12 Temmuz 2012 Perşembe

RAMO DAYI




RAMO DAYI

          İçine gömülerek oturduǧu bordo desenli, eskimeye iyiden iyiye yūz tutmuş, tek kişilik koltuǧun kenarlarına kıllı, titrek, nasırlı ve maviliǧi gözle görülebilen  damarlı elleri ile tutup, iri kıyım bedenini ileri doǧru çekerek, yavaşça doǧruldu. Kıvrım kıvrım kilolu bedenini ayakta tutan, yaşlı kemikleri sızım sızım sızlıyor, kır saçları dökülmeden kıvır kıvır kıvrılıyor, kırçıl kaytan bıyıkları sırma sırma sarkıyor, kalın dudaklarının ardında çoǧu çürüyüp, çatır çatır olmayan, dökülmüş dişleri ile yoǧun düşüncelerin kol gezdiǧi başı, yine inceden inceye zonkluyordu. Tam karşısında, aynı model ikili koltukta oturan hanım, ince, narin ve maharetli parmakları ile tiril tiril danteller ören, ela gözlerinin altı yumru yumru, yüzü çalakalem çizik çizik olduǧu halde, tam bir Kürt dilberi görünümündeydi. Şimdiye deǧin kendisinden hiç incinmemişti. Tanrı tarafından pürüzsüz bir işçiliǧin bahşedildiǧi minarede, yer yer çatlaklar oluşsa da, ihtişamlı mihrabını, önüne geçilemeyen bir inatla dimdik ayakta tutmaya çalışan, kırk beş yıldır kahrını çeken, çetrefilli dünyasını her alanda kendisi ile "gık" bile demeden paylaşan, güzel gözlerinin üstünde hilal kaşları olduǧu halde, bir gün  olsun söylemediǧi, tavuklarına hiç bir zaman "kış" demediǧi, türünün çok güzel bir örneǧi bu kadın; Ramo Dayının eşi, Ruken hanımdı.
          Yetmişli yaşlara geldikleri halde, hayat; başkaları için toz pembe olduǧu söylenen o gizemli yüzünü, kendi hallerindeki dünya tatlısı bu iki insana, her nedense, kısa bir an için de olsa “ceeee” diyerek ortaya çıkarmadı, hep saklı kaldı. Yaşamın pembemsi çehresini „sobelemek“ onlara hiç nasip olmadı. Belki de bir gün “Elmaa... elmaa...” diye baǧırsalar bu da mümkün olurdu. Kendilerince sonucun nafile olacaǧını sezinlediklerinden, bu meyvayı sadece yemek ile yetindiler. Baǧırıp, çıǧrışmak gibi bir eylemleri hiç olmadı. Belki de; "gül tenlerinde yareleri onlar istedi."
          Babası Fevzi yıllarca önce, Kızıltepe ilçesine baǧlı köylerinde, köy aǧası Sümüklü Muro ile canına tak eden ırgatlıǧa isyan edip, aradaki köprüleri yakmıştı. Ardından pılısını pırtısını toplayıp, bir at arabasına istifleme yüklediǧi eşyalarını, karısı ve oǧlu Ramo ile soluǧu, şiir gibi bir kent olan Mardin’nin tarihi Şar Mahallesinde aldı. Fevzi, geçmişin derin izlerini taşıyan Şar Mahallesinde iki ay kadar işsiz gezdikten sonra, Mardin’deki bir köylüsü vasıtası ile bir gümüş atölyesinde iş buldu. Oǧlu Ramo ve karısı Döne’den oluşan çıtır çıtır çekirdek ailesini, telkari  sanatını maharetli elleri ile kısa bir zamanda öǧrendi. Gümüş işçiliǧi yaptıǧı halde, O sanatını altın bilezik yapıp, koluna taktı ve bununla geçimini saǧladı.
          Ramo’nun gençliǧi de çocukluǧu gibi yoksulluk içinde debelenmelerle geçti. Ortaokuldan sonra okula gitmedi. Babasının tüm dayatmalarına kulak asmadı ve herhangi bir zanaatkarın yanına girip, çıraklık yaparak ailesinin yükünü hafifletme yolunu hep elinin tersi ile itti. Askerlik zamanı gelip, çatmıştı. Kapısını tak tak takırdatarak çalan, omuzlarına yıkılan bu yükmülülüǧü, zorunlu olduǧu için, uçara ve kaçara mahal vermeden, olur olmaz anlarda boncuk boncuk terleyen, geniş  anlının akı ile bilfiil yaptı. Askerlik öncesi bir arkadaşının ısrarı ile yurt dışına gitmek gayesi ile iş ve işçi bulma kurumuna yazılmıştı. Askerden döneli iki hafta gibi bir zaman geçmişti ki, babasının sıkıcı bakışları altında aylak aylak dolanırken, cehennem sıcaǧının hissedildiǧi bir yaz günü, postacıları düz taban Mısto kah kasketini düzelterek, kah çantasının askılığını çekiştirerek ve ayaklarını yere sürüyerek, yüzünde fark edilir bir mutluluk ile evlerinin alt tarafı kırılmış avlu kapısında, elinde bir mektubu sallayarak girdiǧini gördüler. Bu sırada baba Fevzi gümüş karalarını elinden çıkarmak için uǧraşıyordu. Mısto, “Fevzi abe... Fevzi abe... senin o aylak oǧlun nerede? Müjdemi isterim. Ramo’ya yurt dışı kaǧıdı geldi." Döne Anne, avluda dolanmakta olan allı pullu bir horozu el çabukluǧu ile yakalayıp, postacı Mısto’nun müjdesini verdi. Mısto bir an şaşırıp kalsa da, sevinçten tüm yüzüne kan yürüdü. Postacı horozunu ters çevirip, ayaklarından tutarken, yukarı kaldıramadıǧı kendi ayaklarını, yeniden sürüyerek uzaklaştı. Zavallı hayvanın baǧırtıları Döne’nin kulaklarını tırmalarken, O biricik oǧlu Ramo’nun da, yaban elde keskin olmasa da bir baltaya sapa olacaǧını düşünmeye koyuldu. Bu biricik oǧlunun kurtuluşuydu.
          Kısa sürede yapılan hazırlıkların ardından Ramo sıra sıra daǧların ardındaki, daǧ yoksunu, büyük bir ova olan Hollanda’nın yolunu tuttu. Günler, haftalar ve aylar tren vagonları gibi birbirini kovalarken, Ramo Dayı Hollanda’lı olalı bir yılı geçti. Annesi Döne Mardin’de oǧlu için hummalı bir gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta uzak akrabaları olan ve iki yıl kadar önce Mardin’de bulundukları Şar Mahallesine taşınan, Hüso’nun kızı Ruken’de karar kılıp, aǧırlıǧını da koyarak kocası Fevzi’yi ikna etti. Hüso’nun hanımı Fato bu işe çok seviniyordu. Damat Hollanda’da almancıydı. Dolayısı ile kızının geleceǧi parlaktı. Ramo’ya en kısa zamanda ulaşıldı ve haber verildi. Ramo itiraz etmedi ve yelkenleri suya indirdi. Ne de olsa evlenme yaşı gelmişti. Bu saatten sonra “armudun sapı, üzümün çekirdeǧi” demenin ve kılı kırk yarmanın hiç bir anlamı yoktu. Ruken’i hayal meyal de olsa hatırlamıyor deǧildi. Güzelliǧi, ela gözlerindeki parıltı kendisinin de kulaǧına ulaşmıştı. Alan razı, veren razı olduǧuna göre, tez elden gerekli olan ve akla gelen bütün hazırlıklara başlayabilirlerdi.
          Ramo çok geçmeden düǧün yapmak üzere memleketine geldi. Anlı şanlı, dillere destan bir almancı düǧünü yaptı. Tarihi Şar Mahallesi üç gün üç gece büyük bir şölene tanıklık yaptı. Hafızalarda iz bırakan düǧünlerinin ardından Mardin’de bir hafta daha kaldıktan sonra, birlikte Hollanda’ya geldiler.
          Ruken Hanım uzun yıllar Hollanda’ya adapte olmakta zorluk çekti. Ailesinden ayrı olması kendisini çok üzüyordu. Ne var ki yapılacak bir şey yoktu. Ramo’yu da çok sevmişti. Bir dediǧini iki etmiyordu. O da bu ilişkinin aǧızlarının tadı ile yürümesi için elinden geleni yapıyordu. Ramo’nun gözlerinin içine bütün sevecenliǧi ile bakıyor, işe gittiǧi zaman ise eşini dört gözle bekliyordu.
          Ramo yoǧun çalıştıǧı için lisan kurslarına pek zamanı yoktu. Ruken’den daha kıdemli olmasına raǧmen Hollandaca konusunda pek bir ilerleme gösteremiyordu. Söz konusu Hollandaca olunca, birbirinden komik anısı, aniden gözlerinin önünde canlandı. Aklına gelen her anıya gülümsedi. Lisan kurslarında kendilerine; iyi anlamadan hemen “evet” veya “hayır” dememeleri sıkı sıkı tembih ediliyordu. Aksi halde hiç istemedikleri durumlar ile karşı karşıya gelebilirlerdi.
          Ramo Dayı ve Ruken Amsterdam’da ikamet ediyorlardı. Ruken Hanımın dayısı Haydar kendilerinden yüz kilometre ileride bulunan Enschede şehrinde kalıyordu. Her hafta kendisi ile telefonda düzenli olarak görüşüyor, memleket ve akrabaları ile ilgili haberleri paylaşıyorlardı. Haydar dayıları hafta sonu kendilerini evine davet edince, Ramo bunun Ruken için de iyi olacaǧını düşünerek, memnuniyetle kabul etti. Hafta sonuna iki gün vardı. Ramo akşam üzeri iş dönüşü, Ruken ile çarşıda buluşup, bir iki hediye aldı. Haydar evli ve çoluk çocuk sahibi olduğu halde ailesini henüz Hollanda’ya getirmemişti.
          Apar topar çok uzakta olmayan tren istasyonuna geldiler. Ramo tren bileti almak üzere sıraya girdi. Sıra kendisine geldiǧi zaman oldukça heyecanlıydı. İlk defa çiçeǧi burnunda eşinin yanında, Hollandacaya ne kadar iyi hakim olduǧunu ispatlayacaktı. Daha önce lisan gerektirecek, yabancılar polisi, belediye ve kuruluşlarla olan işlemler için tanıdıkları bir tercümanı beraberlerinde götürmüşlerdi. Gişe görevlisine parmakları ile iki kişi olduklarını işaret eden Ramo, ardından da Enschede diye mahcup bir edayla meramını anlattı. Ruken de bir yandan kocasına bakıp, ona gıpta etti. Gişe görevlisi “iki kişi gidiş dönüş mü?” diye sordu. Ramo “evet… evet…” diyerek doǧruladı ve parasını verip, biletlerini usulca dar gişe camının altından çekiştirerek aldı. Verdiǧi onca paradan geriye verileni çok azımsarken, biletlerin bu denli pahalılıǧının şaşkınlıǧi ile bozuntuya vermeden Ruken Hanımı peronlara doǧru çekiştirdi.
          Haydar yeǧenini ve eşini istasyonda, tatlı bir gülümseme ile karşıladı. Yalnız başına yaşasa da, görenleri hayret ettirecek kadar düzenli olan mekanında, misafirlerine bütün içtenliǧi ile ev sahipliǧi yaptı.  Oldukça memnun kaldıkları iki günlük misafirliǧin ardından, evlerine dönmek üzere istasyona gelip, bilet almak için gişeye yanaştılar. Ramo Dayı gelişlerinde olduǧu gibi yine iki parmaǧın gösterip, bu kez Amsterdam kelimesi ile kurduǧu cümleyi renklendirip, zenginleştirdi. Gişe memuru “gidiş geliş mi” diye sordu. Ramo Dayı bildiǧi iki kelime olan evet ve hayırdan başını da aşaǧı doǧru bütün iyimserliǧi ile eǧerek, ilk kutsal kelimeyi büyük bir lütuf ile aǧzından çıkardı. Bu kez olsun belki biletlerin ucuz olur diye  düşünürken, umudu yine sıǧ sulara düştü.
          Tren biletlerinin pahalılıǧı Ramo Dayının kafasına takıldı. Kendisinden biraz daha kıdemli olan arkadaşı Seyfo’ya ara sıra Türkçe gazeteleri okumak maksadı ile uǧradıǧı kahvehanede elinde biletler ile yanaştı.
“Seyfo sana bir şey sorabilir miyim. Hanımla geçen hafta Enschede’ye gidip geldik. Gidiş ve geliş biletleri bana çok pahalı geldi. Şu biletlere bakar mısın, normalde tren biletleri bu kadar pahalı mı?” Seyfo ceketinin iç cebinden yavaşlatılmış hareketlerle gözlüǧünu çıkardı ve yine aceleye gerek duymadan uzun uzadıya biletlere baktı.
“Ramo’cuǧum bu biletler pahalı deǧil. Normal, çünkü her dört bilet de gidiş gelişli biletler. Öyle sanıyorum ki istasyonda sana gidiş geliş bileti diye sorduklarında, sen de anlamadan “evet” demişsin. O yüzden de biletler sana pahalıya mal olmuş.”
“Evet, haklısın SeyfoÖyle dediǧin gibi her iki defasında da evet dedim. Anlaşılan bu onaylama bize biraz pahalıya mal oldu. Oysa ilk gün lisan kursunda anlamadan bu iki sözcüǧu kullanmanın bazen başımıza hoş olmayan durumları getirebileceği konusunda uyarılmıştık. Sanıyorum boş bulundum.“ Seyfo çehresinde büyük bir gülümseme ile çayını höpürdederek yudumladı ve geçecek olan yılların kendisinin Ramo Dayı olarak nam salmasını saǧlayacak olan arkadaşının sırtını, dostça sıvazladı.
          Seyfo'nun gölgesine sıǧınırcasına sandalyesini iyice yanaştırdı. Kan kırmızısı çayına bir şeker atıp, mahcup bir eda ile önündeki gazeteye tüm dikkatini vererek, pek de iç açıcı olmayan memleket haberlerini okumaya koyuldu.
          Bordo desenli koltuǧundan iki adım uzaklaşıp, dakikalarca ayakta durdu. Bir hayli derin düşüncelere daldıǧı belliydi. Yıllar akan bir su hızı ile geçerken, O da zorunlu olarak merdivenini alıp, yetmişlere dayamıştı. Merdivenin hafiften sanki titrer gibi olduǧunu hissedip, saǧ tarafına baktıǧında; Ruken Hanımın bir elinde çay bardaǧı, diǧer eliyle kendisini dürttüǧünü fark etti. Kendisine geldi. Düşünceleri apansız daǧıldı. Yetmişli yaşlara dayalı, merdiveninin titremesi aniden durdu. Büyük bir hazla yudumladıǧı, buharı lambasından usulca süzülen bir cin misali, yüzüne doǧru dans ederek yükselen çayın, tadına diyecek yoktu. Doyumsuz güzellikleri, bütün hücrelerinde hisederek, insanca yaşlanmış olsa da, ölüm denilen en son köyün hüznü, pır pır kalbine olanca aǧırlıǧı ile çörekleniyordu. Suya atılan kristal buz parçacıklarından da farkları yoktu. Gün be gün erimelerinin önüne geçmek mümkün olmazsa da, insanın yüreǧini ısıtan bir gülümseme ile mahmur bakışlı gözlerini kırpıştırarak süzdüǧü hanımı, zamana inat, hala “bakmaya kıyılamayacak” destansı bir güzellikte idi.


