16 Kasım 2015 Pazartesi

MURTAZA



MURTAZA

Ben Murtaza. Bekçi değil. Çetrefil hayatın alabildiğine yorgunu, ince ince düşünen, kılı kırk yaran, yeryüzündeki her beşere karşı nazik ve kibar olan Murtaza. Her daim, elimden geldiğince; aman bu dünyada kimseciklerde gönül kırılmaları olmasın diye özen gösteren, her şeyi, her an, en ince detayına kadar düşünmeye çalışan biriyim. Kimseleri üzmeyi, kırmayı ve hayal kırıklığına uğratmayı, bugüne değin bana yettiğine inandığım, tartıya vuramadığım, avuçlarımın içine alıp, kırpıştırdığım çakır gözlerimle boğumlarını inceleyemediğim, bir sünger gibi sıkamadığım, ne denli büyük olduğunu bilemediğim, ceviz içi görünümlü, köşesiz aklımdan, mümkün olduğu kadar geçirmemeye çalışıyorum. Her durumda, ne olursa olsun, olur ya üzülecek, kırılacak veya hayal kırıklığına uğrayacak birileri varsa, söz konusu kişi bunu çok fazlası ile hak ettiği halde, anında hışımla biçare, hassas yüreğime döner ve paralanmaya layık kişi yine ben olmalıyım derim. "Kendim ediyor, kendim buluyor, gül gibi sararıp, soluyorum. Eyvah... eyvah."  Olan sonuçta ben Murtaza'ya olur.
Gelinen noktada, uzun uzadıya dönüp dolaşılan, ince ve kıvrımlı çizginin ben bekçi olmayan Murtaza’yı mecalsiz bırakıp, artık hayli yorduğudur. Galiba aynı tarz bir yaşantı değişimsiz sürekliliği ile, iyi veya kötü ayırımı olmadan, belli bir süre sonra insanın altından kalkamayacağı, çekilmez ve oldukça sıkıcı bir hal alıyor. Her şeye dikkat eden, hak hukuk gözeten, ölçüp-biçen, kırmayan, üzmeyen, yüreğime sürekli bal damlatan güzel sevdiğim; saçlarını yıkasın diye bakraçlar dolusu yağmur suları biriktiren, her hafta çiçek pazarından “sarı lalaler” alan, ayakkabı çeviren, palto-ceket tutan, kendisine duvar misali geleni dahi sımsıcak bağrına basan, “rica ederim bayım, siz önden buyurun lütfen,” geniş bir gülümseme ile “hoş geldiniz-başım gözüm üstüne” diyen, kabahatli olmadığı gibi bir gelincik misali kırılıp yaprak döken de ben olduğum halde, yine de yerlere eğilerek özür dileyen, başkalarının üzüntüsünü veya mutluluğunu paylaşan, değil anasının, yedi kat yabancının dahi “ekmeğine kuru, ayranına duru” diyemeyen, “aman efendim ne münasebetleri” peş peşe sıralayan, teşekkür eden, nezakete sımsıkı tutunan, gak dediğinde ekmek, guk dediğinde su veren, kul-köle olan, en küçük iyilik karşısında hayatım boyunca minnettarlık duyan, ceketimin düğmelerini ilikleyip, hazır-nazır el pençe duran, eğilmeler dahilinde büklüm büklüm olan, “her hıyarım var” diyene tuzu nemlenmesin deyi Tosya risotto pirinci tanelerinden koyduğum “tuzluğum ile koşan,” sökün edip gelen, beş yaşında çocuk olsa, oturduğu yerden doğrulup, ayağa kalkan, kanadı kırık serçe için ağlayan, ağır bir yük altında iki büklüm olan hamala yardımcı olmaya çalışan, "yarin yanağından" başka her şeyi dünya insanlığı ile paylaşmak isteyen, alabildiğine alttan alan, bahanesi ne armudun sapı, ne de üzümün çöpü olmayan, hoş gören, aldırmayan, bardağın hep dolu tarafından bakan, dostları söz konusu olunca teritoryamdaki çürümeye yüz tutan çitleri bir çırpıda kaldıran, kimselerin değil tavuğuna-serçesine dahi kış demeyen kişiliğim ile, sürdürdüğüm “gayrık yeter-bundan kelli” hepten kabak tadı veren rutin, tekdüze bir yaşantıdır benimkisi. 

Henüz tanık olamama rağmen, söylenen o ki; “tatlı suyun, taş deldiğidir” ama Murtaza’nın cephesinde, bunun getirisi sadece yorgunluk olup, ne yazık ki, tüm çabasına karşın pek de bir şeyleri değiştiremediğidir. Murtaza’nın kendisine ait bir kedisi yok. Her daim ödünç bir kedisi oldu ki, o da konumu gereği hiç fare tutmadı. “Lan gardaş bu nasıl yara?” İncelikten, insanlıktan, güzelliklerden ve her türlü değerden bihaber olanların, nasıl oluyor da; “kelinden kıvırcık saçlılar, köründen gök gözlüler doğuyor.” Oysa ben, lakırtısız dilini saklamaya gereksinimim olmadığı halde, başım her an bilinmeyenden gelen belalara katlanmak zorunda kalıyor.
Murtaza yorgun, argın. Ne olurdu sanki, hak edene, ağız dolusu, büyük bir iştahla ben de “ha siktir” çekebilsem. Ana avrat, yedi düveline, gelmişine-geçmişine ve geleceğine küfredebilsem, “Kimsin lan sen, kimsin?” diye bangır bangır bağırabilsem, puşta puşt diyebilsem, belki de biraz olsun rahatlarım diye düşündü. Hep Ahmet Kaya misali kafama sıkıp gitmesem, onun yerine ne gerekiyorsa onu yapsam. İleride lazım da olsa, “kırılan kolum yen içinde kalsa da” ve ben minnet eylemeyip, kapıyı yine de hızla çarpabilsem, diye düşündü. Ama nafile. Yedisinde ne isen yetmişinde de fark eden, pek dişe dokunur bir şey olmuyor. Neylersin, bütün hayatım boyunca iyi davranmaktan yorulsam da, tiril tiril incelikten kopsam da, bir halt yiyeceğin yok. Gülümse, yorgun Murtaza gülümse!

Amsterdam, 16 Kasım 2015


  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...