MEVTADAN
MEKTUPLAR - 1
Hayat
mı? İstemim dışında var olan keyfime zoraki değmeselerdi,
elbette tarifsiz güzeldi. Hani sıkıntılar girdabı, marazlı,
hasta, sakat, kör, topal, yatalak da olsan, aksırsan tıksırsan da
ve bir ekmeği beş nüfusa yetiremesen de dünyada yaşamanın
güzelliği anlatılır gibi değildi. Hayatımın, yani sayılı
günlerimin kıymetini iyi bildim sayılır. Yaşamın var olan bütün
dallarını kıskıvrak elime geçirdim ve onlara olabildiğince sıkı
sıkı tutundum. Tam anlamıyla keyfini çıkarıyordum, ta ki şu an
içinde bulunduğum bu derin çukura birileri düşürene kadar.
Anlayacağınız, kaçınılmaz son beni de gelip, buldu ve her şey
olanca güzelliği ile geride kaldı.
Kısa
bir süre önce; uzun, kapüşonlu, entariye benzer elbisesi ve
elinde büyük bir tırpan ile birileri gözüme ilişti. Gözüm pek
tutmadı kendisini. Kötü şeyler olacaktı. Çok geçmeden
tahminimde yanılmadığımı anladım. O her şeyi pervasızca alt
üst etti, yaktı, yıktı, kül etti. İstemediğim halde beni alıp,
bilmediğim bu yere getirdi. Benimle randevu yapmakta ısrar
ediyordu. “Git başımdan kardeşim. Başka işin, gücün yok mu
senin?” falan dedimse de, bir türlü başımdan savamadım.
Dediklerime hiç kulak asmadı bile. Kardeşi falan da değilmişim.
Ben de biliyorum kardeş olmadığımızı elbet, tanrı yazdıysa
bozsun. Demem o ki, ben de lafın gelişi öyle söyleyip, başımdan
savarım sandım. Lakin olmadı. Nuh dedi, peygamber demedi. İnadında
sonuna kadar direndi. Yalvarmam ve yakarmam da, yanıma kâr kaldı.
Zorla
suçlu gibi getirildiğim bu yerde, işler tahmin edemeyeceğiniz
kadar karışık ve yoğun. Kimin ne zaman ne olacağı belli değil.
Başımızı kaşıyacak vaktimiz yok, her işe bizi koşuyorlar.
Öyle yevmiye falan da yok. Kölelik devrinden çok daha kötü. Bu
arada zaman kazanıp, randevu yaptığımız kişinin adını
hatırlamaya çalışıyorum. Dedim ya öyle çok yapılacak şey var
ki, başta akıl namına bir şey kalmadı. O nedenle her şeyi
unutur olduk. Yanılmıyorsam adı “Azrail” olsa gerek. Doğru
değilse siz düzeltiniz lütfen. Tanıştığımızda, ekselansları
sanırım böyle bir isim söylemişti. Hatta kendisinin melek
olduğunu falan da söylemişti. Her ne kadar “yaşamak
direnmektir” dense de, en azından bu şiar buralarda tutmadı. Ben
direnince, zaptı rapla ve bir sürü silahlı ve külahlı adamıyla
gelip, beni de öteki dünya da denilen buraya yaka paça,
hırpalayarak getirdiler.
Biraz
önce, beni alıp getireni çok merak ettiğim için, internet
odasındaki görevliden rica minnet müsaade alıp, internete girdim.
Aman allahım, ne kadar yavaş. Sayfanın açılması için yarım
saat beklemek zorunda kaldım. Dünyadaki bağlantı buradakinden
milyon defa daha hızlı. Ama neye mal olursa olsun öğrenmeliydim.
Yoksa zaten tavşan uykusunu aratmayan yarım yamalak olan uykumuz da
kaçacaktı. Öyle ya burada zaman kavramı yok, ona göre de
kimsenin acelesi yok.
