7 Mart 2016 Pazartesi

KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ



 KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ

Yüksek yer anlamına gelen ve ismi ile de müsemma olup, konumu gereği bir hayli yukarılarda olan Bala, her bahtı karanın yüreğine çöken, o istenmeyen kasvetli karanlığı aklamak gayesi ile görmek istediği, Başkent Ankara’nın bir ilçesidir. Devlet sarsılmaz varlığını göstermek gayesi ile bu küçük ilçeye de elbette bir karakol, askerlik şubesi ve hapishane hizmetini çok şükür esirgememiştir. Bala’ya bağlı kardeş Türk köylerinden sonra, bir arada bulunan Kürt köyleri de Kızılırmak’a paralel bir şekilde, İç Anadolu bozkırında bir Oltu taşı tespihin taneleri gibi art arda ilçe topraklarında sıralanırlar. Bu tespihin bir telkari ustasının ince gümüş işçiliği ile süslenmiş olan imamesi, büyüklüğü gereği ile Kesikköprü beldesidir. Köyler arasında büyük benzerlikler olsa da, yine de her yerleşim birimi kendince farklılıklar ve şirinlikler sergilerler. Küçük Camili de yer yer ağaçların bulunduğu bu köylerden biridir. Yaklaşık yüz haneli köy; kuruluş esnasında sanki korkulu bir durumdan kaçarcasına, önceleri küçük bir vadiyi andıran bir alana konumlandılar. Yerleşim olarak ilk bakışta insana köylülerin bir şeylerden saklanma ihtiyacı duyduğu gibi bir hissi verse de, daha sonraları yüreklerden duyulan korkunun silinmesi ile daha yukarılara, Ankara yolunun yükseltisine çıkarak, alanlarını bu zuladan fazla taşmayacak şekilde iç içe geçmiş evlerin yapımı ile sürdürdüler.
Küçük Camili eşrafından Sılo, hanımı Ayşe ve oğlu Hüseyin şafak sökmeden uyandılar. On dokuz yaşlarındaki kızları Hediye ve on yedisinde çiçeği burnunda delikanlıları İhsan’ı uyandırmadılar. Köyde büyük bir sessizlik hakimdi. Bir kaç evden sarı ışıklar süzülüyordu. Demek ki bu saatte başka uyananlar da olmuştu. Ankara’ya giden köy minibüsü neredeyse böyle gece yarıları yola çıkıyordu. Kuyular’dan başlayıp, Kesikköprü’ye kadar olan bütün köylerden yolcuları toplayıp, bir kısmını Bala da bırakıyor, kalan yolcular ile de Ankara’ya doğru yola devam ediyordu. Silo’nun gözü gelecek olan minibüsteydi. Çok geçmeden köy ilkokulunun yanında bir ışık belirdi ve kıvrımlı yolda minibüsün parlak farlarından yayılan göz alıcı ışık bütün köyün üzerinden geçip, yaladı. Silo aniden telaşlandı. Çantalarını bir araya getirip, hanımı Ayşe’ye ve oğlu Hüseyin’e seslendi.
“Hadi çabuk olun. Dolmuş geldi. Acele edin, yoksa bizi bırakıp giderler.” Hüseyin askerden yeni gelmişti. Baba ve annesinde bir telaş olsa da, O’nun yüreğinin atışları çok daha farklıydı. Hayırlı bir iş için Ankara’ya gidiyorlardı. Gece hiç uyumamış saçlarına jöle sürmüş ve bir güzel taramıştı. Sakallarını kesmiş ve inceden bıraktığı bıyığına dokunmamıştı. Avuç dolusu kolonyalar dökünüp, babasının yanına geldi. Sabahın bu erken vaktinde gelen bu kolonya kokusu başını döndürse de, oğlunun böyle üstünü başını düzeltmesi, bakımlı olması ve özellikle de artık evlenme yaşına gelip, çok önceleri Ankara’ya taşınan akrabalarının kızı Selma’ya gönlünü kaptırmış olmasından da oldukça memnundu. Aslında O da düz siyah saçlarını arkaya doğru iyice tarasa ve Ayhan Işık bıyıklarını biraz daha inceltse iyi olacaktı. Ama artık bu işlem için çok geçti. Allahtan Ayşe güzel giyinmiş, uzun kıvırcık saçlarını güllü bir eşarpla örtmüş, gür kaşlarındaki fazlalıkları cımbız ile  almıştı.
