2 Temmuz 2013 Salı

CARPE DIEM



CARPE DIEM

Altın Yele, dörtnala, olanca hızı ile birbirinden narin bin bir çeşit kır çiçeǧi ile bezeli, yüksek tepeleri ve geniş ovaları kan ter içinde, dur durak bilmeden, ardında yoǧun bir toz bulutu bırakarak aşıyordu. Bu asil atın sırtında, gözleri çakmak çakmak olan genç, henüz on dokuz yaşında, yaşamının baharında Alin adlı bir delikanlıydı. Ardında kendisine sımsıkı sarılan, Çeribaşı Hıdır dayının kızı Poti’nin kömür karası saçları uçuşarak, Alin’in yüzünü kapatıp, görmesini engellese de, O buna dünden razıydı. Roman güzeli Poti’nin saçları mis gibi kokuyor, Alin kendisinden geçiyor, yüreǧi Hüsmen aǧanın davulu gibi, göǧüs kafesini zorlayarak gümbürdüyordu. Duyduǧu mutluluktan, kavak yellerinin alabildiǧine estiǧi, bulutları aşan başı, yüzüne oturan geniş bir gülümseme ile dönüyor, dönüyordu.
Sarıya çalan ipeksi uzun yelesinden dolayı, Altın Yele diye adlandırdıǧı atı ile O’nun arasına, Poti‘yi hariç tutarsa, kimseler giremezdi. Poti’ye bütün varlıǧı ile delicesine aşık, atına ise ölesiye vurgundu. Atının üzerinde kendisini, olduǧundan  daha hür ve doǧa ile iç içe hissediyordu. Altın Yele'ye dokunduğu, baktığı ve sırtına binip, dörtnala koşturduğu zaman, genç bedeninde özgürlüğü alabildiğine hissediyordu. 
Ve Alin'in atı durup, dinlenmeksizin, rüzgar olup, koşuyordu. O, Altın Yele'yi durdurmak için gemini var gücü ile çekiştirse de, atı başını inatla yukarı doǧru kaldırıp, saǧlı sollu sallayarak, dört nala var gücü ile koşmaya devam ediyordu. Az ileride bulunan uçurumdan, canından çok sevdiǧi Poti ve Altın Yele ile birlikte aşaǧı uçması an meselesiydi. Panik içinde avazı çıktıǧı kadar, baǧırıyor, Poti korku ile kendisine daha çok sarılıp aǧlıyordu. Ansızın tökezleyip, kendisi ile birlikte büyük bir gürültü ile yere düşen atını durdurmak isterken baǧrışması ile hem kendisi hem de, Camili Köyünün harman yerine kurdukları çadırda bulunan babası Hıdır, Annesi Zarife, on altı yaşındaki kız kardeşi Güllü ve daha on ikisindeki kardeşi Mirza Can‘ı da derin uykularından uyandırdı. Annesi gelip, Alin'in baş ucunda telaşla ne olduǧuna bakarken, kabus gören oǧlunun kızıla çalan ince bıyıkları, al al olmuş yanakları, açık gri gözlerini gölgeleyen uzun kirpikleri ter içinde kalmıştı.
Art arda hızla nefes alıp, verirken, Altın Yele’nin adını derinden sayıklayıp durdu. Bütün ailesinin meraklı bakışlarının kendisine doǧrulduǧunu görünce, bunun bir rüya olduǧunu anladı. Küçük kardeşi Mirza Can‘ın yanaǧını sevgiyle okşayıp, ailesine merak edilecek bir şey olmadıǧını ima ederek, gülümsedi. Annesi, gözünün bebeǧi oǧlunun boncuk boncuk terlerini silerken, babası da bir hayli kabarık olan bıyıklarını kulaǧına doǧru keyifle, çekiştirerek burdu. Babası Hıdır, Alin’e karşı çok ceberut olsa da, iyi bir günündeyse, pamuk olup, yumuşadıǧı da oluyordu.
