26 Nisan 2011 Salı

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 2








MEVTADAN MEKTUPLAR – 2 
         Canım çok sıkkın. Hani ne yapacağımı kestirebilsem, belki biraz olsun rahatlarım. Durum böyle olmasına rağmen, daha önceki mektubumda, sizlere ilk fırsatta yeniden yazacağıma dair söz verdiğimden, iş başa düştü. Bu nedenle bunalım ve buhran hallerimi bir tarafa bırakıp, sizlere yeniden yazmalıyım, diye düşündüm. Günlerdir her tarafta kaynayan kazanlar, burnuma gelen o iğrenç ve yapış yapış katran kokuları, inşa halindeki ne idüğü belirsiz asma köprüler ve diğer hazırlıklar; zaten darmadağın olan beynime, çok olmazsa olmazımmış gibi bin türlü olumsuzluğu getirip, çöreklendiriyorlar. Derken insanda zırnık kadar akıl ve moral kalmıyor. Sanki Allah’ın "ittir ettiği" bu yere gelmek için bizzat kendim davetiye çıkarttırmışım da, bundan benim haberim yok. Bunalmamak elde değil. Fakat yapılacak bir şey de yok elbet. Beklemek ve sabretmek paslı bir tepside sunulan tek seçenek. Umarım uzun uzadıya yazmaya çalıştıklarımla sizleri sıkmıyorumdur. Sürç-i lisan ediyorsam af ola. Bu satırları insanlık adına sizlere tüm iyi niyetimle yazdığımı bilmenizi isterim. 
         Bir önceki mektubumda, adresim belli olursa bunu da ileteceğimi belirtmiştim. Övünmek gibi olmasın ama gerek dünyada, gerekse burada sözümün arkasında hep durdum ve bu nerede olursa olsun, iki elim kanda veya biri yağda biri balda da olsa, bu böyle devam edecek. Ben de öyle hile hurda olmaz. Bu satırları okurken hafiften dudaklarınızın tebessüm etmek için gerildiğini görür gibi oluyorum. Duyduğunuz güvenden dolayı sizlere müteşekkirim. Beni bu nahoş ortamda, bir yudum da olsa hoş kılıyorsunuz. 
         Bu diyarda yavaş yavaş kıdemli oluyorum. İnsanoğlu, her şeyin çaresi olan zamanın (hızla olmasa da), kabullenilmesi olanaksızmış gibi görünen tüm güçlükleri,  sonuçta özüne buyur etmek zorunda kalıyor ve akabinde de bunlara kanıksıyor. Size peşinen söyleyeyim. Allah ömrünüzü uzun kılsın. Her beşerin yolculuğu er veya geç buraya olacaktır ki, bu şimdiye değin hep böyle olageldi. Dediğim gibi geldiğinizde, beni bulursanız kısıtlı da olsa tüm olanaklarımı size seferber edeceğime dair de sizleri temin ediyorum. O yaşam aşkıyla pır pır eden yüreğiniz rahat etsin. 
         Bu güzergaha doğru, dönüşü olmadığı söylenen yolculuğun konforu da yine maddi durumunuza bağlı. Zenginin işi her zaman olduğu gibi, Almanya’dan daha iyi. Onların gelişi son derece lüks uçakların kendilerine tahsis edilen VIP kısımlarında oluyor. Fakir ve garibanlar da her an devrilecekmiş gibi yalpalayan, eski püskü otobüsler ve diğer vasıtalar ile aylarca süren bir yolculuk sonrasında bin bir zahmet ve sıkıntı ile ulaşıyorlar. Aslına bakarsanız çarçabuk ulaşmanın bir anlamı da yok. Zenginler onları nelerin beklediğini bilmedikleri ve keyiflerine olan düşkünlüklerinden dolayı bu işi olabildiğince aceleye getiriyorlar. Koştura koştura gelinen yer, bu zahmete hiç de değmiyor. Reklam olmasın ama ben Mercedes marka bir araba ile geldim. Yolculuk oldukça rahattı. Yolda piknik falan yaptık, konakladık ve kendimizi fazla yormadık. Ben bu zorunlu yolculuğa, gece ve gündüz gidilecek, ince ve uzun olarak tarif edilen yola bir tanıdık ile birlikte çıktım. Gerçi fazla samimiyetimiz yoktu ama aynı mahallede oturuyorduk. Yol arkadaşımın kendisinden pek de hoşlanmazdım. Bunu mahallede her ne kadar belli etmemeye çalışsam da vücut dilim ele verirdi. Kendisi oldukça varlıklı sayılırdı. Dünya görüşünün bana ters olması, ister istemez aramızda belli bir mesafenin oluşmasına neden oluyordu. Ama yine de sağ olsun, rica minnet sonrasında beni arabasına aldı. 
         Bulunduğumuz yeri biraz tarif edecek olursam. Burası yüksek tepelerden oluşan, engebeli bir yer. Öyle fazla bir yeşillik, park, bağ ve bahçe yok. Bir kaç tane nehir geçiyor. Fakat bunlar nereden doğarlar ve nereye dökülürler, henüz bu coğrafi bilgileri edinemedim. Gereksiz bir bilgi olduğu için acelesi de yok. Dünyayı karış karış belledik de ne oldu sanki. İşte sonumuz bu. Bu deve öyle veya böyle güdülecek. Çünkü bu diyardan ayrılmak yok. Bulunduğumuz yer oldukça geniş bir alan. Çok ilerilerde göğe kadar kara perdeler yükseliyor. Bu perdelerin arkasını göremiyoruz. Söylenen o ki; perdenin bir tarafı cennet, diğer tarafı ise cehennemmiş. Ben de buradakilerin yalancısıyım. Kendi gözlerimle henüz göremedim. 
           Size,  bana yazmanız için, daha yeni edindiğim adres bilgilerimi vereceğim. Buraya Araf Mahallesi diyorlar. Henüz posta kodu uygulamasına geçilmemiş. Ama Pazar günleri de dahil postacıyı her gün görüyorum. Kapı kapı dolaşıp, duruyor. Ben daha herhangi bir mektup almadım. Anlayamadığım; siyah üniformalı posta görevlisi, kime mektup verse, sanki celpname vermiş gibi, alıcıya hemen elindeki kirlenmiş buruşuk defteri imzalatıyor. İşin tuhaf yani da, her imza atanın yüzü kızarıyor ve soğuk terler döktüğünü gözleminizden kaçırmıyorsunuz. Gördüğüm bu, sanırım pek hayra yorulacak haberler yer almıyor. O nedenle böylesi bir mektubun gecikmesi veya hiç gelmemesi daha iyi olacağı kanaatindeyim. Size vermek için adresim tam belli oldu, ama kartvizit bastırma olanağım henüz olmadı. Yoksa bu mektup ile birlikte bir de kartımı eklerdim. Hamiline falan yazmama da gerek kalmazdı. Her hâlükârda yakınım sayılırsınız. Mekânımın ve gönlümün kapılarının her zaman içe doğru açık olduklarını bilmenizi isterim. 
         Yukarıda da yazdığım gibi buraya geldiğinizde hiç değilse, size biraz olsun yol gösterir ve rehberlik ederim. Karınca kararınca da olsa bir nebze yardımımın dokunması halinde kendimi ziyadesi ile mutlu hissedeceğim. Unutmadan adresimi aynen yazıyorum.  
Rahmetli Mevtaoğlu 
Araf Mahallesi 
Sırat Köprüsü Bulvarı 
Kazancılar Sokak No: 2. Katran Sitesi 
                   Arafgrad/ Mevtanistan 
         Arafgrad şehri çok yüksek tepelerin üzerine inşa edilmiş. Manzara fena değil. Söylentiye göre; buraya getirilen bizler, cennet veya cehenneme gönderilmeden önce burada bekletiliyormuşuz. Herkes yüreği ağzında ne ile karışılacağını bekliyor. Görünen o ki, daha çok bekleyecek gibiyiz. Aramızda şöyle sakallı cinsinden olan bazıları kendilerinden pek emin görünüyorlar. Onlara göre cennetin zümrüt taşlı altın anahtarı kendilerine her an takdim edilebilir. Volta atıp, ellerini kıçlarının üstünde birleştirip, “benim yerim kesin cennet” diyorlar. Ama yine de kimin ne olacağı belli olmaz. Ben nereye gideceğimi pek kestiremiyorum.
         Doğrusu o kadar da kötü bir insan da değildim. Aynada kendime bakıp, aynayı taşlamamın gereği yok. Hiç bir Allah’ın kuluna zararım olmadı. Evet, yeri geldi, eğlendim, içtim, gezdim tozdum. Bildiğim kadarı ile hiç bir insana iğne ucu kadar zararım olmadı. Bu konuda değil aynada kendimi taşlamak, sevsem abartmamış olurum. Kendimden eminim ve zaten bu tüm çıplaklığı ile dosyamda da yazılmış olması gerekir. Yine de zamanı geldiğinde hangi tombala taşını çekeceğiz, bilemiyorum. 
         Size sözünü ettiğim perdelerin ardının bir tarafının cennet, bir tarafının da cehennem olduğunu söylüyorlar. Kulağıma gelen anlatımlara göre; cennet kat kat yükseliyormuş. Her yükseltinin malikleri, kişilerin amellerinin iyilik oranına göre belirlenecekmiş. Yani en iyiler, en üst katlarda ikamet edeceklermiş. Cehennem ise uçsuz bucaksız bir uçurum. Keşke size daha güzel şeylerden söz edebilsem ama yok. Gidişat içimi burkup, kıyım kıyım ediyor. Sizin de moralinizi allak bullak ediyorumdur. Yükü duygudan ibaret yüreklerinize korku salmak değil amacım. Zaten korkulacak bir şey de yok. Hâkim olan salt bir belirsizlik. O kadar. Aklınıza sakın kötü şeyler getirmeyin. İyi birer insan olmaya çalışmışsanız burada cennete girmek için değildir elbette. İyi olmak içinizde vardı. Aksi takdirde bir nevi alış veriş ve sahtecilik olurdu ki, bu da sizi ziyadesiyle mutsuz kılardı.
Bu karanlık konuları daha fazla deşmemin anlamı olmasa gerek. Vereceklerini söyledikleri kırk tane Huri veya Nuri de hiç ilgimi çekmiyor. Hangi dünyada olursa olsun, dünyalar kadar sevdiğim eşim ile bir birliktelik bana yeter. 
         İçimizde bir umut ile yaşıyoruz. Bulunduğumuz çizgi belki de güzelliklerin sonu, kötülüklerin başı değildir diye. Kaldığımız bu tampon bölgenin özelliği bu. 
         Oldum olası şiire meraklıyımdır. Bizim binanın alt kısmında İranlı bir Azeri kalıyor. Geçenlerde Ömer Hayyam’ın şiir akşamı düzenlediğini söyledi.  Büyük bir coşku ile kalktık gittik. Organizasyon çok muhteşemdi. Doğrusu büyük keyif aldım. Hayyam o ölümsüz rubailerini ince uzun sakallarını sıvazlayıp okurken, komşum da elini ağzına siper ederek, bana Azeri Türkçesi ile aktarıyordu. Fakat okuduğu tüm rubailer bildiğimiz rubailerdi. Adamcağız yüzlerce yıldır burada olduğu halde yazdıklarına tek satır eklememişti.  Şaşkınlığımı üzerimden atamadıysam da, yine de çok güzeldi. 
         Antepli Abdullah Dayımı, Zeki Müren ve Ayhan Işık'ı hala arıyorum. Sanırım yakında izlerine rastlarım. Bu konu da yeni yeni edinmeye başladığım ahbaplarım da bana yardımcı olacaklar. Bakalım onlar ne durumdalar. Bu konuda sizleri de elimden geldiğince bilgilendirmeye çalışırım. Aslına bakarsanız gidip, görülmesi gereken o kadar çok insan var ki, hangi birisini gidip göreceksiniz. Zaten haftada bir gün iznimiz var. Burada on güne bir hafta diyorlar. Bir ay kırk günden, bir yıl ise on sekiz aydan oluşuyor. Saçmalıkların bini bir para. Diyeceğim dokuz gün karın tokluğuna her gün on beş saat çalışıp, ancak bir gün tüm yorgunluğunun üzerine gelip çullandığı gün dinlenme günümüz oluyor. 
         Memleketim, eşim çocuklarım, akrabalarım, arkadaşlarım ve dostlarım burnumda tütüyor. Aklıma geldikçe yüreğim daralıyor, adeta nefes alamaz hale geliyorum. Kendi kendime konuşuyor, bağırıyor, çağırıyorum. Ancak sesimi kime duyurabilirim ki? Kim bilir ardımdan ne büyük bir yas tutmuşlardır. Sağ olsunlar, ailemin yanı sıra sevenim çoktu. İnanmayacaksınız ama bir kaç kez de ben kendim için ağladım, saatlerce gözyaşı döktüm. 
         Sizlere yazmaya devam edeceğim. Yeni gelişmeler ile bu çok merak ettiğiniz diyardan haberdar etmeye çalışacağım. Bu sır perdesini kimselere sezdirmeden aralayıp, bir ilki gerçekleştireceğim. Bendeniz de Neşet Ağamın dediği gibi: “Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım.” Dünyadaki tüm insanların büyüklerinin ellerinden, küçüklerinin gözlerinden; dil, ırk, din ve mezhep gibi yapay kavramları gözetmeksizin öperim. Mutlu kalın. Sağlıcakla kalın! 
Amsterdam, 25 Nisan 2011  
  
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...