Oğlunun evlilik yolundaki seçimi doğrusu çok yerinde idi. Selma’nın babası da hem akrabası hem de arkadaşı idi. Bir kaç gün önce Ankara’ya giden bir akrabası Hamit ile haber gönderip, hayırlı bir mesele için gelip, misafir olacaklarını bildirmişlerdi. Minibüsün orta koltuğunda üç kişilik yere, cam tarafına Ayşe, ortaya Hüseyin ve kenara da Sılo oturup, sanki oğullarını koruma altına aldılar. Aracın tekerleği yerdeki bir çukura girdi, hafif bir sarsıntıdan sonra yola koyuldu ve ışıklar bir kez daha Küçük Camili Köyü’nün irili ufaklı evlerini taradı. Köyün dört bir yanını köpek havlamaları ve öten horozların sesleri sarmıştı. Güneşin doğmasına daha zaman olmasına rağmen, yolculuğa çıktıkları bu yaz gecesi de bir kaç haftadır devam eden bunaltıcı sıcaklardan nasibini almıştı. Köy imamı İbrahim hoca sabahın köründe uyanmak zorunda olduğu bu işini aslında pek de sevmiyordu. Karısı şişko Emine ve iki kızı ne güzel mışıl mışıl uyumaya devam ediyorlardı. Evinden çıkıp sabah ezanını okumak üzere ayağını sürüyerek yürürken, minibüsün içindeki yolculara baktı. Kel kafasındaki külahını hareket ettirip, minibüs yolcularına yine isteksizce selam verdi. Minibüsteki erkekler de bir ağızdan mırıldandılar;
“Ve aleyküm selam.”
Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra, Bala’da inmesi gereken yolcular indiler. Boşalan yerler tekrar doldu ve Ankara’ya doğru yolculuk devam etti. Ankara’ya geldiklerinde güneş iyice yükseldiğinden, sıcak daha bir baskın hale geldi ve sabahın alaca karanlığı yerini berrak bir aydınlığa bıraktı. Minibüs hayırlı işin sahiplerini garajlara yakın bir yerde bıraktı. Anne,baba ve oğul ilk iş olarak bir pastahaneye daldılar. Bir masaya ailece oturup, ısmarladıkları su böreği, simit ve çayla kahvaltı yaptılar. Ardından Hüseyin tezgahtara kendilerine bir kutu çikolata hazırlamasını söyledi. Tezgahtar bir operatör titizliği ile çekiştire çekiştire plastik eldivenler giyip, işe koyuldu. Kutunun içine sanki çikolata değil de beşibirlik altınları diziyor havasında idi. Kırık çikolatalardan birisini Hüseyin’e verip, taze olduklarını damat adayına tescilletti. Çikolata paketi oldukça ihtişamlı gözüküyordu. Kız tarafı akrabaları da olsa, bırakacakları ilk intiba önemli idi. Sonuçta onlar da bilinen “naz tarafı” idiler.
Caddeden geçmekte olan bir taksiyi çevirip, bin bir telaş içinde bindiler. Sılo ön tarafa, Hüseyin ve annesi de arka koltuğa oturdular. Sılo şoföre dönüp;
“Kardeşim biz Keçiören Gazino durağına gitmek istiyoruz. Sana zahmet en kısa yoldan bizi oraya götür müsün?.” Şoför “emriniz olur amca bey” mahiyetinde saygı ile kafasını eğdi ve sarı kırmızılı tespihini geçirdiği vites koluna dokunup arabayı büyük bir heyecanın yaşanacağı, mutluluk menziline doğru yola çıktı. Arabada müzik olarak arka fonda  Şarkıcı Ümit Besen;
“Nikahına beni çağır sevdiğim, istersen şahidin olurum senin.” diye yalvarırcasına şarkı söylüyordu.
Aynı romantiklikte insanın içini bayıltan bir kaç şarkının ardından, kız evinin bulunduğu apartmanın ikinci katında kendilerini buldular. Zili damat adayının annesi Ayşe çaldı. Bu arada Hüseyin bir yandan elindeki çikolata kutusunun üzerindeki süsleri düzeltirken, diğer yandan da bir davulu aratmayan hızla çarpan kalbine derin nefes alıp vererek söz geçirmeye çalışıyordu. Kapıyı gelin adayı Selma’nın annesi Sultan açtı.
“Aaa… Buyurun, biz de sizi bekliyorduk. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.” Beklenen misafirler Selma’nın babası Fevzi tarafından da buyur edildikten sonra, misafirler devam edegelen heyecanlarını biraz daha arttırarak gösterilen yerlere oturdular. Selma diğer odada gelen misafirlerin telaş ve heyecanını aratmayacak duygular içinde hazırlanıyordu. Ev sahibi Fevzi’nin hal ve hatır sorularından sonra, Selma’nin da gelmesi için beklemeye koyuldular. Bu arada Fevzi ve hanımı Sultan sanki Hüseyin’i ilk defa görüyorlarmış gibi baştan ayağa süzmeye başladılar. Hüseyin’in kalbinin atışları biraz olsun dinmiş olsa da, Selma’nin oturma odasına girmesi ile çarpıntıları yeniden ayyuka çıkıp, tavan yaptı. Yerinden hafifçe kalkıp, titreyen eli ile aynı durumda olan Selma’nın elini sıktı.
Selma’nın getirdiği kahveler içildikten sonra, kız isteme faslı da tatlıya bağlandı ve Sılo cebinden çıkardığı nişan yüzüklerini dualar eşliğinde, mutlulukları gözlerinden okunan gençlerin parmaklarına taktı. Bir yıllık nişanlılığın ardından, Küçük Camili Köyünde yapılan üç gün  ve üç gece süren düğünün ardından Selma ve Hüseyin de dünya evine girdiler.
Selma gelin olarak Ankara’dan Küçük Camili Köyüne geldi. Köy hayatına uyum sağlaması uzun sürmedi. Kaynanası Ayşe ve kayınbabası Sılo ile birlikte oturuyorlardı. Selma’nın da köydeki diğer gelinler gibi çalışkanlığını ve hamaratlığını göstermesi gerekiyordu. Bu konuda elinden geldiğince evin içinde koşturuyordu. Evliliğinin üzerinden bir hafta geçmişti ki, her zamanki gibi erkenden kalktı. Bütün ev halkına kahvaltı hazırlamadan önce tandır damını ve evin avlusunun içini süpürmek için yörede “çalgı” denilen, kırlardan toplanan bir ottan yapılan süpürgeyi eline alıp, işe koyuldu. Dışarıda çok güzel bir hava hakimdi. Evin çatı kiremitlerinin arasına yuva yapan serçeler yavrularına buldukları yiyeceklerin sunumunu yapıyorlar ve serçe yavruları da sevinç çığlıkları atarcasına ötüyorlardı. Serçe cıvıltıları Selma Geline bir melodi gibi geldi. Eğildiği yerden doğrulup, bu seslere bir müddet kulak kabarttı. Sonra kaldığı yerden işine koyuldu. Önce karanlık tandır damından başladı. Kıyıda köşede her tarafta öbekler halinde buğday serpişmişti. Selma kendi kendisine kaynanası Ayşe’nin ve görümcesi Hediye’nin temizlik yönünden pek de titiz olmadıklarını düşündü. Serpişmiş olan buğdayları ve diğer kalıntıları süpürüp avlunun bir köşesinde topladı. Tozu dumana katarak bütün avluyu süpürdü. Bu arada kaynanası Ayşe sabah mahmurluğu ile uykulu gözler ile gelinin ne denli  çalışkan olduğunu aklından geçiriyordu. Evet helal süt emmişti, oğluna ve ailelerine layık bir gelindi. İlk intibası seçimleri isabetli ve çok kıt olan notu da Selma Gelin için tamdı. Çevresindeki komşulara ve gelip giden akrabalarına gelinini anlata anlata bitiremiyordu. Görgü, beceri, saygı ve sevgi gibi bir insanda olması gereken olanca meziyet gelininde toplanmıştı. Çiçeği burnunda gelinin üzerine yoktu. O her yönden bir numara idi.