Aydın Yılmaz
Amsterdam, 11 Temmuz 2012
  





22 Haziran 2012 Cuma

DONDURMAM KAYMAK



DONDURMAM KAYMAK

          Varsılların akıllarına estikçe yaptıkları seyahatler de, kumar oynamaktan pek farklı deǧildir. Yeşil, mavi, ela, kahve ve kestane rengi parlayan gözlerini, göz kapakları ile perdeleyip, acaba nereye gitsem diye ani bir hareketle, masalarında bulunan bir ayak üzerine oturtulmuş olan, hüzünlü duran küreyi çevirirler. Büyük çoǧunluǧu dev su kūtlelerini sembolize eden maviliklerden oluşan, toprak paçraları haritalarının  yer aldıǧı yuvarlaklar, bilindiǧi gibi dünya kūresi olarak adlandırılıyor. Varsıllar diye adlandırılan kesim, ellerinin yordamı ile, her ne hikmetse onca aǧırlıǧı ile su ve kara parçalarını kolayca ve hızla çevirirler. Güzelim maviliklere kütleler halinde serpiştirilmiş, irili ufaklı birbirinden pek çok yönden farklı yüzlerce kara parçası çeşitli şekiller oluşturuyor. Onların el yordamı ile dūnyamızı kolayca çevirmesinden midir acep derim; hani zaman zaman başımızın olduk yerde dönmesi, depremlerin, tsünamilerin, su taşmalarının, dūz yolda onlarca arabanın birbirine  çarpması, erozyon ve diǧer felaketlerin yer bulması. Ganimet sahibi kişiler, mucizeler yaratan parmaklarının gösterdiǧi yere, hemen uçak biletlerini ayarlayıp, belirledikleri ülkeye doǧru yola çıkarlar.
          Sözünü ettiǧim bu kürede yer alan Avrupa kıtasının kuzey kesiminde, tam olarak belirleyecek olursak, Almanya ve Belçika’nın üst tarafına küçük bir kurbaǧa gibi yapışan, her an zıplayıp, baǧıracak görürünümü ile insanin yüreǧini aǧzına getiren Hollanda, hiç te azımsanmayacak bir güzelliktedir. Oyuncak misali döndürülen kürelere uzanan, parasal kaygılardan uzak; pamuk, ipek, kadife kumaşlarının yumuşaklıǧında olan parmaklardan bazıları, tesadüfen Hollanda’yı da gösterir. Ülkede yeterince güneş olmadıǧı gibi, iklim haliyle iyi bir tatile elverişli deǧildir. Çoǧunlukla yaǧmurlu bir hava hakimdir. Şikayet konusu olumsuzluklara, ülkenin güzel, deǧişik olması ve sınırsız özgürlükler ile tanınması baskın gelir. Bu nedenle su seviyesinden bazı yerleri dokuz metre  kadar aşaǧılarda bulunan, bu nemli küçük kurbaǧa şeklindeki ülkeyi görmek üzere dünyanın dört bir yanından insanlar akın eder.
          Diǧer Avrupa ülkelerinde olduǧu gibi onlarca yıl önce bu kurbağanın bir zamanlar açık olan aǧzından yüzbinlerce göçmen işçi, yüzlerce yıl sürdürdüǧü sömürgecilik geleneǧini, deǧişen dünya ile birlikte ardında bırakmak zorunda kalan bu ülkeye akın etti. Çok sonradan da olsa, tökezleyerek bir hayli tehirli gelen, kılıçsız, ama bavullu akıncılardan biri de benim. Yorgan sıkıntısının olmadıǧı duyumunu aldıǧımdan, sırtım yüklü deǧildi. İzniniz ile, lafı fazla dolandırmadan adımı bahşedecek olursam; bendeniz Çorum’lu Cabbar  Kızıl. Bir altmış beş boyundayım. Övünç kaynaǧım kıvırcık saçlarım, ilerleyen yaşıma raǧmen kömür karalıǧını koruduǧu gibi, güz mevsimini de pek yaşamıyor sayılır. Yaprakların büyük bir kısmı dallarında inatla asılı kalmaya devam ediyor.  Bu da beni ziyadesi ile mutlu kılıyor. Laf aramızda; Cabbar Kızıl denilen zat, ne ulu bir çınar oldu, ne de meyveye duran bir aǧaç. Bundan sonra da olacaǧı oldukça uzak bir ihtimal. Saat kırkından daha ilerilerde yol alırken, serzenişlerde bulunmanın da herhangi bir getirisi yok.                    
          Hanımım ile bu gurbetlik denilen diyarda “bir kör, bir Ayvaz” yaşıyoruz. Aǧzımızın tadı tam. Mutluluǧumuzu; boyumuz kısa da olsa yükseklerde bulunan raflarda tutmaya çalışıyoruz. Rafların her zaman tozları alıyor, kıyısını köşesini hercai menekşeler, boynu bükük olmayan laleler, yanına varılamayan dikenli, genç kız güzelliǧinde güller, mis kokulu sümbüller ve her türlü çiçek ile bezeyip, manzarayı elimizden geldiǧince, bilgi ve görgümüz dahilinde alımlı kılmaya çabalıyoruz.
          Yaban elin zorluklarını saymaya gerek yok. “Doǧduǧun yer deǧil, doyduǧun yer memleketin” dense de, edinilen doygunluǧun tadı tuzu kaçmış durumda. Mideye yollanan lokmalar, köklerimizin saldıǧı topraklarda olduǧu gibi zeytin yaǧı olup, akmıyor. Bir hüzün, bir ezilmişlik, penaltılardan üst üste atılan, küreleri bir kez olsun döndüremeyen, mucizevilik yoksunu parmaklarımızın sayısını geçen oranda yenen goller ile hazin bir yenilmişlik. Alışılageldiǧi üzre, gırtlaǧımızdaki üç boǧumu aşıp, gelen bütün keşkelerin ardından, “vatan saǧ olsun” demek adetten olmuş. Aklıma takılanı hep söylenirim; yahu vatan neden hep saǧ olsun. Dillerimize pelesenk ettiǧimiz bu söylem ile; vatanı da, dünyayı da hepten bütünü ile saǧ eyledik. Oysa o canım vatan bir de sol olsa ne ola ki? Hakikatlisinden olması halinde; kimselerin per perişan, ezik, yıkılmış, yamuk ve yenik olmayacaǧı mutlaktır. Tartışılmaz deǧerde olan insan onuru da, adına yakışan bir seviyede ve daha yūksek raflarda olurdu elbet.
          Hayatımızda yer alan pek çok olumsuzluǧun yegane nedeni, hep geldiǧi gibi giden, sülük misali yapışan “saǧ oldurulan vatanı” gösterirsek, kimselere haksızlık etmiş olmayız kanaatindeyim. Her an zıplayacak bir kurbaǧa göronümündeki bu ülkede, yıllardır gurbeti yaşamamız da, bu olumsuzluklardan biri tabii ki. “Ananı da al git” deyip, ülkeyi saǧ tarafa aldıkları, hasreti ile gönüllerimizin yandıǧı vatanı “hamutu ile götürüyorlar.” 
          Kendimizce bir yaşam sürdürme uǧraşısı içinde olduǧumuz bu minnacık ülkede öyle bir zaman geliyor ki, insan sıkıntıdan patlıyor. Yeknesaklık omuzlarımızda taşınamayacak kadar aǧır kum torbaları haline geliyor. Minik ülkenin her tarafı, birbirinin tıpkısının aynısı. İçinde bulunduǧumuz vaziyet bu olunca, fellik fellik gidip, içimizdeki buhranı bertaraf edecek, mekanlar aramak zorunda kalıyoruz. Gezilip görülecek bir yer olmasa da, ara sıra dünyaca bilinen “Ikea” maǧazalarına gitmek, son zamanlarda adetten oldu. Geçenlerde yine “hadi ne yapalım” derken, kendimizi bir kez daha Ikea’yı adımlarken bulduk. Almamız gereken bir kaç eşyayı alıp, ödemeyi yaptık. Bendenizde epey zamandır, “üzerinize saǧlık, afiyet” şeker hastalıǧıdır musallat oldu.İllet atsan atılmıyor, satsan satılmıyor. Genetik olduǧu söyleniyor. Ailede bol miktarda var. Şekerli şekerizadeler, şerbetligiller. Şansızlıǧın dik alası bu olsa gerek. Başkalarına yatlar, katlar kalırken, bize de söz konusu hastalık miras olarak gelip, çörekleniyor. Mirasyedi olarak elbette belli bir diyet uygulamak zorundayım. Şekerli gıdalar ile sık muhabbetim olmasa da, ara sıra mideyi hoş tutmak gayesi ile bu organa tatlımsı bir şeyleri, şekerizadeliǧin bir gereǧi olarak, oralarda şerbetlilik yaratmak için gönderiyoruz. Tam maǧazadan çıkarken insanların dondurma sırasına girdiǧini görünce, biz de girelim dedik. Aniden şekerim düşmüştü. Şekerizadeye tatlı takviyesi gerekiyordu. Servis yerinden aldıǧımız külahları, kendimiz makinadan dolduracaktık. Dondurmalarını alanlar dillerini çıkartıp, büyük bir iştahla alttan, üsten, yanlamasına yalıyorlardı. Yalayıcıların yüzlerine aynı anda büyük bir mutluluk yayılıyor, yüzleri gülüyordu. Kıvrımlı dilleri ile beyaz ve yumuşak lezzete üst üste darbeler indirip, doyuma ulaşan ulaşanaydı. Uǧrun uǧrun bakakaldıǧımız, bu muhteşem manzaralar öylesine baştan çıkarıcıydı ki, çok uzun sūredir böylesi bir lezzetten kendisini mahrum bırakmak zorunda bıraktıǧım bedenim beni benden alıp, gitti. Pek biçimli olmasa da, beni iki kulah dondurma uǧruna terk-i revan eden bedenimi yeniden edinmem için, öyle veya böyle, ama olabildiǧince kısa bir zamanda bu mucizevi yiyecekten tatmalıydım. Efendime söyleyeyim, lafı uzatmaya ne hacet. Biz de kulahlarımıza dondurmalarımızı doldurup, iştahla yemeye başladık. Dışarıdan göremediǧim yßzümde hissettiǧim tatlı karıncalanmalar, az önce tanıklık ettiǧim mutluluǧun, benim çehreme de yerleştiǧi kanısına vardırdı. Daha önceleri şekerli gıdaları çok az tüketmem gerektiǧini canım canım anlatan eşimden, dondurma yeme iznini de koparmıǧımdan çarçabuk yarıya kadar yedim. Nasıl yediǧimi isterseniz anlatmayayım. Bunu betimlemek için gözlem gerekir ki, insanın kendisini işine gelmediǧi zamanlar biraz zor mudur, ne! Dondurmalarını bizden önce alanlar, kahve servisinde olduǧu gibi, külahlarını yemeden, dillerini iyice uzatıp, yalıyorlardı. Ardından aynı kulah ile ikinci defa doldurup, var olan iştahlarına dur demeden, devam etmişlerdi. Hanımdan rica minnet, çocuklar gibi yalvar yakar müsade çıktı. “Sol olsun” o da beni ve sih atimi düşünüyor elbet. Büyük bir heves ile fazla zarar vermediǧim kūlahımı makinaya yerleştirdim. Makine külahımı alıp, doldurmak üzere yukarı çıkarırken, şişmanca görevli bir bayan elemanın arkamda belirdiǧini hissedip, ürperdim. Makinada kūlah yavanca yükselirken, izbandut - zebani kulaǧımın dibinde soluyup, iri eli ile külahımın yükselmesine mani oldu.
“Iyi ama beyefendi, bu kural sadece kahve ve meşrubatlarda geçerli. Dondurma için böyle bir şey yok. O yūzden buna izin veremem.” Neye uǧradıǧıma şaşa kalıp, aǧzım açık, külahı yandaki çöp kutusuna attım. Hanımdan okey almış olsam da, Ikea hunharca gaddarlıǧı ile buna engel olmuştu. Boynu bükük, görevli kadın ile o an nutkum tutulduǧundan, “külahları deǧiştirmeden” hiç bir şey diyememiş olmanın da süklüm büklümlüǧünün pişmanlıǧını sırtıma yük edip, kendimi sokakta buldum.
          O günden beri zaman zaman can sıkıntısı, bu kurbaǧa ūlkede sokūn etse de, aradan geçen uzun zamana raǧmen Ikea tarafına, travmalar yaşamayı göze alamadıǧımdan, yolumu düşürmedim. Bir yerlere sıkıca tutunmak gerekiyor, bazı parmaklar yer küreye uzanmaya görsün, o an yer yerinden oynuyor, art arda felaketler geliyor.
          Ne yapalım, elden ne gelir. Bizler de sıkılmaya devam edelim. Sanırsın dünyanın sonu geldi. Deǧil elbet. Oysa “vatan sol olsun”  demek ne güzel.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 22 Haziran 2012 

8 Haziran 2012 Cuma

HAREMDE BEŞ GÜN



HAREMDE BEŞ GÜN





          Oldukça güç koşullarda, annelerine büyük acılar verdirse de, doğumları ailelerini sonsuz bir mutluluğa boğdu. Hafiften al benizli, geniş alınlı, ince burunlu, iri elli, düzgün kaşlı ve uzun kirpikli olanına zazaca Sosen; esmer tenli, kömür karası düz saçlı, daha zayıfça ve parlak siyah gözleri bir yerlere takılı gibi kalan diğer bebeğe de Kamer adı verildi. Mazgirt ilçesinin Asman Köyünde, o yıl bahar mevsiminin en güzel haftalarından birinde Site ve Zerde analar, zümrüt meşe ağaçları, bin bir renkli kır çiçekleri, başı süt beyazı karlar ile kaplı sarp dağlardan ibaret köyleri ile sınırlı bir diyar olan dünyalarına, birer bebek getirdiler. Her iki anne de köyde birbirinin sırdaşı, yoldaşı ve en yakınıydılar. Yaşam çizgileri hep aynı paralellikte seyredegeldi. Kaderlerinin benzerliklerini belirleyen pek çok olayda olduğu gibi, anne olmaları da aynı haftaya denk gelmişti. Bundan sonra da onların bugüne değin sürdürdükleri can ciğer arkadaşlığının meşalesini, anne ciğerleri olan evlatları Sosen ve Kamer devir alacaktı. Öyle de oldu. Birlikte oynadılar, aynı okullara gittiler, siyasi görüş birliği gösterip, dünyaya aynı pencereden bakıp, kendilerince oluşturduklarıufuklarını, aynı renklere daldırdıkları fırçalar ile boyayıp, ahenk verdiler.
          İki kafadar aceleci adımlar ile havaalanının uçsuz bucaksız, geniş koridorlarında nefes nefese birbirlerine söz yetiştirerek ilerliyorlardı. Yıllar önce geldikleri Hollanda’dan, yüreklerini hüzün ve burukluğa boğan ayrılık zamanını geride bırakıp, ilk kez ülkelerine gidiyorlardı. Site ve Zerde anneleri, onları bağırlarına bastırarak, güç koşullarda, yoksulluk içinde büyütüp, bugüne getirmiş ve büyüyüp belli bir yaşa geldiklerinde de, her iki anne aynı anda göz bebekleri çocuklarının yurt dışına gitmelerine katlanmak zorunda kalmışlardı.
           Sosen ve Kamer başlarını döndürüp, yüreklerini sevinç ile dolduran, devasa bir pamuk yumağını andıran heyecan bulutuna birlikte binmişlerdi. Yerlerinde duramıyorlardı. Kalpleri göğüslerini ha deldi ha delecekti. Uçak ile olan yolculuklarına İstanbul’da aktarma yapmak üzere, Elazığ üzeri memleketleri Tunceli’ye gideceklerdi. Onlarca sevdiği insan dört gözden de pek çok daha çok gözle onları bekliyor, gelmeleri için zamanı ipler, halatlar ve zincirler ile çekiyorlardı. Zaman en çok da Site ve Zerda anneler için katlanılması güç bir kavram halindeydi.
           Geçmek bilmeyen saatler kaplumbağa hızı ile ilerleyip, gün akşam maviliğine gömülürken, beraberinde de Sosen ve Kamer adlı iki kafadarı bir koşu alıp getirdi ve sevdiklerinin hasret dolu kollarında buluşturdu. Yürekleri hasret ile dopdolu Site ve Zerde anneler, özlemlerini gidermenin yolunu oğullarına dakikalarca sıkı sıkı sarılıp, boyunlarını koklayarak giderdiler. Daha sonra oğullarının ellerinden tutup, biraz arkalarına doğru gerilerek, uzun uzun tepeden tırnağa yüreklerinin ince sızısı evlatlarını süzdüler. Tanrıya şükürler olsun ki, sağ salim ve sağlıklarıyerindeydi. Gül yüzleri gülüyordu. Bakışları sevecen ve insanın içini ısıtıyordu. Bu yörede hiç kimse “ağzında gümüş kaşık ile doğmadığına” göre, öyle veya böyle insanların ekmeklerini bir yerlerde kazanıp, bir baltaya sap olmaları gerekiyordu. Onların kısmetinde de başka diyarlar vardı. Kalplerini dağlayan ayrılık gelip, dayatsa da; galiba yapılacak bir şey yoktu. Canları sağ olsun da dağların, ovaların, denizlerin ardındaki, tatsız yaban elde, o bilinmeyen ürperti veren uzaklarda olsunlardı.Yakınlık uzaklıktan daha ürperti verici gibi geliyordu Site anneye. Sanki her birlikteliğin bir ayrılığı vardı. Oysa her uzaklık ise; bir kavuşmayı içinde barındırır. Elbet birgün kendi topraklarına dönerlerdi. “Gavurun sünnet düğününe” kadar gurbette kalmayacaklar. En nihayetinde dönüp, dolaşıp gelecekleri yer, yine bu atalarının diyarıydı.
           Sosen ve Kamer köylerinde iki gün kalıp, bütün yakınları ve köylüleri ile hasretlik giderip, uzun uzun bulundukları ülkeden, çalışma koşullarından, insanlarından, evlerinden ve arkadaşlarından söz ettiler. En geç akşam üzeri Tunceli’de olmalıydılar. Ertesi gün merakla bekledikleri Munzur festivali başlayacaktı. Pek çok arkadaşı ile orada sözleşmişlerdi. Anne ve babalarından izin isteyip, köy minibüsü ile Tunceli’nin yolunu tuttular. Çok geçmeden iyi bildikleri bu yolda binlerce meşe ağacını ve inişli çıkışlı onlarca tepeyi toz bulutlarının gölgesinde bırakıp,şehre ulaştılar. Palavra Meydanında diğer yolcular ile birlikte onlar da indiler. Meydana indiklerinde birbirlerine bakıp, gülümsediler. Onlar da bu meydan da pek çok siyasi tartışmaya şahit olmuşlardı. Az ileride Sevuşen’in heykeli dimdik ayaktaydı. Kamer kendi kendine; Tunceli’lerin çok farklı insanlar olduğunu düşünmeden edemedi. Öyle ya şimdiye değin daha hiç bir yerde delilerin heykelinin yapıldığı görülmemişti. Hemşehrilerinin bu farklılığından dolayı bundan gurur duyuyordu. Heykelin yanına gelince bu duygularını can yoldaşı Sosen’a da anlattı. Uzun uzun heykelin etrafında dolanıp, eski günleri yad ettiler. Onlara göre Sevuşen bir deli değildi. O bir veli, bir ermişti. Dünya ile her türlü bağlarını koparmış,mal mülk ve iktidar olma gibi kaygıları olmayan insanlardı. Hacı Bektaşı Veli çocukların ve özellikle de delilerin korunması gerektiğini söylüyordu. Şu an kaldıkları ülkenin büyük filozofu Erasmus, Hacı BektaşıVeli’den daha da ileri adımlar atarak aynen şöyle demiyor muydu;
“Delilik insan olmaktır, çünkü doğasına ve aldığı eğitime uygun olarak yaşayan kimse mutludur. Kendi doğal halinde yaşayan kimseye mutsuz denemez.” Evet mutsuz olan bir deliye rastlamak pek olası değildi. Çünkü onlara her gün ve an bayram.
           İki kafadar, Sevuşen’den, kendisine karşı içlerinde duydukları derin minnettarlık duyguları ile ayrıldılar. Bir an önce festival boyunca kalabilecekleri bir otel bulmaları gerekiyordu. Görünen o ki, otel bulmakta biraz zorlanacaklardı. Cadde üzerinde uğradıkları her iki otelde de yer bulmak mümkün olmadı. Başka otellere bakmak üzere Tunceli’de sokakları arşınlamaya koyuldular. Her il veya ilçede olduğu gibi burada da olmayan kavramların veya var olanın yok edildiği değerli kişiliklerin isimleri göze çarpıyordu. Cumhuriyet Caddesi, İnönü Sokak, Ata Sokak, Olof Palme Caddesi, Ahmet Arif Sokak, Çetin Emeç Caddesi, Turan Dursun Sokak, Bahriye Üçok Sokak, Prof. Muammer Aksoy Caddesi ve diğerleri. Festival için şehre yurt içinden ve dışından binlerce kişi gelmişti. Ortalık cıvıl cıvıl ve ana baba günü gibiydi. İlginin bu denli yoğun olması onları mutlu etmişti. Ülkenin dört bir yanından sanatçılar, edebiyatçılar ve konuşmacılar gelmişti.Şehrin her tarafında paneller, konserler ve şovlar düzenlenecekti. İki otele daha baktıktan sonra son bir otele tüm umutları yok olmuş olarak geldiler. Burası da doluydu. Ortalıkta yalnızca kadınlar gözüküyordu. Resepsiyondaki bayan görevli, Festival için gelen bir kadın kuruluşunun bütün oteli kiraladıklarını söyleyince, son umutları da ortadan kalkmıştı. Yalvar yakar, kendilerinin de Tunceli’li olduklarını, yurt dışından geldiklerini ve kimseye zararlarının olmayacağını boyunlarını bükerek, bir kez daha ricada bulundular. Bunun üzerine resepsiyon görevlisi menajeri olan kalın camlı gözlükleri ince ve biçimli burnunun en son noktasında kararlılık ile takılı duran, diğer bir bayan yardımcı olmak üzere çıkageldi. Bizim kafadarları tepeden tırnağa süzdü.
“Tunceli’li misiniz?” Sosen bir adım öne doğru yaklaşarak;
“Evet. Aslen Mazgirt’liyiz. Festival için Hollanda’dan geldik.”
“Öyle mi? Demek ta Hollanda’dan geliyorsunuz. En üst katta küçük bir odamız daha var. Gördüğünüz gibi otelimizde festival boyunca sadece kadınlar kalıyor. Sizlere güveniyorum.” Kendilerini süzmeye devam eden menajerin bu sözlerinden sonra, Sosen ve Kamer büyük bir sevinç ile kimliklerini çıkarmak üzere ellerini ceplerine götürdüler. Odalarına çıkarken, pek çok süslenmiş, birbirinden güzel kadın merdivenlerden gülüşerek, yüksek sesle konuşarak, inip, çıkıyorlardı. Kadınlar şaşkınlık içinde kendilerine bakıyorlar ve gizlice aralarında fısıldaşıyorlardı.
           Odalarına çıkan Sosen ve Kamer oldukça yorgun olduklarını hissettiler. Sabahın erken saatlerinde festival başlayacaktı. O nedenle erkenden yataklarına girip, uyudular.
           İki yoldaş sabah erken uyanıp, kahvaltı salonuna indiler. Bütün salon kadın doluydu. Yüksek sesle konuşuyorlar ve sabahın bu erken vaktinde kahkahalar ile gülüyorlardı. Salonda bulunan Sosen ve Kamer boş bir masaya ilişti. Bu sırada salonda bulunan resepsiyon görevlisi Hatice hanımda ortalarda dolaşıp, herkese yeteri kadar kahvaltılık verilip verilmediğini kontrol ediyordu. Bir yandan da sürekli Sosen’a bakıp, gülümsüyordu. Sosen da durumu fark etti. Suratı kıpkırmızı oldu ve bakışlarını, elindeki yumurtayı soymaktan vazgeçerek, yere indirdi. Aslında “bayram şekeri gibi” güzel, alımlı, akça pakça bir bayandı. Belki de yanılıyor olabilirdi. Kendi kendisine gelin güvey olmanın bir anlamı yoktu. Böyle olsa dahi hiç de bol olmayan cesaretini toplayıp, bu konuda girişimde bulunacak durumda değildi. Diğer kadınlar da Sosen ve Kamer’e ilgisiz değillerdi. Onlar da göz altından çaktırmadan kendilerini süzmüyor değillerdi. Fakat son şansları olan bu otele kabullerinde, kendilerine güvendiklerini söylemişlerdi. Daha medeni kalıp, bu güveni boşa çıkarmamak gerekiyordu. Bütün bu düşünceleri beyinlerinde taşımanın getirmiş olduğu ağırlık ile dalgın bakışlarının gölgesinde masadan kalkıp, festivale gitmek üzere yeniden, göz bebekleri olarak gördükleri Dersim sokaklarına daldılar.
           Sokaklar büyük bir insan selini; müzikler, dinletiler ve gündemin altını kalın çizgiler ile çizip, teyit eden konuşmalar ile ağırlıyordu. Hareket halindeki bu kitlenin içinde yüreklerinde umut, mutluluk, coşku ve özlem gidermiş olmanın gönül rahatlığı ile yer aldılar. Her şey doyumsuz güzeldi. Ev sahibi Tunceli tek kelime ile muhteşemdi ve kendisine yakışanı asil dokusuna uygun bir biçimde, narin ve alımlı bir gelin edasında diz büküp, başını eğerek en güzel şekilde yapıyordu.
           Gece geç saatlere kadar festivalin bütün etkinliklerini dolaşıp, karşılaştıkları tanıdıkları, arkadaşları ve akrabaları ile sohbet edip, ağızlarında yoğunlaşan tadın, tadını çıkardılar. Bitkin bir şekilde ayaklarını sürüyerek otellerine vardıklarında, resepsiyon görevlisi “bayram şekeri Hatice Hanım” kendilerini büyük bir coşku ve olanca kibarlığı ve sevecenliği ile karşılayıp, özellikle de sorularını Sosen’a yöneltip, uzun kirpilerini kırpıştırdığı gözlerinin derinliğine bakarak, festivali, etkinlikleri ve beğenilerinin ne denli olduğunu merakla sordu. Sosen mahcup bir edayla geçiştirip, yadsıyarak kısaca yanıtlar vermekle yetindi.
           Festival inanılmaz güzellikte, yoğunlukta, büyük bir şölen havasında geçiyordu. Günler ziyaretçilerin ve yerli halkın beğenisini alabildiğine cezp etti. Aynı ihtişamla gelecek yıl daha güzel bir organize ile, daha iyiye ve daha büyük bir kitleye seslenmek umuduyla bitti.
            Festival bitiminin ardından Sosen ve Kamer bir gün daha kalıp, Dersim ile olan özlemlerini giderip, biraz da dinlendiler. Sabah otelden çıkışlarını almak üzere çantalarını toplayıp, resepsiyona indiler. Hatice hanım yine her zamanki gibi, yerindeydi. Sosen’ı görünce gülümsedi, ardından da ağır bir hüzün perdesini getirip, güzelim gülümsemesini gölgeledi. Yapılacak bir şey yoktu. O kadın olduğu halde, Sosen’ın birbirinden güzel hercai menekşenin itina ile korunduğu bahçesine girip, demet demet çiçekler derlemesi için gerekli vizeyi bütün açıklığı ile sunmuştu. Karşı tarafın tepkisizliği kendisini rencide edip, yormuştu. O nedenle buraya kadar deyip, noktayı koymakta da geri kalmadı. Otel ücretini aralarında denkleştirip, ödediler. Kamer çok memnun kaldıklarını, her şey için teşekkür ettiklerini belirtirken, Sosen da “aynen, aynen...” deyip, Kamer’e katıldığını söyledi. Hatice hanım;
“Rica ederim, biz bir şey yapmadık. Biz de sizlerden memnunduk. Hatta sizlere alıştık. Otelimize her zaman için bekleriz. Sizlere birer tane de kartımı vereyim. Bakın Sosen Bey burada benim telefonum da yazılı. Yolunuz düşer veya herhangi bir ihtiyacınız olursa, lütfen çekinmeden arayın.”
“Tabi, Hatice hanım elbette geliriz. Tekrar teşekkürler.” deyip, Sosen kartı titrek eller ile alıp, mavi ve beyaz çizgili gömleğinin cebine koydu. Tam gitmek üzereydiler ki, Hatice hanım tekrar bir şeyler söylemek istediğini belirtti.
“Bildiğim çok güzel bir fıkra var. Giderayak sizlere bu fıkrayı anlatmadan edemeyeceğim, yoksa içimde kalır. Ha bu arada bazı şeyler vardır ki söylenmesi gerekir. Bu konuda Oğuz Atay şöyle der; 
"Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler; Ağzına dolar insanın. Sussan acıtır, konuşsan kanatır." Fıkraya gelecek olursak;
-Adamın biri bir gün uzak diyarlarda bir yere yolu düşer. Tanrı misafiri olarak en yakındaki bir evin kapısını çalar. Kapıyı evin beyi açar. Adam yatacak yeri olmadığını, kendisinin Tanrı misafiri olduğunu belirtip, kabul edilmesini söyler. Evin beyi, memnuniyetle kabul edip, adamı evine buyur eder. Yemekler yenilip, çaylar içildikten sonra sıra yatmaya gelir. Evin beyi, misafire kalması için üç seçeneğinin olduğunu söyler. İsterse kendi yatak odalarında, yani karı koca ile aynı yerde, ikinci alternatif olarak; misafir odasında veya bebeğin odasında da kalabileceğini söyler. Misafir, adamların odasında kalmak uygun olmaz. Bebeğin odasında da kalsam, bebek ağlar rahatsız olurum. En iyisi misafir odasında kalayım der. Sabah uyandığında evi güzel bir kahvaltının kokuları sarmış. Misafir elini yüzünü yıkamak üzere aranırken, güzeller güzeli bir içim su misali genç bir kız elinde ibrik leğen ve havlu ile çıkagelir. Misafirin gözleri kamaşır. Bakışlarını büyük bir şaşkınlık içinde genç kızdan alamadan; sen kimsin diye sorar. Kız da benim adım Bebek der. Tanışmak maksadı ile Bebek de misafirin adını sorar. Misafir başını sallayıp, ard arda; eşşekkk...eşşekk. der.”
Fıkrayı büyük bir ilgi ile dinleyen iki arkadaş, gülmekten kendilerini alıkoyamadılar. Sosen;
“Hakikaten de eşşekmiş.” deyip, yeniden hatır istediler. Köylerine gidip anne ve babaları ile vedalaşmak üzere köy minibüsüne binen Sosen ve Kamer, araç ince şose yolu zorlanarak tırmanıp, köyleri uzaktan gözükmeye başladığında, derin düşüncelere dalan Sosen, Kamer’e dönüp;
“Kamer, Hatice hanım o fıkrayı ve Oğuz Atay’dan alıntıyı anlatmakla ne demek istedi. Bir şey mi ima etmeye çalıştı, acaba. Sen öyle bu tür bir şey sezdin mi?”
“Yok Sosen, nereden çıkartıyorsun bunları. Kadın sadece bizi biraz neşelendirmek istedi, o kadar. Öküz altında buzağı aramanın alemi yok.”diyerek, köy meydanında duran araçtan indiler.
           Köy meydanında kendilerini bekleyen anne ve babalarına araya yeniden uzun yıllar girmiş gibi, uzun uzadıya özlem giderdiler. Site ve Zerda annelerin yüzü gülüyordu. Mazgirt ilçesinin Asman Köyünde küçük çaplı bir kavuşma bayramı yaşanıyordu. Sosen ve Kamer Amsterdam havaalanında bindikleri, özlem, heyecan ve mutluluk bulutuna yeniden binmişlerdi. Ama Sosen’in sağ eli sürekli gömleğinin cebinde, tam da yüreğinin üstünde yer alan kuşe bir kağıdı okşar haldeydi.


           

Amsterdam, 8 Haziran 2012






5 Nisan 2012 Perşembe

SU İÇEMEDİM GÖLÜNÜZDEN






SU İÇEMEDİM GÖLÜNÜZDEN


Dünyanın en büyük düzlüklerinden biri olan Hollanda’ya, kırmızı halılar üzerinde, dik tuttuğum başım ile yürüyemediğim gibi, bu yaban el toprağını eğilip, öpmek de kısmet olmadı. Babamın yeni aldığı Sümerbank’ın Beykoz ayakkabıları ile bu coğrfyaya ayak bastığımda, henüz dokuz yaşlarındaydım. Uçağımız inişe geçerken, kaptan pilot Amsterdam’da havanın yirmi derece ve bulutsuz olduğunu anons ederken, biz yolcular var gücümüz ile yumuşak inişinden dolayı kendisini alkışlıyorduk. Özel üniformaları ile bir içim su olan, ama insanın içmeye kıyamayacağı güzellikteki hostesler arz-ı endam edip, sağlı sollu bizim gibi kırsal kesimden devşirilmiş olan yolculara hizmet edip, gülümsüyorlardı. Babam Şükrü’yü lengerli fötr şapkasını kafasına iyice yerleştirirken; aceleci, telaşlı, göbekli, kısa parmaklı, iri burunlu, çopur yüzlü, ben misali kısa bacaklı, yerden bitme bir adam olarak tarif edeceğim. Pos bıyıklarını çekiştiren babam, annem Zarife ile oğulları olan ben Nuri’den, onlarca adım önümüzde tünelvari bir geçitten hızla ilerliyordu. Adeta “hık demiş de, burnundan düşmüş,” kocasının dişi versiyonu, bu güzelim bahar gününde dahi adının anlamının tezatlığını ortaya koyan, alabildiğine zevksizce kat kat urbalara bürünmüş, dik kaşlı, dar alınlı, büyük ve sarkık memeli, boncuk oyalı tülbendinin altında sakladığı saçlarını bana sormadığı halde, benim için süpürge ettiğini söyleyen anamın güllü şalvarından tutunuyordum. Küçük adımlarım ile etrafıma bakınarak, nereye gittiğimizi bilmeden, koşturuyordum. Ankara Esenboğa havaalanından sonra, gözlerimin önünden akıp giden görüntüler inanılmaz güzellikte ve bir hayli büyüleyiciydi. Boncuk boncuk çocuk gözlerime, bu güne değin, bu denli renkli bir ihtişam hiç ilişmemişti. Anlamadığım bir dilde sürekli anonslar yapılıyor, insanlar sırtladıkları çantaları ile onlarca değişik yöne doğru hızlı adımlar atıyorlardı.

Hiç istemediğim halde babam, beni ve annemi kaptığı gibi buraya getirmişti. Tamamen yabancısıydık bu diyarın. Bizi, gözüme babaannemin anlattığı masallardaki öcü ve canavarları aratmayacak gibi gözüken, çok büyük ayrıcalıklar bekliyordu. Öyle ya; Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinin, izbe Karakuyu Köyü nere, apayrı bir gezegen olan Hollanda neresiydi. Aman Tanrım ne kadar çok renk vardı burada; kırmızı, pembe, sarı, yeşil, turuncu ve diğer bütün renkler ne kadar cömertçe ve cesurca kullanılıyordu bu topraklarda. Bizim yelpazemiz; sadece siyah, gri, kahverengi ve diğer koyu sönük renkler ile sınırlıydı. Kırmızı, sarı, yeşil, pembe ceketli, montlu, pantolonlu insanlar, özellikle de uzunca boylu, altın sarısı saçları, yeşil ve mavi büyük gözleri, akça pakça tenli güzel kızlar dolanıp duruyorlardı. Babam uzun bir yürüyüşün ardından uzun bir bekleme kuyruklarının bulunduğu, içinde bizim Yozgat’da alışageldiğimiz gibi, sarkık bıyıkları olmayan polislerin bulunduğu gişelerden birisinin ardına durdu. Annem ile ben de gidip, babamın yanına iliştik. Babam sağ elini bıyıklarını çekiştirmekten alıkoyup, annemin kolunda şıngırdayan, bir düzine burma altın bileziğini elbisesinin kolunun altına gizlemesini kulağına fısıldarken, bizi de daha yakınına gelmemizi işaret etti. Babam ne derse onu yapıyorduk. Bu renkli el kapısının yolunu, yordamını, dilini ve kültürünü kendince bir tek O biliyordu. Sıra bize geldiğinde, polis önce pasaportlarımıza, ardından da yan gözler ile çok yüksek olmayan yukarılarımızdan, çabukça aşağılarımıza kadar üçümüzü süzdü. Allah kahretsin dercesine hızla vurduğu mühürlü pasaportlarımızı tekrar babama verdi. Anlaşılan fazlaca günahımız yokmuş ki, Sırat Köprüsünü geçmiştik.

Hollanda’ya geleli bir ay kadar oldu. Babam beni okula yazdırdı. Hiç dil bilmeme rağmen, Hollanda’lı çocuklar ile aynı sınıftaydım. Hollandacayı şimdilik bilmesem de zamanla oluşacak olan kulak alışkanlığı ve zorunlu pratik ile kavrayacaktım. Daha çocuk yaştaydım, zihnim açık, kafam olur olmaz bilgi kalabalığı ile dolu değildi. Bu kadar kısa bir zaman geçmesine rağmen şimdiden kendimi kurtaracak kadar konuşuyordum. Azmin pençesinden yabancısı olduğum kelimeler kendilerini kurtaramıyorlardı.

Bundan sonra yurdumuz, karnımızın doyduğu bu topraklar oldu. Bütün olumlu olumsuz yönlerine katlanacak, karınca kararınca bir şeyler katacak ve birlikte bir yaşam sürdürdüğümüz insanların sayısız katkısını göreceğiz. Fakat insanın kendi ülkesine, akrabalarına, arkadaşlarına olan özlemi de yabana atılacak cinsten değil. Şu an on yedi yaşındayım. Elbette olaylara yaklaşımım çocukluk yıllarımdaki gibi değil. Hollanda’ya geleli yaklaşık altı ay kadar olmuştu ki, artık Amsterdam’in her köşesini elim ile koymuş gibi buluyordum. Yeni edindiğim arkadaşlarım ile oynuyor, her gün yeni bir şeylere tanık oluyorduk. Günlerden bir gün babam yaz sıcağında bir kaç arkadaşı ile akşam üzeri bahçede oturup, rakı içiyorlardı. Babamın arkadaşlarından Ahmet Amca evimizin az ilerisindeki suda yüzmekte olan ördeklerin sesini duydu.
“Aah Şükrü, şimdi bu aslan sütünün yanında yağlı bir ördek budu ne giderdi.” diye iç geçirince, ben ve Ahmet Amcanın oğlu arkadaşım Rafet ile göz göze geldik. Bakışlarımızdan mesajlarımız yerini bulmuştu. Mutfaktan bir naylon poşet ve bıçak alarak koşa koşa suyun kenarında soluğu aldık. Tabi yem olarak da, bir ekmek parçasını almayı ihmal etmemiştik. Anlaşılır gibi değildi, her taraf başı boş ördekler, kazlar ve kuğular ile doluydu. Nasıl oluyor da bu kadar büyük ganimetlere, kimse elini dahi sürmüyordu.
Bugünlük de bu kadar deyip, vedalaşmak üzere olan akşam güneşi, durgun ve çok da temiz gözükmeyen suyun kıvrımlı yüzeyini kızıl bir parlaklığa boğuyordu. Onlarca ördek, hayran bıraktıran kıvrak hareketleri ve bin bir nazları ile birbirlerine kur yaparak, yüzüyorlardı. Zümrüt başlı, benekli, kar beyazı ve bazıları da kömür karasıydılar. Gagaları sanki çekiç ile üstten hafifce vurularak düzeltilmişlerdi. Ara sıra suya başlarını daldırıp, duş alıyorlardı. Çok geçmeden, Rafet ilk ekmek parçalarını mümkün olduğu kadar yakınımıza serpiştirdi. Onlarca ördek renk yelpazesi kanatlarını, kendilerinden beklemediğim bir hız ile çırpıp, yüksek olmayan kısa uçuşlar ile patırtılı gürültüler çıkartıp, ekmek parçacıklarını kapmak için üşüştüler. Rafet atik bir hareket ile ilk kurbanını kanatlarından yakaladı. Ardından hala gözlerimin önünden hiç gitmeyen kanını, ince zarif boynunu bıçak ile kesip, yere akıttı. Rafet kurbanını torbaya koyarken ben de ganimetimi yakalamıştım. İşimiz tamam derken, arkadaşım bir tane daha yakaladı. Tam kesmek üzereyken, burnumuzun dibinde bastonunu bize doğru sallayan çok yaşlı, yürümekte zorlanan bir kadının köpeği ile birlikte bize doğru geldiğini gördük. Rafet’in son kurbanı bu hengamede kaçıp, tekrar suya dalıp, korku içinde sudaki kızıl parıltıyı bozarak, ayaklarını geriye doğru itip, uzaklaştı. Biz de en az elimizden kaçan ganimetimiz kadar korku içindeydik. Ördeklerimizi koyduğumuz torbamızı olduğumuz yerde bırakıp, var gücümüz ile ayrı yönlere doğru koşmaya başladık. Yaklaşık on dakika geçmemişti ki, iki adet polis arabasının kıyameti kopararak olay yerine hızla, sirenler çalarak geldiğini gördük. Heyecandan at gibi soluyor, korku dolu küçük yüreklerimiz göğsümüzü gümbürdeterek dövüyordu. Şansımız yaver gitmiş ve bu belayı ucuz atlatmıştık. Rafet’in babası kıytırık, ucube, sülük, hödük, mendebur, mikrop, pis boğaz (kızgınlığımdan, saygıyı rafa kaldırıp, daha pek çok uygun tanımlamalar sıralayabilirim, ama hazretleri şimdilik bunlar ile yetinsinler) Ahmet Amca’nın rakı içerken, o çürük dişler ile tıka basa dolu mübarek ağzından, bakmaya kıyılamayacak güzellikteki ördekler ile ilgili sözleri çıkmasa, biz de böyle bir halt yemeyecektik elbette. Ördek ve diğer başı boş hayvanlara zarar vermenin cezasının; en az altı ay hapis olduğunu öğrendiğimde, dilim damağıma yapışmıştı. Allah’tan bu kıyım girişimimizin, ceremesinden paçamızı ucuz kurtarmıştık. Çocukluk ve bilgisizliğimiz buna benzer bir çok olayı yaşamamıza neden oldu. Bildiğim o ki, bilgisizlik, insanın başına türlü belalar getiriyor. İnsanın içinde olduğu bu Hint fukarası görünümlü cehalet konumumdan, pılısını pırtısını toplayıp, mümkün olduğu kadar daha uzak diyarlara; bilginin, ilmin, çağdaşlığın, insani güzelliklerin hakim olduğu yerlere gidip, oralarda soluk alıp vermesi gerekir.
Aradan bir kaç yıl geçip, ergenlik çağına geldiğimde, bu kez ilgim ördeklere değilde, barbi bebeklerini aratmayan Van Goch sarısını saçlarında en güzel şekilde barındıran Hollanda kızlarına karşıydı. Bütün uğraşılarıma rağmen, ördekleri yakalamaktaki performansımı, bu fıstıklardan birisini edinmekte gösteremiyordum. İçim gelen her bahar ile daha bir buruk, ezik ve de kendimi yapayalnız hissediyordum. Umudumu yitirmeden, sokakları arşınlayıp, ava çıksam da, sonuç hep nafileydi. On dört yaşındaydım, artık birşeyler olmalıydı. Evet biliyorum, yaşımın daha küçük olduğunu, önümde uzun bir ömrün olduğunu, bazı şeyler için aceleci olmamam gerektiğini söyleyenler, yok değil. Ama histerik duygularımı bastırmakta zorlanıyorum. Hislerimin kürek mahkumuyum. Kısaca öyle veya böyle; ben de hayatımın açık olan kapısını görmek istiyorum.
Hollandalı kız ve erkek çocukları bu ilişkilerde çok rahattılar. Bu evrelerini cinselliği tanıyarak yaşıyorlardı. El ele tutuşup, öpüşüyorlar ve insan hayatının belki de, en heyecanlı anlarına cesurca adımlar atıyorlardı. Oysa ben Yozgat’ın Boğazlıyan Karakuyu Köyünden gelen Nuri ise ümüğümü çekiştirip, onlara bakınmakla yetiniyordum. Tanrının iyi diye belirleyip, bir tarafa ayırdığı erkek kullarına cennetinde kırk tane huri vereceği rivayet ediliyordu. İyi kadın kullarına da, kırk tane Nuri verecekti. Belki ben sadece bilinmeyen bir zamanda, birilerinin kırk Nuri’sinden bir tanesi olacaktım. Bu sahiplenme kırkta bir oranında ve ayrıca peşin degildi. Oysa ben veresiye olanı beklemeden, Hollanda’daki hurilerin Nuri’si olmak istiyorum. Vaziyet kötü demekten dahi çok daha berbattı. 
İnsan insanın zehrini alır, derler. Benim de ağularımı benden alacak, her bakışı diğerinden daha güzel, bin bakışlı bir sevgilim olmalıydı. Her gün; edalı, güzel endanlı, körpe kıvırcıkları andıran Hollanda sülünlerinden birilerine aşık oluyor, açılamıyor, kalbimde prangaladığım duygularım, kırık cam parçaları gibi acıtıyor, parçalıyordu. Acılarım dilsiz, hüznüm sonsuz, aşklarım hep platonikti. Üzerinden aşmak istediğim yüreğimi hoplatan her çıta, gürültü ile her defasında düşüyordu. Kendimi yerlerde buldukça, daha da karamsarlaşıyor ve hayattaki neşemi, duruşumu tarifsiz büyüklükteki bir erozyona uğratıyordum. Tutunamayacağım boş bir hüsran ile baş başa kalmak, kaçınılmaz kaderim olmuştu.
Ancak beş yıl gibi uzun bir süre sonra parasal durumumuzu biraz olsun düzeltip, okulların tatil olması ile birlikte, biz de nihayet çok özlediğim doğduğum topraklara, arkadaşlarıma ve akrabalarıma gidecektik. Bütün hazırlıklarımızı kısa sürede tamamladık. Bir çok bavulu istifleme hediye ve elbiselerimiz ile doldurduk. Kalbim, tıpkı ördek maceramdan sonra yaşadığım heyecanı aratmıyor ve yerinde dur durak bilmiyordu. Eminim bu tatil bana çok iyi gelecekti. Gem vurmakta zorladığım duygu ve düşüncelerim bir süreliğine de olsa başka tarafalara kanalize olacaklardı.
Beklenen gün geldi ve bütün eşyalarımızı kaptığımız gibi havaalanının yolunu tuttuk. Direksiyonda ucube, mendebur, kepaze, hödük.... Ahmet Amca vardı. Ama aldırmıyordum. Bizi hava alanına arabası ile bırakıp, dönecekti. Çok kalabalıktı. Sanki bütün yabancılar tatile gider gibiydi. Eşyalarımızı indirip, Ahmet Amca hazretlerini uğurladık. Ne idüğü belirsiz, cenabet, hergele, odun, kalas... Ahmet Amcanın arkadaşı, Çopur babam yüklediği valiz arabasını, kamyonet gibi"tıss..." sesleri çıkrarak, hızla anam ile benim önümde ittiriyordu. Bu kez annemin şalvarından tutunmuyordum. Annem şalvar yerine artık, güllü etekler giyiyordu. Jöleli saçlarımla, babam ve annem görünümündeki onca yabancı arasında, seçebildiğim Hollandalı kızlara bakıp, son an uzatmalarını oynayarak, fiyaka satıyordum. Aşk; anlık da olsa, tesadüfleri sever diyorlar, belli mi olur deyip, farları sonuna kadar açtım.
Köyümüze vardığımız zaman, hani derler ya; “dünyalar benim oldu” aynen öyle. Dedelerime ve ninelerime bir güzel sarılıp, hasretle ellerinden öptüm. Meğerse ne kadar çok özlemişim onları. Aynı zamanda arkadaşlarımı da yeniden gördüğüme müthiş sevinmiştim. Oyunlar oynarken elbette en çok merak edilen konu yine Hollanda kızlarıydı. Onlara bizim Yozgat’ın aksanı ile Hollanda’yı anlatırken; 
Suyu bol çimemiyon,
Çimi bol oturamiyon.
Ağacı bol sapan yapamiyon.
Kuşu bol vuramiyon.
Kızı bol öpemiyon... diyemiyordum. 
Her gün sarışın bir Hollandalı ile birlikteydim, tabir yerinde ise, “bir elim yağda, bir elim baldaydı.” Ben Hollanda’lı hurilerin biricik Nuri’siydim.


Amsterdam, 5 Nisan 2012 



 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...