Bu
nedenle bağlantı ne kadar uzun sürerse sürsün. Sanırım
teknoloji de dünyadakinden çok daha gerilerde. Alt yapı falan
zaten hak getire, ara ki bulasın. İki lafın belini kıracağın
kimsecikler yok. Ben de dahil, gördüğüm herkes düşünceli,
dalgın ve tedirgin. İnsanı çıldırtan bir belirsizlik var. Bazen
tanıdığım simalara rastladığım da oluyor. Kısa bir süre önce
Liz Taylor’u gördüğüm de çok şaşırmıştım. Ben O’na o
kadar hayran öldüğüm halde, hanım efendileri selamımızı bile
almadı. Oysa ben peşinden koşup, imzalı bir resmini soracaktım.
Bizim Ayhan Işık’ın yirmi kilometre ileride kaldığını
söylediler. Zeki Müren de yakınlarda bir yerdeymiş. Memleketimin
insanı. En azından gider onları görürüm ilk fırsatta. Hiç
değilse oturur, varsa birlikte bir çay içer, memleketten
bahsederiz. Memleket dedim de, buraya hiç haber ulaşmıyor. Çok
zaman olmadı. Sanmıyorum ama Avrupa Birliği yolunda ilerleme var
mı? Ergenekon davası ne oldu? Mısır ve diğer arap ülkelerinde
herhangi bir değişiklik oldu mu? Saymakla bitmez, merak ettiğim o
kadar çok şey var ki. Yakın zaman da memleketten tanıdık
birileri gelse diyeceğim ama, olmayan düşmanım da gelmesin.
Kalsın olduğu yerde. Gelirse biraz olsun merak ettiğim şeyleri
öğrenirim. Tabi gelen kişi dünyadan bihaber değilse. Her şeyi
ve herkesi öyle çok özledim ki, boynu bükük kalan çocuklarımı,
bir güne bir gün beni incitmeyen dünyalar tatlısı karımı,
arkadaşlarımı, kısacası herkesi. Siz de işiniz gücünüz
yokmuş gibi, şimdi benim cennette mi yoksa cehennemde mi olduğumu
da merak ediyorsunuzdur. Bırakın o da benim özelim olsun. Ben hiç
bir şeyi ağzımdan kaçırmadım, tabi siz de duymadınız. Etraf
tele kulak kaynıyor. Aslına bakarsanız şu mübarek ağzımda
ıslanacak bakla falan da yok. Ama ne bileyim, bu diyarda daha çok
yeniyim. Herhangi bir duyum almadım ama neme lazım; belki buraların
da “ergenekonu, jitemi, her türlü kontrası ve derinlikler için
hizmet veren bilumum vatan-millet-Sakarya hizmetinde kuruluşları
vardır. Nerede kalmıştık. Evet, güç bela Azrail’in adını
araştırmıştım, onu anlatmaya çalışıyordum. Buradaki
‘Google’a “Azrail’in diğer adı nedir?” diye girdiğiniz
zaman, bir yerlerde “melek’ül mevt – ölüm meleği” yazsa
da, asıl ilginç olan satırlar aynen şöyleydi. Azrailin diğer
adı ‘Antep Canavarı Antep’li Abdullah Dayı” dır. Doğrusu
şaştım da kaldım. Adamın ünü ta buralara kadar gelmiş. Biraz
daha araştırdığımda, Antep’linin 1991 Haziranında benim gibi
mevta olduğunu açıklıyordu. Anlaşılan Abdullah Dayı da
buralarda olsa gerek. Sakın bir de o benimle randevu yapmaya
kalkmasın. Bu kadarı yeter ama değil mi?
İnsan
bir defa ölür, on kez değil ya! Abdullah Dayı’nın hikayesi
oldukça garip ve de tüyler ürpertici. Adam kendi çapında,
yukarıda adını saymaya çalıştığım el pençe “vatan-millet
ve Sakarya” hizmetlileri gibi bir kişiymiş. Gerçi onun öyle el
pençe hizmet gibi bir kaygısı olmamış. İnanmayacaksınız ama
Abdullah Dayı tam 43 kişiyi bu tarafa göndermiş. 38 ayrı
cezaevinde 48 yıl hapis yatmış. 1991 Haziranında çıktıktan
sonra da 48 gün yaşayamadan, bizim tarafa postaladıklarının
ardından kendisi de, soluğu burada almış. Dayımın kitabını
dahi kaleme almışlar. Dayıma ait bazı bilgileri not ettim.
Aslında bilgisayarda çıktısını alacaktım ama yazıcı
(printer) olmadığı için yapamadım. Ben de oradaki bir tükenmez
kalemle hohlaya hohlaya kalemi ısıtıp bir kağıda bir şeyler
karaladım. Oysa burası öyle sıcak ki, (dünyadan kalma alışkanlık
işte, kalemi hohlamanın ne alemi var ) dışarıda yüzlerce kazan
fokur fokur kaynıyor. Hayatımda hiç bu kadar çok çirkin kadını
bir arada görmemiştim.
Etrafta
katran kokusuna benzer bir koku da var sanki. Her yüzlerce litrelik
kazanın başında büyük kepçeleri ile birer çirkin kadın
görevlendirmişler. Çirkin kadının yapacağı yemek de, olsa olsa
kendisi gibi olur. Şahsen ben olsam; böyle binlerce insanımla bir
yere yemeğe davet edilsem ve yemeğin bu kadar çirkin yaratık
tarafından yapıldığını görsem, bunu kendime yapılmış bir
hakaret sayarım. O yemeğe kaşığımın ucunu dahi daldırmadan
çeker giderim. Bu kadar büyük kazanlarda kime yemek yapıp, kimi
ağırlayacaklar bilemiyorum. Savaştan dönen bir ordu mu
ağırlanacak acaba, dedim ya ben daha yeniyim bilemiyorum. Burnumu
da her şeye sokmasam aslında iyi ederim. Sorması ayıp, bu kadar
kazanı nereden buldular. Be mübarekler yüzlerce gereksiz kazanı
alacağınıza, üç beş kuruş verip, şuraya bir yazcı alsanız
daha iyi olmaz mıydı? Derdini kime anlatacaksın ki, Allah bilir
burada Marko Paşa da yoktur. Ama olağan üstü bir hazırlık
olduğu bes belli. Çünkü herhangi bir tören havası falan yok.
Hadi hayırlısı bakalım ama, içim de pek rahat değil doğrusu.
Bir tedirginliktir sardı, bütün bedenimi. Pek iyi şeyler olacağa
benzemiyor. Az ileride de uzunca bir köprüyü andıran bir şeyler
yapılıyor. Ben köprü diyorum ama, şimdilik sadece çok ince ve
uzun bir ipi bir uçtan diğer uca gerdirmişler. Köprünün olduğu
yer oldukça derin bir uçurum. Fakat müteahhit işi iyice ağırdan
alıyor. Sanki köprü yapılmayacak da, bu ipte cambazları
yarıştırıp, gösteri yapacaklar. Aklım epey eksik geldi, bunu da
anlayamadım. Doğrusu dayımı oldukça çok sevdim. Nazım’in
aynı cezaevinde olduğunu duyunca, onu da koğuşlarına almak için
cezaevi müdürü ile görüşmüş. Nazım koğuşlarına verilirse
bir daha adam öldürmeyeceğine dair, Bursa savcısına da yemin
billah namus sözü vermiş. Hatta bunun için rüşvetini de eksik
etmemiş. Çok geçmeden Nazım’ı aynı koğuşa vermişler.
Burada dayımın kitabından biraz alıntı yapayım. Turhan Temuçin
adlı tanımadığım bir yazar tarafından kaleme alınmış. Ne
diyeyim eline, yüreğine sağlık, ama dayımda anlatım o biçim.
‘Savcının yanından çıkınca koğuşa gittim. Baktım ki
eşyalar yeni koğuşa taşınmaya başlamış.Yeni koğuşa
taşındığımızda, Nazım baba da biraz sonra eşyalarıyla geldi.
Zaten bir eşyası da yoktu. Kalktım elini öpmek istedim vermedi,
boynuma sarılıp beni öptü.
"Abi"
dedim, "senin suçun ne? Niye yatarsın burada?
"Benim
suçum kalemimdir. Şiirlerimdir. İnsanları sevmemdir. Memleketimi
de çok severim."
Peki
abi, biz yazmasını bilmeyiz ama, bizde insanları severiz.
İnsanlara kötülük gelmesin diye işler yaptık. Haksızlığa
tahammül etmeyiz, haksızlığa uğrayanın yanında oluruz.
Benim
atalarım da bu memleket için savaşmıştır. cenk etmiştir. O
zaman bizim bunlardan da suçumuzun olması mı gerekir?"
"Yok,
sizin bunlardan suçunuz olmaz. Size bunlardan bir şey demezler,
bize derler. Bu yüzdende bana ceza verirler."
"Neden?"
"Çünkü
bana komünist diyorlar."
"Komünist
ne demek ağam?"
"İşte
bu anlattıklarım, yazdıklarım, düşüncelerim komünistlik
oluyor."
Ben
bu "komünist" sözünü yeni duyuyordum.
Güldüm:
"O
zaman demek ki, ben de komünistim de haberim yokmuş."
Bu
kez de o dev gibi adam güldü:
"Yok
olmaz öyle şey. Çünkü sen haksızlıkların üzerine silahla
gidiyorsun. İnsan sevgisini, haksızlık yapanı öldürerek
göstermek istiyorsun. Ben bu işi kalemimle yapıyorum. Kalemimle
anlatıyorum.Senin silahın patladığı yerde kalır, benim
kalemimse bu haksızlıkları anlatarak, bir gün bu düzeni
patlatır, anladın mı?"
Hiç
bir şey anlamamıştım, ama bu dev gibi yiğit adamı çok
sevmiştim. Nazım daha sonra Ankara’dan gelen bir emirle başka
bir yere nakledilince, Abdullah Dayı; “Savcı ile olan kavlimiz
bozuldu” deyip, icraatlarına kaldığı yerden devam etmiş. Peki
ben ne yapayım. İyisi mi sorup soruşturayım. Abdullah Dayıyı
bulayım. Görünen o ki, burada her şey zorlaşacağa benziyor.
Köprüler, kazanlar falan yüreğimi daralttı. İyisi mi dayımın
adamı olayım, kendisi ile güzelce muhabbetimi artırayım. Koluna
gireyim, dost olayım, aramızdan su sızmasın. Hatta olmadı
naramızı atıp, bize yan bakan kimsenin olup, olmadığını
öğrenelim. Etrafı kolaçan edelim. Bari onun sayesinde; burada
iyice ıslanıp, erimeye yüz tutan tuzumuzu biraz olsun kuruturuz,
diye düşünüyorum. Dedim ya hayat güzel, nerede olursa olsun.
Madem bundan sonra bu mekandayız, o halde bunu iyi kılmanın
yollarını araştırmak gerekiyor. “Ya Allah, ya bismillah.”
Kolları sıvayıp Abdullah Dayıyı bulayım. O’nu bir güzel
kucaklayayım, o mübarek ellerinden öpeyim. Saygıda kusur
etmeyeyim. Ağzından çıkan her kelimeyi bir emir olarak göreyim.
Hemşehri sayılırız, hatta akraba dahi olabiliriz diyeyim.
“Abdullah Dayı nerelerdesin? Bekle beni geliyorum. Bekle ne
olursun!” Mutlu olun. Beni kafanıza takıp, düşünmeyin. Hayatın
tadını çıkarıp, diyarınızı peşin yaşanan cennet eyleyin.
Ömrünüz bereketli olsun. Bir daha ki mektubumda adresim belli
olursa yazarım. Kim bilir belki sizlerden de bana yazanlar olur.
Kalın
sağlıcakla. Selam ve sevgilerimle…
Adı – sanı mühim olmayan bir Mevta
Amsterdam,
10 Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder