bedenini ileri doǧru çekerek, yavaşça
doǧruldu. Kıvrım kıvrım kilolu bedenini ayakta tutan, yaşlı kemikleri
sızım sızım sızlıyor, kır saçları dökülmeden kıvır kıvır kıvrılıyor, kırçıl
kaytan bıyıkları sırma sırma sarkıyor, kalın dudaklarının ardında çoǧu
çürüyüp, çatır çatır olmayan, dökülmüş dişleri ile yoǧun düşüncelerin kol gezdiǧi başı, yine inceden
inceye zonkluyordu. Tam karşısında, aynı model ikili koltukta oturan hanım, ince, narin ve maharetli parmakları ile tiril tiril danteller ören, ela gözlerinin altı yumru yumru,
yüzü çalakalem çizik çizik olduǧu halde, tam bir Kürt dilberi görünümündeydi. Şimdiye
deǧin kendisinden hiç incinmemişti. Tanrı tarafından pürüzsüz bir işçiliǧin bahşedildiǧi minarede, yer yer çatlaklar oluşsa da, ihtişamlı
mihrabını, önüne geçilemeyen bir inatla dimdik ayakta tutmaya çalışan, kırk beş
yıldır kahrını çeken, çetrefilli dünyasını her alanda kendisi ile "gık" bile demeden paylaşan, güzel gözlerinin
üstünde hilal kaşları olduǧu halde, bir gün olsun söylemediǧi, tavuklarına hiç bir zaman "kış" demediǧi, türünün çok
güzel bir örneǧi bu kadın; Ramo Dayının eşi, Ruken hanımdı.
Yetmişli
yaşlara geldikleri halde, hayat; başkaları için toz pembe olduǧu söylenen o gizemli yüzünü, kendi hallerindeki dünya tatlısı bu iki insana, her nedense, kısa bir an için de
olsa “ceeee” diyerek ortaya çıkarmadı, hep saklı kaldı. Yaşamın pembemsi
çehresini „sobelemek“ onlara hiç nasip olmadı. Belki de bir gün “Elmaa... elmaa...”
diye baǧırsalar bu da mümkün olurdu. Kendilerince sonucun nafile olacaǧını sezinlediklerinden, bu meyvayı sadece yemek ile yetindiler. Baǧırıp, çıǧrışmak
gibi bir eylemleri hiç olmadı. Belki de; "gül tenlerinde yareleri onlar istedi."
Babası
Fevzi yıllarca önce, Kızıltepe ilçesine baǧlı köylerinde, köy
aǧası Sümüklü Muro ile canına tak eden ırgatlıǧa isyan edip, aradaki
köprüleri yakmıştı. Ardından pılısını pırtısını toplayıp, bir at arabasına istifleme yüklediǧi
eşyalarını, karısı ve oǧlu Ramo ile soluǧu, şiir gibi bir kent
olan Mardin’nin tarihi Şar Mahallesinde aldı. Fevzi, geçmişin derin izlerini
taşıyan Şar Mahallesinde iki ay kadar işsiz gezdikten sonra, Mardin’deki bir
köylüsü vasıtası ile bir gümüş atölyesinde iş buldu. Oǧlu Ramo ve
karısı Döne’den oluşan çıtır çıtır çekirdek ailesini, telkari sanatını maharetli elleri ile kısa bir
zamanda öǧrendi. Gümüş işçiliǧi yaptıǧı halde, O sanatını altın bilezik yapıp, koluna
taktı ve bununla geçimini saǧladı.
Ramo’nun
gençliǧi de çocukluǧu gibi yoksulluk içinde debelenmelerle geçti.
Ortaokuldan sonra okula gitmedi. Babasının tüm dayatmalarına kulak asmadı ve
herhangi bir zanaatkarın yanına girip, çıraklık yaparak ailesinin yükünü
hafifletme yolunu hep elinin tersi ile itti. Askerlik zamanı gelip, çatmıştı.
Kapısını tak tak takırdatarak çalan, omuzlarına yıkılan bu yükmülülüǧü, zorunlu olduǧu için, uçara ve
kaçara mahal vermeden, olur olmaz anlarda boncuk boncuk terleyen, geniş
anlının akı ile bilfiil yaptı. Askerlik öncesi bir arkadaşının ısrarı ile yurt
dışına gitmek gayesi ile iş ve işçi bulma kurumuna yazılmıştı. Askerden döneli
iki hafta gibi bir zaman geçmişti ki, babasının sıkıcı bakışları altında aylak aylak
dolanırken, cehennem sıcaǧının hissedildiǧi bir yaz günü, postacıları düz
taban Mısto kah kasketini düzelterek, kah çantasının askılığını çekiştirerek ve ayaklarını yere sürüyerek,
yüzünde fark edilir bir mutluluk ile evlerinin alt tarafı kırılmış
avlu kapısında, elinde bir mektubu sallayarak girdiǧini gördüler. Bu sırada baba
Fevzi gümüş karalarını elinden çıkarmak için uǧraşıyordu. Mısto, “Fevzi abe... Fevzi abe... senin o aylak
oǧlun nerede? Müjdemi isterim. Ramo’ya yurt dışı kaǧıdı geldi." Döne Anne, avluda
dolanmakta olan allı pullu bir horozu el çabukluǧu ile yakalayıp, postacı
Mısto’nun müjdesini verdi. Mısto bir an
şaşırıp kalsa da, sevinçten tüm yüzüne kan yürüdü. Postacı horozunu ters çevirip, ayaklarından tutarken, yukarı kaldıramadıǧı kendi
ayaklarını, yeniden sürüyerek uzaklaştı. Zavallı hayvanın baǧırtıları Döne’nin
kulaklarını tırmalarken, O biricik oǧlu Ramo’nun da, yaban elde
keskin olmasa da bir baltaya sapa olacaǧını düşünmeye koyuldu. Bu biricik
oǧlunun kurtuluşuydu.
Kısa
sürede yapılan hazırlıkların ardından Ramo sıra sıra
daǧların ardındaki, daǧ yoksunu, büyük bir ova olan Hollanda’nın yolunu tuttu.
Günler, haftalar ve aylar tren vagonları gibi birbirini kovalarken, Ramo Dayı
Hollanda’lı olalı bir yılı geçti. Annesi Döne Mardin’de oǧlu için hummalı bir
gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta uzak akrabaları olan ve iki yıl kadar önce
Mardin’de bulundukları Şar Mahallesine taşınan, Hüso’nun kızı Ruken’de karar
kılıp, aǧırlıǧını da koyarak kocası Fevzi’yi ikna etti. Hüso’nun hanımı Fato bu
işe çok seviniyordu. Damat Hollanda’da almancıydı. Dolayısı ile
kızının geleceǧi parlaktı. Ramo’ya en kısa zamanda ulaşıldı ve haber verildi. Ramo itiraz etmedi ve yelkenleri suya indirdi. Ne de olsa evlenme
yaşı gelmişti. Bu saatten sonra “armudun sapı, üzümün çekirdeǧi”
demenin ve kılı kırk yarmanın hiç bir anlamı
yoktu. Ruken’i hayal meyal de olsa hatırlamıyor deǧildi. Güzelliǧi, ela gözlerindeki parıltı kendisinin de kulaǧına ulaşmıştı. Alan razı, veren
razı olduǧuna göre, tez elden gerekli olan ve akla gelen bütün hazırlıklara
başlayabilirlerdi.
Ramo çok geçmeden düǧün yapmak üzere memleketine geldi. Anlı
şanlı, dillere destan bir almancı düǧünü yaptı. Tarihi Şar Mahallesi üç gün üç gece büyük bir
şölene tanıklık yaptı. Hafızalarda iz bırakan düǧünlerinin ardından Mardin’de
bir hafta daha kaldıktan sonra,
birlikte Hollanda’ya geldiler.
Ruken Hanım uzun yıllar
Hollanda’ya adapte olmakta zorluk çekti. Ailesinden ayrı olması kendisini çok
üzüyordu. Ne var ki yapılacak bir şey yoktu. Ramo’yu da çok sevmişti. Bir
dediǧini iki etmiyordu. O da bu ilişkinin aǧızlarının tadı ile yürümesi için elinden
geleni yapıyordu. Ramo’nun gözlerinin içine bütün sevecenliǧi ile bakıyor, işe
gittiǧi zaman ise eşini dört gözle bekliyordu.
Ramo yoǧun çalıştıǧı için lisan kurslarına pek zamanı yoktu. Ruken’den daha kıdemli olmasına raǧmen Hollandaca konusunda pek bir
ilerleme gösteremiyordu. Söz konusu Hollandaca olunca, birbirinden komik anısı, aniden gözlerinin önünde canlandı. Aklına gelen her anıya gülümsedi. Lisan kurslarında kendilerine; iyi anlamadan
hemen “evet” veya “hayır” dememeleri sıkı sıkı tembih ediliyordu. Aksi halde hiç
istemedikleri durumlar ile karşı karşıya gelebilirlerdi.
Ramo Dayı ve Ruken Amsterdam’da ikamet
ediyorlardı. Ruken Hanımın dayısı Haydar kendilerinden yüz kilometre
ileride bulunan Enschede şehrinde kalıyordu. Her hafta kendisi ile telefonda
düzenli olarak görüşüyor, memleket ve akrabaları ile ilgili haberleri
paylaşıyorlardı. Haydar dayıları hafta sonu kendilerini evine davet
edince, Ramo bunun Ruken için de iyi olacaǧını düşünerek,
memnuniyetle kabul etti. Hafta sonuna iki gün vardı. Ramo akşam
üzeri iş dönüşü, Ruken ile çarşıda buluşup, bir iki hediye
aldı. Haydar evli ve çoluk çocuk sahibi olduğu halde ailesini henüz Hollanda’ya
getirmemişti.
Apar topar çok
uzakta olmayan tren istasyonuna geldiler. Ramo tren
bileti almak üzere sıraya girdi. Sıra kendisine geldiǧi zaman oldukça
heyecanlıydı. İlk defa çiçeǧi burnunda eşinin yanında, Hollandacaya ne kadar iyi hakim olduǧunu ispatlayacaktı. Daha önce lisan gerektirecek, yabancılar polisi, belediye
ve kuruluşlarla olan işlemler için tanıdıkları bir tercümanı beraberlerinde
götürmüşlerdi. Gişe görevlisine parmakları ile iki kişi olduklarını işaret eden Ramo, ardından da Enschede diye mahcup bir edayla meramını anlattı. Ruken de bir yandan kocasına
bakıp, ona gıpta etti. Gişe görevlisi “iki kişi gidiş dönüş mü?” diye sordu. Ramo “evet… evet…” diyerek doǧruladı ve parasını verip, biletlerini usulca dar
gişe camının altından çekiştirerek aldı. Verdiǧi onca paradan geriye verileni çok
azımsarken, biletlerin bu denli pahalılıǧının şaşkınlıǧi ile bozuntuya vermeden Ruken Hanımı peronlara doǧru çekiştirdi.
Haydar
yeǧenini ve eşini istasyonda, tatlı bir gülümseme ile karşıladı. Yalnız başına yaşasa da, görenleri
hayret ettirecek kadar düzenli olan mekanında, misafirlerine bütün içtenliǧi
ile ev sahipliǧi yaptı. Oldukça memnun kaldıkları iki günlük misafirliǧin ardından, evlerine dönmek üzere istasyona gelip, bilet almak
için gişeye yanaştılar. Ramo Dayı gelişlerinde olduǧu gibi yine iki parmaǧın
gösterip, bu kez Amsterdam kelimesi ile kurduǧu cümleyi renklendirip,
zenginleştirdi. Gişe memuru “gidiş geliş mi” diye sordu. Ramo Dayı
bildiǧi iki kelime olan evet ve hayırdan başını da aşaǧı doǧru bütün iyimserliǧi
ile eǧerek, ilk kutsal kelimeyi büyük bir lütuf ile aǧzından çıkardı. Bu kez
olsun belki biletlerin ucuz olur diye düşünürken, umudu yine sıǧ sulara düştü.
Tren biletlerinin pahalılıǧı Ramo Dayının kafasına takıldı.
Kendisinden biraz daha kıdemli olan arkadaşı Seyfo’ya ara sıra Türkçe gazeteleri
okumak maksadı ile uǧradıǧı kahvehanede elinde biletler ile yanaştı.
“Seyfo sana
bir şey sorabilir miyim. Hanımla geçen hafta
Enschede’ye gidip geldik. Gidiş ve geliş biletleri bana çok pahalı geldi. Şu
biletlere bakar mısın, normalde tren biletleri bu kadar pahalı mı?” Seyfo ceketinin iç
cebinden yavaşlatılmış hareketlerle gözlüǧünu çıkardı ve yine aceleye gerek
duymadan uzun uzadıya biletlere baktı.
“Ramo’cuǧum bu biletler pahalı deǧil.
Normal, çünkü her dört bilet de gidiş gelişli biletler. Öyle sanıyorum ki
istasyonda sana gidiş geliş bileti diye sorduklarında, sen de anlamadan “evet”
demişsin. O yüzden de biletler sana pahalıya mal olmuş.”
“Evet, haklısın Seyfo. Öyle dediǧin gibi her iki defasında da evet dedim. Anlaşılan
bu onaylama bize biraz pahalıya mal oldu. Oysa ilk gün lisan kursunda anlamadan
bu iki sözcüǧu kullanmanın bazen başımıza hoş olmayan durumları getirebileceği
konusunda uyarılmıştık. Sanıyorum boş bulundum.“ Seyfo çehresinde
büyük bir gülümseme ile çayını höpürdederek yudumladı ve geçecek olan
yılların kendisinin Ramo Dayı olarak nam salmasını saǧlayacak olan
arkadaşının sırtını, dostça sıvazladı.
Seyfo'nun gölgesine sıǧınırcasına sandalyesini iyice yanaştırdı. Kan kırmızısı çayına bir şeker atıp, mahcup bir eda
ile önündeki gazeteye tüm dikkatini vererek, pek de iç açıcı olmayan memleket
haberlerini okumaya koyuldu.
Bordo desenli koltuǧundan iki adım uzaklaşıp, dakikalarca ayakta durdu. Bir hayli derin düşüncelere daldıǧı belliydi. Yıllar akan bir
su hızı ile geçerken, O da zorunlu olarak merdivenini alıp, yetmişlere
dayamıştı. Merdivenin hafiften sanki titrer gibi olduǧunu hissedip, saǧ
tarafına baktıǧında; Ruken Hanımın bir elinde çay bardaǧı, diǧer eliyle kendisini
dürttüǧünü fark etti. Kendisine geldi. Düşünceleri apansız daǧıldı. Yetmişli yaşlara dayalı, merdiveninin titremesi aniden durdu. Büyük bir hazla yudumladıǧı, buharı lambasından usulca süzülen bir cin misali, yüzüne doǧru dans ederek yükselen çayın, tadına diyecek yoktu. Doyumsuz güzellikleri, bütün
hücrelerinde hisederek, insanca yaşlanmış olsa da, ölüm denilen en son köyün
hüznü, pır pır kalbine olanca aǧırlıǧı ile çörekleniyordu. Suya atılan kristal buz parçacıklarından da farkları yoktu. Gün be gün erimelerinin önüne geçmek mümkün olmazsa da, insanın yüreǧini ısıtan bir gülümseme
ile mahmur bakışlı gözlerini kırpıştırarak süzdüǧü hanımı, zamana inat, hala “bakmaya kıyılamayacak” destansı bir güzellikte idi.
Aydın Yılmaz
Amsterdam, 11
Temmuz 2012