“Korkuttun  bizi bea, deli kızanım. Artıkın sakinleş, ne olur.” deyip, O’nun kıvırcık kumral saçlarını şefkatle okşadı. Annesi allı güllü fistanını bir çırpıda toplayıp, telaşla;
“Ne oldu, ne gördün de rüyanda böyle çok korktun, be ya?”
“Yok bir şey anam, telaşlanma.  Rüyamda Altın yele ile bir uçurumdan az daha düşüyorduk, be ya. Ne yaptıysam, gem almadı Altın Yelem, durmadı, sonra tökezledi ve yere düştük. Poti de ardımdaydı, hani en çok da O’nun için korktum.”
“Alin’im, (h)adi be oǧul daha sabaha çok var. (H)adi ayırlısı diyelim. O zaman tekrar yatalım. Çeribaşı Hakkı dayın, Şuayip amcan, Ümmü teyzen ve Zürafiye yengen de sesini duymuşlar, onlar da telaşla geldiler. Baban, dışarıda Çeribaşı Hakkı dayının çadırının önünde O’nunla konuşuyor. Basur olasıca baban da gelir imdi. Hadi uyu benim güzel oǧlum. Güllü, bi yol bak be ya. Ramazanda geberesice. Sakil sakil (salak salak) bakınma etrafına. Maari, kırk yılın başı gacılıǧını bi gösteriver. Yardım et de, Mirza Can da uyusun bea.” Güllü cılız bir sesle;
“Tamam ana” deyip, Mirza’yı kolundan tutarak kendi yataǧına çekti ve sıkıca kardeşine sarıldı. Alin sırt üstü yataǧına uzandı. Ellerini kafasının altında birleştirdi. Gözlerini üst üste kırpıştırdı. Bakışları bir ara eğri büǧrü çadır direǧine asılı, şişesi iyice isli gaz lambasında gidip gelen ışıǧa takılsa da, O’nun gözlerinin önünde, içinde art arda güneşlerin patladıǧı, işveli roman güzeli, alımlı Poti’sinin gözleri vardı.
Camili Köyü’nun harman yerinde Hıdır ve diǧer on ailenin çadırlarının üzerine güneş ışık ipliklerini erken saldı. Her yer bir anda aydınlandı. Irklar üstü bir kültürün bireyleri olan Adana yöresinden gelen ve Cano aşiretine mensup romanlar da, Camili Köyü’nün harman yerinde kurdukları çadırlarında vakitlice uyandılar. Roman elleri, uçsuz bucaksız Dünya topraklarında; her daim göç halindeydiler. Onlar da, her roman gibi aynı zaman da gezgin birer zanaatkardı. Anadolu'da, devlet onlara tarih boyunca, iş olarak sadece cellatlıǧı reva görse de, kimselere dargın değillerdi. Oysa insanlıǧın ayrılmaz bir parçası oldukları halde, buçuk millet olarak adlandırılıp, onurları "gacolar" tarafından kırılan romanlar, devlet babadan hiç bir beklenti içinde olmadan, hayatlarını idame etmek için neler yapmıyorlardı ki; elekçilik, sepetçilik, kalaycılık, çalgıcılık, falcılık, hurdacılık, çöp toplama, köçeklik ve ayı oynatıcılıǧı bilinegelen meslekleriydi.
Alin genç yaşına raǧmen kalaycılıkta ve klarnet çalmakta roman aşiretleri arasında nam salmıştı. Bazı zamanlar kalay yaparken, kazan büyükse içine girip, dans eder gibi hareketlerle, erittiǧi kalayı iyice sıvarken, bir yandan da klarnetini öttürüyordu. 
"Ooo... mastika, mastika, sigarası marlbora...
………………………………...................
Ayılana gazoz, bayılana limon…
…………………………………………...

Al kızını koy çuvala, salla salla vur duvara…."
Saçları darmadaǧın, altları çıplak, çükleri açıkta çocuklar etrafına birikip, O’nu ilgiyle izliyorlardı. Alin klarnet çalmaya görsündü, yer yerinden oynar, roman ölülerinin ruhları dahi gelip, raks ederlerdi. Bir kaç ay önce, mart ortalarında “humbara”  ve mayıs ayında kutladıkları “kakava bayramlarında” kuzeni Tacettin darbuka vurmuş, Alin ise avurtlarını balon gibi şişirip klarneti ile herkesi öyle çılgınca eǧlendirmişti.
Alin kabus sonrası daldıǧı derin uykudan, daha süt emen bir bebek misali gerinerek uyandı. Dışarı çıktıǧında, annesinin Camili köyünden bir yıǧın kalaylık bakır tencere, tava ve tepsiyi çadırlarının dışına koyduǧunu gördü. İş başa düşmüştü. Sigara altı bir şeyler atıştırdıktan sonra, kalay işine koyuldu. Bir taraftan da gözleri Poti’yi aradı. Poti de annesi ile geçen hafta yaptıkları elekleri satmak üzere köye gitmişlerdi. Haberi Poti’nin on yaşındaki kardeşi Dino’dan aldı. Poti burada olmadıǧına göre, kalay yaparken sabahın bu vaktinde klarnet öttürmenin de bir anlamı yoktu. Acele ile işine koyuldu, özenle kalaylık kapları ısıtıp, pamukla her tarafa sıvadı. Her roman gibi, O da dünyanın hiç bir sorununu kendisine dert etmiyordu. Gün elbette bugündü. Yarına Allah kerimdi. Yüzlerce yıldır, Hint diyarından dünyanın dört bir tarafına göç etmiş olmalarına raǧmen, "carpe diem - anı yaşa" olarak adlandırıla bilinecek felsefelerindeki çizgi aynıydı. Kısaca ; "varsa bayram, yoksa ramazandı."
Poti annesinin ardından, yorgun argın gelip, çadırlarının önündeki mindere oturdu. Yan gözle komşu çadırına bakınca, Alin’in kendisini uzaktan süzdüǧünü fark etti. Alin çadırına gidip, annesinin vazosundaki plastik güllerden birini aldı ve Poti’nin yanına geldi. Plastik gül çiçeǧini Poti’nin saçlarına taktı. Sevdiǧinin beline sarılıp, etrafındakilerin bakışlarına aldırmadan, bir güzel öptü. Yüzlerce metre ileriden bakanların, bu mutlu ciftin düşüncelerinin dahi güldüğünü görüyorlardı. Uzaklarda Camili Köyü’nün eşekleri ile  harman yerinde otlamakta olan Altın Yele, kocaman gözlerinin yer aldıǧı alımlı kafasını gökyüzüne kaldırıp, keyifle kuyruǧunu sallayıp, uzun uzun kişnedi. Romanlar bir ellerinde ayna bir ellerinde cımbız dünyanın dört bir yanında, aynı ruh hali ile mutlu, barış içinde cennet eyledikleri yeryüzünde, kırtıpil bir hayatı sürdürmektense, gökyüzünü kucaklarcasına kollarını açıp, renge renk elbiseleri ile klarnet ve darbuka eşliǧinde, “şapii şapii - rina rinaaa” diye baǧırıp, dans ediyorlardı. Gökte eǧlence var deseler, merdiven dayayıp, çıkan romanlardan, kulaklarımıza çalınan güzel bir roman şarkısını duyar gibi oldunuz mu?
“Ayata ep aykiri ep aykiri gideriz.
Çünkü biz Edirne çingenesiyiz.
Şarabı çeker, yerimizde duramaz ep eyleniriz.
Atarız göbecikleri, yatarız yan gelip,
Akşama para bulursak beya,
Vururuz rakinin dibine
Yanında da balık.
Eyy babalık çal ordan 8-9 bir roman avası,
Bulalim kendi avamızı.”
Bir roman sms'i ile bitirelim öykümüzü: "Astayım mevlüde gelemem ama, akşama düǧüne gelirim."
Gacılar ve (h)ayat güzel mi güzel, bea… Sizce de deǧil mi?

Amsterdam, 1 temmuz 2013




 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...