MURTAZA
Ben Murtaza. Bekçi değil. Çetrefil hayatın
alabildiğine yorgunu, ince ince düşünen, kılı kırk yaran, yeryüzündeki her
beşere karşı nazik ve kibar olan Murtaza. Her daim, elimden geldiğince;
aman bu dünyada kimseciklerde gönül kırılmaları olmasın diye özen gösteren, her
şeyi, her an, en ince detayına kadar düşünmeye çalışan biriyim. Kimseleri
üzmeyi, kırmayı ve hayal kırıklığına uğratmayı, bugüne değin bana yettiğine
inandığım, tartıya vuramadığım, avuçlarımın içine alıp, kırpıştırdığım çakır
gözlerimle boğumlarını inceleyemediğim, bir sünger gibi sıkamadığım, ne denli
büyük olduğunu bilemediğim, ceviz içi görünümlü, köşesiz aklımdan,
mümkün olduğu kadar geçirmemeye çalışıyorum. Her durumda,
ne olursa olsun, olur ya üzülecek, kırılacak veya hayal kırıklığına uğrayacak
birileri varsa, söz konusu kişi bunu çok fazlası ile hak ettiği halde, anında
hışımla biçare, hassas yüreğime döner ve paralanmaya layık kişi yine ben
olmalıyım derim. "Kendim ediyor, kendim buluyor, gül gibi sararıp,
soluyorum. Eyvah... eyvah." Olan sonuçta ben Murtaza'ya olur.
Gelinen noktada, uzun uzadıya dönüp dolaşılan, ince ve
kıvrımlı çizginin ben bekçi olmayan Murtaza’yı mecalsiz bırakıp, artık hayli
yorduğudur. Galiba aynı tarz bir yaşantı değişimsiz sürekliliği ile,
iyi veya kötü ayırımı olmadan, belli bir süre sonra insanın altından
kalkamayacağı, çekilmez ve oldukça sıkıcı bir hal alıyor. Her şeye dikkat
eden, hak hukuk gözeten, ölçüp-biçen, kırmayan, üzmeyen, yüreğime sürekli bal damlatan
güzel sevdiğim; saçlarını yıkasın diye bakraçlar dolusu yağmur suları
biriktiren, her hafta çiçek pazarından “sarı lalaler” alan, ayakkabı çeviren,
palto-ceket tutan, kendisine duvar misali geleni dahi sımsıcak bağrına basan,
“rica ederim bayım, siz önden buyurun lütfen,” geniş bir gülümseme ile “hoş
geldiniz-başım gözüm üstüne” diyen, kabahatli olmadığı gibi bir gelincik misali
kırılıp yaprak döken de ben olduğum halde, yine de yerlere eğilerek özür
dileyen, başkalarının üzüntüsünü veya mutluluğunu paylaşan, değil anasının, yedi kat yabancının dahi “ekmeğine kuru, ayranına
duru” diyemeyen, “aman efendim ne münasebetleri” peş peşe sıralayan, teşekkür
eden, nezakete sımsıkı tutunan, gak dediğinde ekmek, guk dediğinde su
veren, kul-köle olan, en küçük iyilik karşısında hayatım boyunca minnettarlık
duyan, ceketimin düğmelerini ilikleyip, hazır-nazır el pençe duran, eğilmeler
dahilinde büklüm büklüm olan, “her hıyarım var” diyene tuzu nemlenmesin deyi
Tosya risotto pirinci tanelerinden koyduğum “tuzluğum ile koşan,”
sökün edip gelen, beş yaşında çocuk olsa, oturduğu yerden doğrulup, ayağa
kalkan, kanadı kırık serçe için ağlayan, ağır bir yük altında iki büklüm olan
hamala yardımcı olmaya çalışan, "yarin yanağından" başka her şeyi
dünya insanlığı ile paylaşmak isteyen, alabildiğine alttan alan, bahanesi ne
armudun sapı, ne de üzümün çöpü olmayan, hoş gören, aldırmayan, bardağın hep
dolu tarafından bakan, dostları söz konusu olunca teritoryamdaki çürümeye
yüz tutan çitleri bir çırpıda kaldıran, kimselerin değil tavuğuna-serçesine
dahi kış demeyen kişiliğim ile, sürdürdüğüm “gayrık yeter-bundan kelli” hepten
kabak tadı veren rutin, tekdüze bir yaşantıdır benimkisi.
Henüz tanık olamama
rağmen, söylenen o ki; “tatlı suyun, taş deldiğidir” ama Murtaza’nın
cephesinde, bunun getirisi sadece yorgunluk olup, ne yazık ki, tüm çabasına
karşın pek de bir şeyleri değiştiremediğidir. Murtaza’nın kendisine ait
bir kedisi yok. Her daim ödünç bir kedisi oldu ki, o da konumu gereği hiç fare
tutmadı. “Lan gardaş bu nasıl yara?” İncelikten, insanlıktan,
güzelliklerden ve her türlü değerden bihaber olanların, nasıl oluyor da; “kelinden kıvırcık
saçlılar, köründen gök gözlüler doğuyor.” Oysa ben, lakırtısız dilini saklamaya
gereksinimim olmadığı halde, başım her an bilinmeyenden gelen belalara
katlanmak zorunda kalıyor.
Murtaza yorgun, argın.
Ne olurdu sanki, hak edene, ağız dolusu, büyük bir iştahla ben de “ha siktir”
çekebilsem. Ana avrat, yedi düveline, gelmişine-geçmişine ve geleceğine
küfredebilsem, “Kimsin lan sen, kimsin?”
diye bangır bangır bağırabilsem, puşta puşt diyebilsem, belki de
biraz olsun rahatlarım diye düşündü. Hep Ahmet Kaya misali kafama sıkıp
gitmesem, onun yerine ne gerekiyorsa onu yapsam. İleride lazım da olsa, “kırılan
kolum yen içinde kalsa da” ve ben minnet eylemeyip, kapıyı yine de hızla
çarpabilsem, diye düşündü. Ama nafile. Yedisinde ne isen yetmişinde de fark
eden, pek dişe dokunur bir şey olmuyor. Neylersin, bütün hayatım boyunca iyi
davranmaktan yorulsam da, tiril tiril incelikten kopsam da, bir halt yiyeceğin
yok. Gülümse, yorgun Murtaza gülümse!
Amsterdam, 16 Kasım
2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder