HASBİHAL
Altın
sarısı ağaç yapraklarının, o nazlı-boğumlu-kıvrımlı dallardan, tabiatın karşı
konulamaz döngüsüne bir kez daha dayanamayıp, asiliği usulca yanı başına
bırakıp, birer birer yerlere düştüğü, çisil çisil yağan bir sonbahar yağmuru
sonrasında yüzünü gösteren, serin ama güzel bir sabah. Güneş bulutların
arasından ustaca sızmasını biliyor. Görünen o ki, hiçte acemisi değil bu işin.
Komşunun altı yaşlarındaki oğlu mutlu, el sallıyor bisikletinin üzerinde.
Sokağı bir baştan bir başa geçiyorlar, cellabeler içindeki Faslı karı koca.
Erkek önde, karısı beş adım ardında yürüyorlar. Kadın sırtı dönük olan
kocasının arkasından koşturmayı kader bilip, sürekli sağa ve sola bakışlar
atıyor. Onun arkası sıra yürüdüğünden dolayı, şikayetçi değil, tam tersine belki
de mutlu. Kargalar buldukları bir ekmek parçasının üzerine üşüşmüşler. Gagaları
ile vurdukları darbeler ile ekmekten parçalar koparıp, midelerine indiriyorlar.
Karşı binadaki yeni evli çiftler işlerine gitmek üzere birbirlerinden
uzaklaşırlarken, ayrılık öpücüklerini alıyorlar. Evet sabah bir kez daha güzel.
Madem sabah bu denli güzel. O halde; bu upuzun elli altı yıllık ömrü hayatımda,
çağırayım hele bir kez de kendi kendimi. Buyursun gelsin, ben olan ben, yüce
olduğunu hiç bir zaman iddia etmediğim huzuruma. Çağırdım, hemencecik
ışınlanmış gibi buyur etti de.
Usulca,
çok ürkek bir eda ile tıklattı kapıyı, perde aralığından sızan bir ışık gibi
gelip geçti, her ikimizin de evi olan hanemizden içeri. İlk defa döküp içimizi,
özsöyleşiler eyleyecektik. Neden çekingen ve huzursuzdu karşıma geçip, kurulan
ben. Hesap sorulmasından çekinceli idi besbelli. Bakarmısınız, tıpkı ben. Gidip
gelen halogram bir görüntü sanki. Ellerimle tutamadım karşımdaki bedenimi. Yine
de tokalaşma uğraşısı içinde biçare buldum kendimi. Ancak hissedemedim elimde,
elimin sıcaklığını, terini, kızıl kanın ırmaklar misali devinimini. Öpüştük,
kucaklaştık, sıkıca bağrını bağrıma bastırdım kendimin. Sormayın, hayli uzak
kalmışız, meğer ne kadar da çok özlemişim ben beni.
Tıpkı
benim gibi giyinmişti. Bende olduğu gibi üzerindeki sade uzun kollu bir gömlek
ve siyah bir pantolon. Aynı anda gülümsüyor ve yine aynı anda göz
kırpıştırıyorduk. Bir ağzı ve burnu vardı. Tıpkı benim ağzım ve burnum gibi.
“Pek biçimli olmamakla birlikte.” Göz göze geldik, gözleri gözlerimdi. Diz dize
geldiğimiz dizleri dizlerim, elleri ellerimdi. Mumlar yaktım, ışığı kıstım,
loşlaştırdım ortamı. Biliyorum pek bir romantiktir kendileri.
“Hayırola bir şey mi oldu?” der gibi uzun uzun baktı gözlerimin
derinliklerine. Gözleri gözlerim gibi buğulu idi, karşımdaki “ben”in.
“Hiç ne
olsun, bir ömür ki, gelip geçiyor. Hasbelkader şöyle bir oturup istişarede
bulunalım. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hani doğrusu halimiz, hiç hal
değil. Başkalarını kendimizden hep daha yüksek tutup, daha çok sevip ihanet mi
ettik derim, kendimize. Koca bir hayatı; bıkıp usanmadan sürekli altan almalar,
hakkını savunmamak, her daim kendini incitmek, kırmak ile pul eyleyip, harman
gibi savurduk. Yerlere eğilerek olduk müteşekkir, bir tek bizim ağzımızdan
çıktı, her daim özür ve teşekkür.” Hiçte yabancısı değildik bütün bu masum
düşünce ve davranışların. Aynı anda kırpışan gözlerimiz daldı, kıvırcık saçlı
başlarımız önümüze eğildi.
“Yerden
göğe kadar, ne desen haklısın. Baltayı acımasızca ormana dalar gibi hep ama hep
kendimize vurduk. Olur olmaz herkesi salt insan diye, zerre kadar hak etmediği
olabildiğince ayyuka çıkardık. Kendimizi adeta pas pas eyleyip, sere serpe
yerlere serdik. Bizim de insan olduğumuzu unutarak, kadir ve kıymeti yerlerde
sürünerek sadece başkalarına verdik.”
Bizimkisi açıldıkça açılıyordu. Görünen o ki, O da bugüne değin olan
gidişatımızdan pek hoşnut değildi. Belli ki bir dokunsam, bin ah işitecektim.
Özümüzü, belki de kanamalı yaramızı derince deştik böylelikle. Omuzunu arayıp,
dokunmaya çalışıp teselli ettim, aynı zamanda ben de teselli oldum. Göz
yaşlarını kurutmaya çalışırken, göz yaşlarım o anda kurudu. Apansız gülümsedi,
gülümsedim. Dost oluverdik, üzüldük halimize ve birbirimize.
Yok
yere hayli uzaklardan alıp, gelmiştim kendimi. Değişecek veya değiştirilecek
bir şey yoktu sanki. “Eski köye yeni adetler gelmeyecekti.” Böyle gelmiş böyle
gidecek gibiydi. Tıka basa dolu sineye mi atılacaktı yine her şey. Acımasız
yargılamalar, yine hep kendi kendimize yönelik olacak. İzdüşümlerimizden
oluşacak olan mahkeme heyetimizde, ne yazıktır ki; yargılanan da kendimiz
olacağız. İhaleyi tekrar tekrar kendimize çıkaracağız. “Gelen ağamız, giden
paşamız” olmaya devam edecek. Andavallık bir kene gibi yaşantımız boyu
bedenimize yapışık kalacak. Kolonyalar, bayram şekerleri tutacağız. Zamanımızı
hunharca öldürürken, ölecek olan bizim ömrümüz.
“Her
hıyarım var diyene, nemlenmesin deyi, içine Tosya pirinci taneleri koyduğumuz
“yerli Himalaya tuzu” doldurulmuş tuzluğumuz ile oradan oraya koşturacağız.
Kendimize bir kase cacığı dahi reva görmeyeceğiz. Tuz olup, hıyarlara dökülüp,
şırıl şırıl eriyeceğiz.
Karşılıklı bakışa kaldık birbirimize.
“Ben
gideyim artık. Her ne kadar, elle tutulur, gözle görülür bir sonuç alamadıysak
da, davetin için teşekkürler. Ben, sen olan benden kopup uzaklara gidiyorum
yine. Bu gidişat ile bizden beklenen kişilik oluşmayacak elbette ki. Müsfette
olmasak da, eminim temize çekemeyiz kendimizi. Yine de insan olabilmekte ve bu
çizgide kalabilmekte fayda var elbette. Böyle gelmiş, böyle gider, gitsin de
derim. Söyle bakalım can kardeşim sen ne dersin?”
Diyecek
bir şey yoktu. Kendime geldiğimde, karşımdaki "ben" çoktan seyirtmişti.
Boynum bükük, gözlerim buğulu idi yine. Bitmişti hasbihal. Kendisine bir
Diyaribekir karpuzu olsun kesip, ikram edememiştim. Masada lale işlemeli tek
bir kahve fincanı duruyordu. Demek ki tek fincanda aynı kahveyi içmiştik.
Hanede olmasa da kırk yıllık bir ömür, hatırı vardır, yine de bir onca sene. Ve
hayatım kendi rutin güzergahında seyri sefer eylemeye koyuldu, kaldığı yerden.
“Hoş geldiniz ağam, güle güle paşam.”
Amsterdam 18 Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder