7 Ağustos 2016 Pazar

SAKLAMBAÇ





SAKLAMBAÇ  

         Aah… Canımın içi, canım, cicim, güzel, tatlımsı, kekremsi, ekşimsi, balımsı, reçelimsi, gamzeli-gamzesiz, şekerimsi, gül kokulu, çiçek, sevecen, ivecen, sevgili insanlar. “Karadutlar, çatal karamlar, çingeneler, gülen ayvalar, ağlayan narlar, kadınlar, kısraklar…” Sevgili, sevgili insanlar. Bir ağaç dalı kırmak vicdanları sızlatırken; ne kadar da çabuk birbirinizi kırar, yorar, olmadı marifetmiş gibi hakaretler yağdırır, en dibe vurdurur, düşene bir tekme de siz atar, size karşı gösterilen onca insanlığın köküne bir anda kibrit suyu çeker oldunuz. Şaşmamak elde değil. Aman Tanrım bu ne yaman çelişki, bu ne aymazlık, ne akıl almaz bir durum, bu ne kısır döngü? Ne denir sana bilinmez ki. Dil lal olur, söylemeye varmaz insan, zavallı insanlık mıdır seninkisi? Oysa alnının süt beyaz akı ile sana yakışan, heyhat; asaletli büyük insanlıktan olabilmek de vardı.
         Kiminiz, insanlığınız gereği benliğinizde olabildiğince var olagelen bütün iyi yanlarınızı beraberinizde bir gölge gibi taşırsınız. Yüreğinizden kopaduran ince duyguların getirisi gereği, karşınızdakine, elinizden geldiğince iyi davranmaya ve bir dediğini iki etmemek için bir kereye mahsus yeryüzüne gönderilen tatlı canınızı dişinize takarsınız. Dişinize taktığınız canınız inim inim acısa da, bir kez, sevdiğiniz kişinin o kutsal ağzından “bir” çıkmıştır. Bu sayının milim kıpırdamadan, yukarılara çıkmaması gerekir. İnsanlığınız, sevginiz, kendinizce yaşadığınız coşkulu aşk, kalbinizin pır pırları bunu gerektirir ve bunu harfiyen yaparsınız da.
         Ve gün gelir, yaptıklarınızın hiç bir kıymeti harbiyesi kalmaz. “Halik bilmezse Malik bilir” diye yaptığınız iyilikler ile deniz dolup taşar. Nerede bu Halik ile Malik diye boşuna bakınıp, durursunuz. Bir kez daha hayat size dibin en derinine vurdurur. Derinlikte ellerinizi yukarı doğru kaldırıp, yalvarır, debelenir, Tanrı’dan nerede ve nasıl yanlışlıklar yaptığınıza dair aman dilenirsiniz. Bir yanıt gelir mi, bilinmez. Ama siz yalvarıp yakarmaya devam edersiniz.
         Elbette diplere vurdurulduğunuzda, tam da içinizdeki derinliğin rengine dönmüşken, Tanrı’nın da bulunduğunuz derinliklerde yanı başınıza gelmiş olmasını çok arzularsınız. Belki de size en büyük teselliyi Tanrı’nın kendisi verecektir.
         Var mıdır yumuş yumuş elleri bilinmez ama ola ki var, başınızı okşamasını, parmakları ile yüreğinize dokunmasını istersiniz. “Yapma oğlum, yapma kızım” veya akrabalık dereceniz ne ise kendileri ile neyi iseniz artık O’nun, öylesi bir hitap ile teselli edilmeyi bütün yüreğiniz ile beklersiniz.
         Var mıdır gözleri, yalvaran buğulu gözleriniz ile O’nun gözlerine durmak, yalvarmak, medet ummak istersiniz. Utanma, sıkılma, mahcup olma duygusuna hiç kapılmazsınız. Anneniz, babanız, kardeşleriniz, dostlarınız ve arkadaşlarınızdan önce belki de bu güce aitsiniz, O sizin Tanrınız. Anneniz, babanızın zamanı geldiğinde size dirsek gösterme ihtimali olduğu halde, Tanrınızda böylesi bir ihtimale sıfır olasılık tanırsınız.
         Var mıdır bilinmez ama hani varsa kolları kucaklanmak, bağrına basılmak da istersiniz elbet. Sizi size getirecek olan sıcaklığını hissetmek en doğal hakkınız gibi görürsünüz.
         Var mıdır bilinmez ama ola ki varsa yüreği, Tanrı’nın yüreğinin kapılarını sonuna kadar açmasını beklersiniz. Yüreğine sığınıp, oraya kıvrılıp, güven içinde kıvrılıp kalmak istersiniz. Sığındığınız bu güvenli limanda dilediğiniz kadar demirleyebilmelisiniz.
         Var mıdır kocaman ayakları bilinmez. Varsa ayakları siz O’na O size doğru koşsanız. Nefes nefese kalsanız.
         En yakınınız tarafından çelme takılıp, acılar içinde yerlere kapaklandığınızda, “merdivensiz kör kuyulara” atıldığınızda, “denizler ortasında yelkensiz bırakıldığınızda” ve dolayısı ile yeniden, hak etmediğiniz halde hayata on sıfır yenik başladığınızda, gizemin ortadan kalkmasını, Tanrınızın yanı başınızda olmasını istersiniz ki, bu sizin en doğal hakkınızdır.
         Tanrı bir gizem olmasa, “elma” diye bağırdığınızda ortaya çıksa. Her daim “armut” duyumlarını algılamasa. Gelip, günah veya sevaplarınızın kabarıklığına bakmaksızın, beyaz ipek bir mendil ile gözyaşlarınızı silse. Ellerinin, kollarının, gözlerinin ve yüreğinin olup olmadığını bilmediğimiz Tanrı, Tanrılığını gösterse.
Oldu olacak karşılıklı oturup, verilen, sizi size getiren, on sıfırlık yenilginizin üzerine sünger çeken, dibe vuruşunuzu unutturan tesellinin ardından, karşılıklı oturup, birer köpüklü kahve içseniz hiç de fena olmaz değil mi?
         Bağır bağıra bildiğiniz kadar: “Elma… Elma…” Belki kulakları vardır, sizi duyar, aniden çıkıverir ortaya ve akabinde hemen size koşar!

Amsterdam, 7 Ağustos 2016






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...