5 Eylül 2012 Çarşamba

NEŞE DOLUYOR İNSAN




NEŞE DOLUYOR İNSAN

          Gün doǧalı bir hayli oldu. Oysa oǧlu İsmail’in çoktan uyanması gerekiyordu. Biraz daha tembellik ederse, okula gecikecek korkusu ile telaşa kapıldı.
“Le.., la... İso” diye adını kısaltarak, baǧırdı. Aklına gelen bütün kürtçe küfürleri hiç de oralı olmayıp, horul horul yatmaya devam eden İsmail’e bir çırpıda, avazı çıktıǧı kadar haykırıp, zehirini kustu.
          “Le... la... Gavurun dölü. Boz eşeǧin kunnadıǧı, soykanın dölü. Ne camız gibi zıbarıp, duruyorsun. Kalk artık. Okula geç kalacaksın.”  Çok hiddetlenmesine raǧmen, oǧlunun kendisini hiç tınlamadıǧını görünce, ellerini böǧrüne koyup, çaresizlik ve şaşkınlık içinde, yassıca olan burnundan hızla soluyarak, medet umarcasına etrafına bakındı. Önce süpürgeyi kaptı ve sapı ön tarafa gelecek şekilde tutup, oǧlunu iyice pataklayarak, uyandırmanın en iyi yöntem olacaǧını hayalinden geçirdi. Ama bu düşüncesini pek tutmadıǧından, süpürgeyi yeniden köşesine fırlattı. Süpürge de misyonunun haricinde başka alanlarda kullanılmadıǧına sevinircesine şaklabanlık yapıp, her zamanki sessiz köşesine, sap kısmı alta, geniş yelpazesi köşeyi oluşturan iki duvara dayalı gelecek şekilde yerleşti. İsmail’in gardiyan annesi Sultan süpürgenin düşüş biçimine hayret ettiyse de, bu ayrıntılara takılmanın zamanı deǧildi. Yine de, bir an daha, birbirine yakın olan gözleri köşeye takılmadan edemedi. Süpürgenin kendisini adeta alaya alıdıǧı duygusuna kapıldı..
          “Sultan Hanım... Nanik... Nanik...” demediǧi kalmıştı. Kafasını iki yana sallarken, hiç istemeden başına  örttüǧü, annesinin kendisine hediye ettiǧi kırmızı , beyaz, yeşil ve sarı renkli minnacık boncuklarla etrafına küçük çiçeklerin işlendiǧi, tülbenti kısa ve kalın boynuna doǧru kaydı. Dalgalı saçları isyankar bir şekilde kalkıp, iniyorlardı. Bir an önce başka planlarla, gavurun dölü, eşeǧin kunnadıǧı İsmail‘i uyandırıp okula göndermeliydi. Kocası olacak mendebur, köy muhtarı ünvanlı Osman da evin duvarının dibinde, “dünya yansa içinde yorganı yokmuş” edasında,  tütünden ince uzun ama her hangi bir işin ucundan tutmayan parmaklarını iyice sarartmış, öksürüklere boǧularak, sabahın köründe, aǧrılarından sürekli şikayetçi olduǧu midesine doǧru, katranlı dumanlar salıp, ciǧerlerini körükler gibi doldurup, boşaltıyordu. Yaptıǧı tek iş köye jandarmalar geldiǧi zaman, kendisine emirler verip, kaynatılan onlarca yumurtanın kabuklarını soyup, bu kurbaǧa yeşili silahlı ve külahlılara yedirmekti. Onların yumurtayı neden bu kadar çok sevdiklerine hayret etse de, hiç bir gün meraǧını giderecek soruyu sorup, cevabını alma cesaretini gösterememişti.
          “Al babam, al bak sana yumurta soydum. Ye de kendine gel, canlan. Vatan ve millet sizden sorulur. Sizler olmazsanız, halımız nice olur?” Jandarmalar aldıkları yumurtaları iki hamlede bitirip, son parçayı yemek borularından büyük bir iştahla indirirlerken, ikinci bir yumurta fazla gecikmeye uǧramadan, Osman muhtar tarafından nezaketle sunulurdu. Yumurta soyma yarışması olsa, şampiyonluǧu kimseye kaptırmayacaǧına emindi.
          Sultan’a göre, on bir yaşındaki kızları Zeliha ne babasına, ne de kardeşine benziyordu. Evet, o tıpkı kendisi idi. Erkenden uyanmış elini yüzünü bir güzel yıkamış, saçlarını dahi kendisi taramıştı. Okul çantasını hazırladıǧı gibi bir birine dolaşan ufak adımlarla, okulunun yolunu tutmuştu bile.
O zamanlar ilkokul dördüncü sınıfa giden on yaşında bir çocuktum. Şimdilerde her dinginliǧimde, buna benzer çocukluk anılarım, bir 23 Nisan sınıfı gibi, ellili yaşlarda olan bendenizin hayallerini renk cümbüşü halinde süslemeye devam ederler. Her ikisi de çekip gitti bu diyardan. Anacıǧım beş yıl önce kalp yetmezliǧinden, babam da parmaklarını sarartırken, sinsice ciǧerlerini çürüten dumandan üç yıl önce vefat etti. Işıklar içinde yatsınlar.
          Annemin küfürler savurarak, cıyak cıyak baǧırıp, beni uyandırmak için kopardıǧı yaygara umurumda deǧildi. Beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Hangi anne evladını sevmemezlik eder. On yaşındaki bir çocuk için biraz büyükçe ve kemerli burnumu çekip, küçük kahverengi gözlerimi minik ellerimle oǧuşturdum. Yorganı iyice çekip, altında kayboldum. Annemin sesi bir an kesilmişti. Annem gitti mi diye yorganı aralayıp baktıǧımda; koca bir sürahi su ile daǧınık kaşlarını gerip, kalın dudakları büzerek, başını bana doǧru iyice eǧmiş bir halde baktıǧını görünce ödüm, tespih ipi gibi koptu. Yuvarlanan yüzlerce Oltu taşı, yok yok kehribar boncuklar halinde dört bir yana daǧılarak yataktan fırlarken, annem bizim tarih kitaplarında yer alan, cepheye mermi taşıyan Nene Hatun heykeli gibi hala duruyordu. Biraz daha durmuş olsa belki köy muhtarı olan babam, yumurtalarımızı yemekten iyice kalçalanan karakol komutanı baş çavuşun eşliǧinde, selama durup, anamın mübarek ayaklarının dibine çelenk koyabilirlerdi. Olmadı. Anam Nene Hatun olmaktan vazgeçti, nene olmak için daha çok gençti. Gözümde korkunç bir hal alan, bu kadının annelik yüreǧi el vermemiş olacak ki, mermilerini kollu mavzere sürmedi. Gezden, gözden, arpacıktan deyip, söylemesi ayıp olsa da, (malum mal ortada olup, saklanamadıǧından, bu durumda söylemek ile yükümlü olduǧum) jandarmalardan arta kalan yumurtalardan hani bu sıralar epeyce palazlanıp, kilo alan mukaddes kıçımdan vurmadı, suyu üstüme dökmedi.
          Bütün maharetimi gösterip, yüzümün bir tarafını yarım yamalak yıkayıp, düştüm ilim, irfan ve bilgi yuvası olan, okul yoluna.
Okula geldiǧimde siyah önlükleri, beyaz yakalıkları ile öǧrenciler,  askeri bir disiplin ile tek sıra halinde, penguenler gibi salınarak sınıflara giriyorlardı. Yaşanan bu çok ciddi ortamın getirdiği boşluktan faydalanıp, karambole getirerek hiç bir gecikmeye uǧramamış gibi, midesinde yolladıǧi iki yumurtayı henüz hazım etmemiş bir penguen olarak ben de okul kapısından adımlarımı içeri doǧru attım.
          İlim yuvamızda hummalı bir çalışma ile büyük bir törenin arefesinde olaǧanüstü hazırlıklar yapılıyordu. Haftalardır askeri marşlar söyleyerek, marş marş tek sıra halinde yürümekten tabanlarımız şişmişti. Doǧrusu anlam vermekte zorlanıyordum.
          “İzmir’in daǧlarında çiçekler açar,
          Altın güneş ordu sırmalar saçar.
          Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kacar,
          Yaşa Mustafa Kemal Paşa , yaşa;
          Adın yazılacak mücevher taşa.”
          İzmir neredeydi, nasıl bir şehirdi, daǧları nasıldı, açan çiçekler ne türdendi. Çocukların bu çiçekleri toplamasına müsaade ediyorlar mıydı? Düşman denilen yaratıkların topraklarımızda ne işi vardı, acep ne demeye buralara kadar gelmişlerdi?
          “Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
          Askerin milletin bayrağınla çok yaşa
          Arş, arş, arş ileri ileri
          Arş ileri marş ileri
          Dönmez geri Türkün askeri
          Sağdan sola soldan sağa
          Salla bayrağı düşman üstüne.” 
          Ardından;
          "Her Türk asker doğar..." sıloganı ile yeri ve göğü inleterek ilerliyorduk.
Türkün askeri olmadıǧımız halde arşlayıp, marşlayıp, daha kıçımızı dahi doǧru düzgün temizleyemezken, hangi ve neredeki düşmanın üstüne bayrak sallayacaktık. Yok yahu, dönsek daha iyi olacak. Düşman dediǧinin de eli boş deǧildir, armut toplamıyordur. Zaten bizim buralarda armut aǧacı da yok bildiǧim kadar. Düşman olduǧuna göre mutlaka tankları tüfekleri vardır. İyisi mi, dönelim biz. Ama nafile raptı zapt, marş marş, hedefimiz Akdeniz ileri. Şakanın zamanı deǧil, ne ilerisi, gerisi. Akdeniz dediǧin neresi babam. Bizim iç Anadolu’dan çok uzaklarda olsa gerek. Deniz falan nedir bilmeyiz, daha hiç görmedik bile. Bizim denizimiz az ileride, mavi bir yılan misali kıvrılan Kızılırmak. Kızılırmak olsa dahi, Sultan annem beni oraya, suya düşer boǧulurum diye, göndermez. Anam beni bekler. Askeri, milleti ve bayraǧı ile çok yaşayanlar, yaşasınlar ama biz yol yakınken dönelim.
          23 Nisan’a bir hafta kadar zaman vardı. Ben de bu büyük şenlikte bir şiir okuyacaktım. Günlerdir bu şiiri ezberleyip, tüm güzelliǧi ile okuyarak, dinleyenlerin damarlarında dolaştıǧı söylenegelen, o asil kanı şahlandırmak için avazım çıktıǧı kadar, sesimi çatallaştırarak, göǧsümü yukarı kaldırarak, başımı düşecekmiş gibi arkaya doǧru ittirerek okumalıydım. Provalara günlerce öncesinden başladıǧım için, her gün en az üç defa evimizin avlusunun üstüne çıkıyor, annemi, kız kardeşimi, komşularımızı ve çocuklarını seyirci olarak çaǧırıyordum. Bu provalar esnasında seyircilerim olan ahali, beni alkış yağmuruna tutuyordu. Babam da yan gözlerle yaptıǧım işin gereksizliǧini yüzüme vururcasına, çömeldiği yerde sigarasını tüttürerek yüzüme anlamsız bakıyordu. Tek başıma tırmandıǧım avlu duvarını komşularımız olan amcalar ve teyzeler elimden tutup, bir kahramanmışım gibi tezahüratla indiriyorlardı. Gerçi ben komşumuzun kızı Döne’nin elimden tutmasını isterdim ama köylük yerde bu biraz lükse kaçıyordu.
          Gün geldi ve takvimler 23 Nisan’ı gösteriyordu. O gün büyük bir heyecanla, tembelliǧe iğne ucu kadar da olsa ödün vermeden, sabahın köründe kalktım. Gün ışımak üzereydi. Son bir kez prova yapmalıydım. Avlu duvarına kolayca tırmandım. Duvar üstünde ellerim sıkıca bacaklarımın yan taraflarına yapıştırdım. Göǧsümü olabildiǧince gerip, başımı arkaya attım. Oldukça gururluydum. On kilometre ilerideki Paşa Daǧı‘nı ben yaratmıştım. Hatta Kızılırmaǧa kızıllık deǧil, ama maviliǧini ben vermiştim. Ama neden kızıl deǧil de maviye boyamıştım, bilemiyordum. Oysa renkleri biliyordum. Karıştırmış olmama imkan yoktu. Buna takılmamalıydım. Duvarın üstünde avazım çıktıǧı kadar baǧırmaya başladım. Bu defa seyircilerim yoktu. Bir tek bizim benekli horoz avluda dolanıyor, az ilerideki söǧüt aǧcının köküne gagası ile vurup, dikkatimi çekiyordu. Ben aldırış etmeden, tam gaza gelmiştim ki, benekli horoz kafasını benden de daha iyi havaya kaldırıp, yüz seksen derece açtıǧı gagası ile üü.. ürüü… üü.. diye tekrar tekrar ötmeye başladı. Karizma çizilmiş, şiirim yarıda kalmıştı. Bereket versin Döne beni izlemeye gelmemişti. Süt dökmüş kedi mahcupluǧunda, tökezleyerek yere indim.
          Yarim saat sonra büyük buluşma için okul yolundaydım. Öğretmenler erkenden gelmişlerdi. Telaş ve karmaşa içinde hazırlık yapıyorlardı. Bir kaç tane de öǧrenci gelmişti. Herkes bana yan gözlerle bakıyordu. Kendi aralarında;
"Lo bugün İso 23 Nisan şiirini okuyacak“ diye fısıldaşıyorlar ve bu da beni erişilmezliǧe götürüyordu.
          Beklenen saat geldi ve okul bahçesinde kireç ile beyaz çizgilerin çekildiǧi alan içinde, biz küçük askerler yerimizi alıp, hazır ola geçerken, bütün köy halkı da, bizi izlemek için sökün etmişti. Önce bizim sınıf öǧretmenimiz yüksekçe bir tümseǧe çıkıp, günün önemi ve bayram programı hakkında bilgiler verdi. Buna göre önce okul müdürü bir konuşma yapacak, ardından okul korosu milli marşlarımızı hep bir aǧızdan, boyun damarlarını gerdirerek okuyacaklar ve daha sonra da ben, günlerdir hazırlık yapıp, ezberlediǧim şiirimi okuyacaktım. Ardından çuval ve yumurta yarışmaları yapılacaktı. Okul müdürünün konuşması oldukça uzun sürmüştü. Ecdadımız büyük kahramanlıklar gösterip, kanlarını dünyanın dört bir yanına akıtırken, buna karşılık akıtılan düşman kanı milyonlarca litre daha fazlaydı. Namımızı yedi düvele duyurmuştuk. Orta Asya’dan göç eden ırkımız bütün dünyaya hükmetmiş, en büyük bizdik, ama bizim bizden başka dostumuz da yoktu.
Alkış tufanının ardından sıra koroya geldi. Korodaki öǧrenciler de marşları iyi ezberlemişlerdi. Arş arş ileri nakaratına köylüler de ellerini sallayarak eşlik ediyorlardı. Üçüncü marş tüm hızı ile söylenirken, gök gürlemeye başladı. Yaǧmur  yaǧmayacak varsayımı, marşlar eşliǧinde bizleri, hedeflenen Akdeniz’e ulaştırmıştı. En nihayetinde sıra bana gelmişti. Döne en önde bana bakıyordu ve kalbimi göǧsüme tekrardan yerleştirmek için elimle iyice bastırdım. Ortaya konulan sandalyenin üzerine çıkmıştım ki, çok daha gürültülü ikinci bir gök gürlemesi oldu. Ama ben askeri disiplinimi bozmadan, sandalye üzerinde dimdik durarak, kemerli burnuma düşen yaǧmur damlalarına aldırmadan şiirimi okuyordum.
          "Bugün 23 Nisan, neşe ile  doluyor insan“ diye bir kez daha baǧırdıktan sonra sandalyeden indim. Yaǧmurdan sırıl sıklam olmuş bir vaziyetteydim. Etrafta kimseler yoktu. Herkes ıslanmamak için okula girmişti. Arkama baktıǧımda babamın ıslak elleri ile yaǧmur damlalarını avuçlarının içinde ezercesine, beni alkışladıǧını gördüm. Yaǧmura aldırmadan, el ele tutuşup, okula yöneldik. İlk defa babamın elinden tutmuştum. Küçük bir insan olarak, hiç yaşamadıǧım bu tensel temastan dolayı, bir kez de olsa, neşe ile dolmuştum.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 5 Eylül 2012







  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...