Bütün ev halkı uyandıktan sonra yine evin gelininin hazırladığı kahvaltı sofrasına geçtiler. Sılo sofradan kalkıp evinin arkasındaki traktöre binip, tarlasına doğru gitmek için ayağa kalktı. Selma hemen sofradan kalkıp, kayınbabasının ayakkabılarını bulup, getirdi. Kunduralarının basık olan arka kısımlarını düzeltti. Sılo ayakkabılarını giyerken yan gözlerle çayını yudumlamaya devam eden hanımına göz ucu ile bakıp, göz kırptı. O da gelinlerine olan notunun tam olduğuna dair mesajını büyük bir memnuniyet ifadesi dahilinde sofradakilere sezdirmeden iletti.
Sılo evin arkasına geldiği zaman bir köşede komşularının bütün tavuk, horoz ve kazlarının bir köşede buğday yediklerini ve kavgaya tutuştuklarını görünce şaşırıp kaldı. Nereden gelmişti bu buğday ve bu kadar hayvanın evinin avlusunda ne işi vardı. Anlam veremedi, acelesi olduğu için traktörüne binip gitti. Tarladaki işi tahmin ettiğinden daha çabuk bitti ve tekrar eve geldi. Traktörünü aynı yere koyacaktı ki, biraz önce görmüş olduğu, kendisinin ve komşuların hayvanlarının gagaları açık, yere uzandığını görünce gözlerine inanamadı. Ne olmuştu bu kadar hayvana? Hemen hanımına seslendi ve acele gelmesini söyledi. Ayşe de gelince, O da şaşıp kaldı. Çok geçmeden toprak arasına karışmış olan buğday tanelerini görünce olup biteni anlamakta gecikmedi. Ellerini dizlerine vurarak;
“Eyvah… Eyvah Selma tandır damına attığım fare zehrini de süpürmüş. İnsan bilmez mi o buğdayların zehirli olduğunu. Ne yapacağız biz şimdi, komşulara ne diyeceğiz? Bu nasıl bir bela?” diyerek bütün komşuları başına topladı. Her gelen kendisine ait olan kazlarını ve tavuklarını cansız yatar halde görünce Silo ve Ayşe’nin gözlerine “ne yaptınız siz bunlara” der gibi ters ters bakarken, kayınbaba ve kaynana da yeni gelinleri Selma’nın yüzüne aynı terslik ile baktılar. Selma Gelin ne yapacağını şaşırdı. Bütün komşulardan, kaynanasından ve kayınbabasından yalvaran gözlerle özür diledi. Eşi Hüseyin olup biteni görünce O da eşi adına herkese dönüp;
“Komşular, Selma buğdayın zehirli olduğunu bilmemiş. Kusuruna bakmayın. Ama zararınız ne ise karşılarız. Ne olur bu olayı tatlıya bağlayalım.” diye bir açıklamada bulundu. Komşular yeni gelinin tecrübesizliğine verip, zararlarının da karşılanacağının verdiği rahatlık ile hayvanlarını geride bırakıp, evlerinin yolunu tuttular.
Komşuların dağılmasının ardından Hüseyin ve Selma köyün dışında kazdıkları bir çukura ayaklarından tutup, ters tuttukları tavuk, horoz ve kazları bu çukura atıp, üzerini toprakla kapladılar. Küçük vadide yer alan bütün evlerde gündem, Sılo’nun yeni gelinin icraatı idi. Onca kanatlı hayvanın katliamından sonra Küçük Camili Köyü’nün Ezo Gelini’ne verilen bütün puanlar, bir çırpıda geri alındı. Köylülerin notu da artık, ne yazıktır ki, kocaman bir sıfırdı.



Amsterdam, 7 Mart 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...