14 Mayıs 2015 Perşembe

GÜL YÜZLÜM



GÜL YÜZLÜM



"Bir beyaz kağıt gibi ol, ya da gökyüzünde, semada, arşında üstünde beyaz bir melek gibi ol.
Hiç işlenmemiş bir günah gibi ol doğmamış bir insan gibi doğ bu acımasız dünyaya,
Doğ ki sen dünya için değil dünya senin için dönsün.
Söylenmemiş bir yalan gibi ol düşmesin dilinden dökülmesin kalbine tek bir hece.
Ya ateş kadar kırmızı ol yansın seninle kalbindeki gök kuşağı
veya bir su ol bırak bulsun kendi yatağını.
Öyle bir tövbe ol ki mabet diye kapansın melekler, açılsın arştan gönül kapısı
ve öyle bir sevgi ol ki sevmek için sevilmeye muhtaç olma.
Bir taş ol ki parmaklıklar kur içine müebbet ceza ver sevgiline,
Öyle bir göz yaşı ol ki her damlası can olup cananı bulsun, ona pınar olup onunla boğulsun.
Öyle biri ol ki aşkım kendin olsun sadece sen.”

Victor Hugo



Anne yüreğimdeki kavurucu acıyı söküp atmak, boncuk boncuk akan göz yaşlarımı dindirmek, hani Tanrı bin yıllık bir ömür de bahşetse mümkün değil. Annelerin yüreklerini yakan, derinliklerine düşen acılar anlatılamaz ki, bu anneler tarafından ancak yaşanır. Acı düştüğü yeri kor alevleri ile yakıp, yıkar. Yıllar öncesinde, en çok güvendiğim, meyveye duran, tomurcuklanan körpe dalımı, acımasızca koparıp aldılar benden. Hayata tutunmam için var olan tek dalım, alıp verdiğim soluğum, damarımda akan kanım, kana kana içtiğim suyumdu o benim. Nefesimi kestiler. Kahrolasıcalar bin bir türlü işkenceden geçirdiler yiğidimi. Güzellikten yana atan o asil yüreğini durdurdular. Onun onurlu duruşundan en küçük bir taviz vermeyeceğini bildiklerinden, söküp aldılar göğsümden, canımdan canımı.
Oysa ben, acımasızca kırdıkları O narin dalıma güzellikleri ve her şeyden önce insan olmasını öğretmiştim. O’nun hamurunu uzun uzadıya sevgi ve aşk ile yoğurmuştum.
Kulağına olan fısıltım; ne yapıp edip; rüzgârdan daha iyi ıslık çalması idi.
Edindiği mutluluk avuç içi kadar da olsa, var olan ile mutlu olmasını, “yarinin yanağından başka” ekmeğini ve her şeyini paylaşmasını, paylaşımın mutluluk olduğunu, insana özgü olduğunu tembihledim.
Coşkulu çocuk sevincini bir an olsun yitirmediği, yüreğindeki sevgi, aşk ve güzellikle insanlara baktığı, hoşgörüyü tek inancı eylediği, kimseleri hor görmediği, her rengi, kültürü, inancı, dili ırkı dünyamızın vazgeçilemez zenginliği, güzelliği ve eşsiz bir rengi olarak gördüğü ve bunun direngen savunucusu olduğu için aldılar oğlumu elimden.
Gaddarlar, onlarca yıldır, çocuklarımıza şiddetten başka bir miras bırakmadılar. Yaptıkları tek şey insanlıktan yana olanları boğazlamak, kırıp, dökmek, talan etmek oldu.
Dalında güzel olan çiçeğimdi O. Aşkı, sevgiyi, saygıyı, güzelliği, mutluluğu, sevinci, rüzgârdan güzel ıslık çalmasını, insanları ayrım gözetmeksizin güneş misali ısıtmasını, sarıp-sarmalamasını, yardım etmesini, her insanın onuru karşısında baş eğmesi gerektiğini öğrettiğim, canımdan canımı kopardılar benden.
Beş yaşında da olsa, bir çocuğu dahi insan olarak ciddiye almasını sağlık verdiğim oğlumu, bin bir türlü kurdun kuşun, ağacın, börtü böceğin, renk renk çiçeğin, menekşenin adlarını bir bir öğrenmesini sıkı sıkı tembihlediğim yavrumu yitirdim.
Yaz ortasında avuçlarıma, yüreğime lapa lapa kar yağdırıp, körpe tomurcuklu dalımı kopardılar benim.
Hayatı paylaşırken, ne öğrenecekse, sevdiklerinden öğrenmesini öğütlediğim, ancak okuyarak ruhunu güzelleştireceğini anlattım ben oğluma.
Gölge görmemek için yüzünü sürekli güneşe dönen oğlumu aldılar benden.
İyi görünmek yerine, iyi insan olmasını, her bildiğini söylemek yerine, her söylediğini bilmesini, karanlığa lanet yağdırması yerine, kendisinin küçük de olsa bir ışık yakmasını istedim canımdan canıma.
Hiç bir zaman kibirli olmamasını, kibrin onun bedenine bağlanan bir taş misali, kendisini suların diplerine götüreceğini, yüzmesine engel olacağı gibi, uçmasının da önüne geçeceğini, o biçimli kulaklarına küpe eylemiştim yavrucağızımın.
Konficius’un deyiminden yola çıkarak; planım bir yıllık olmadığı için pirinç ekmedim, on yıllık olmadığı için ağaç dikmedim, planım yüzyıllık olduğu için, elimden aldıkları, canımdan içeri oğlumu eğittim.
Düşerken iki şeyi unutmaması gerektiğini, kimin kendisini ittiğini ve kimin kendisini tutmadığını aklından çıkarmamasını söyledim O’na ben.
Ah oğul derdim; Olur ya bir gün sevda başa düştüğünde, karnında kelebekler uçuştuğunda, kalbine yerleşecek olan, o güzelliği olduğu gibi sev, olmasını istediğin gibi sevme. Seni ne mutlu edecekse onu yap, başkalarının ne düşündüğünü ne olur dikkate alma. Ve o menekşe gözlerini kırpıştırıp, büyük bir gülümseme ile onayladı hep.
Ve oğlum; “Sevdiğim şair yirminci asırlı idi, ama ben yirmi birinci asırlıyım. Ben de asrımla övünüyorum. Ben de yirmi birinci asırda, son demime kadar, olduğum safta, insanlık, barış ve bütün güzellikler için bizim tarafta olmak istiyorum, bu benim için hayati öneme haizdir. Ve bir gün mutlaka müthiş gecelerimizin, şairin Hatçe’sinin (Benim ne yazık ki, henüz bir Hatçem yok. Ama bir gün olduğunda ilk duyacak olan sensin.) gözleri gibi güneşli olacağını biliyorum.” derdi.
Gönlünü hoş edecek, gül yüzünü güldürecek, bir Hatçe’si olmadan, bir anne olarak muradını göremediğim “gül yüzlümü” koparıp, aldılar yüreğimden.
İnsan hayatında ters giden bir şeyler varsa, yeniden düşünmesi gerektiğini, yaşamına yeni şeyleri almadan önce, belki de eski olan bazılarını çıkartıp, yenilere yer ayırması gerektiğini tekrarladım.
Dost dediğin kişinin; geçmişini anlayan, geleceğine inanan, şu anki halini kabullenen olduğunu, kendisi aşağılara doğru çeken dost görünümlülerin üzerine çizgi çekmesini, kendisini yukarılara doğru taşıyan gerçek dostlarına yüreğinin kapılarını açmasını, insanın yaşlanmasının yaşça büyümesinin kendiliğinden oluştuğunu, oysa kişiliğinin büyümesinin kendisinin tercihi-seçeneği olduğunu öğrettim ben güzeller güzeli oğluma.
Yaslı yüreğimin, bir an evvel beni oğluma taşımasını istiyorum artık. Ne tutunacak, sarılıp kendimden geçeceğim, ne de yaralı yüreğimi rahatlatacağım, çiçeğe ve meyveye duracak tek dalım var benim. Elimi eteğimi çektim dünyadan, elenmesi gereken unumu eledim. Benim için aşk, sevgi, saygı ve güzellikler bitti bu gezegende. Denizler, nehirler, göller kurudu, yeryüzü çoraklaştı hepten. Bulutlar çekildi, gökyüzü ağlamaz oldu. Güneş ve çiçekler soldu. Gökkuşağı renklerini alıp, gökyüzünü çoktan terk etti. Kuşlar kanat çırpmaz oldu. Rüzgâr ıslık çalmıyor artık. Tabiat küstü. Bahar gelmiyor. Tırtıllar kelebeğe dönüşmüyor. Arılar petek ve bal yapmıyor. Sevgililer ele ele tutuşmuyor. Mis gibi kokan, çıtır somun ekmeklerin ucu koparılıp yenmiyor. Çocukların oyuncakları köşelerinde boynu bükük kalakaldı. Aşk şarkıları mırıldanmıyor. Ferhat ise dağı delmiyor artık. Ve gördüğünüz gibi, yüzeyi şeker kaplı bir öykü değil benimki!
Yüreğim sessizce, kimselere rahatsızlık vermeden alıp gitmeli beni, alıp gitmeli bağrımı cayır cayır yakan gül yüzlü yavruma. Anne yüreğimdeki o dayanılmaz kavurucu acıyı, çiçeğe ve meyveye duran, özü aşk, sevgi, kardeşlik ve barış olan, lanetli eller tarafından hunharca kırılan dalımı, yeniden gövdeme sarıp sarmalayıp, birleştirerek dindirmeliyim. Sevgi deryasında yeniden kulaç atmalıyım ben.



Amsterdam, 14 Mayıs 2015





   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...