23 Kasım 2016 Çarşamba

MEKTUP



MEKTUP

Çok sevgili ağabeyim;

Sabah uyku mahmurluğu ile gelen telefonda, hiç beklemediğim bir anda sesini duyunca çok sevindim. Duyduğum mutluluk ile uzun uzadıya pamuk bulutlarda gezinip durdum. Böyle erken bir saatte, memleketimden, uzaklardan çok değer verdiğim birisinin, beni merak edip, ardından da araması ne güzeldi.
Haliyle telefondaki konuşmamız beni olduğum yerde bırakmadı. Kanatlandırdı hemencecik, çok uzaklardan gelen sesin geldiği yere, hem de çok eskilere götürdü. Evet, hayli zaman oldu. Neredeyse bir insan ömrü, otuz yılı aşkın bir zaman öncesiydi. O zamanlar amcamın oğlu ile kapını aşındırır, her hafta sonu rahatsız ederdik. Ankara’da Emek ve Balgat mahalleleri arası, üç dört kilometrelik, kışları oldukça çamurlu olan patika yolu yaya halde, soğuktan titreyerek ayakkabılarımıza bulaşan çamur ile daha bir ağırlaşarak, içimizde ise her daim var olan ezikliği, kıçımıza iyice kenetlenmiş bir kene veya yürek yarası gibi istemimiz dışında bütün benliğimizde taşıyarak gidip gelirdik.
O zamanlar bizim açımızdan çok titiz olduğun gibi, aynı zamanda da idolümüz konumundaydın. Fakir ayakkabılarımıza yapışan bunca çamur ile, örnek aldığımız titiz bir ağabeyin evine nasıl giderdik. Şaşkınlıktan elimiz ayağımız birbirine dolanırdı. Balgat Mahallesinin hemen girişindeki beyaza sıvalı, tek katlı evine yaklaştığımızda ilk yaptığımız iş, hemen bir mıntıka taraması yapıp, bir çubuk veya benzeri bir cisim ile çamurlu ayakkabılarımızı bir güzel temizlemek olurdu. Çatıyı andıran kapalı bir yerden geçip, yol boyunca üzerimizden atamadığımız ezikliğimiz ile ikiye katlanmış bir vaziyette büyükçe bir koridoru geçip, kar beyazı duvarların yer aldığı ve her eşyanın itina ve titizlikle yerli yerine yerleştirildiği oturma salonunda kendimizi bulurduk. İlk göze çarpan, bir yanda rahmetli babanın, diğer tarafta da o günlerin deyimi ile Karaoğlan’ın birer kara kalem portresi oluyordu. Karaoğlan ile o zamanlar ne kadar büyük bir yanılgı yaşadığımızı, çok geçmeden anladık. Bu resimlere hayranlık ile bakar, böylesine çizme yeteneğinden yoksun olduğum için de kendi kendime hayıflanırdım.
Şimdilerde o uzun yıllar öncesini anımsayıp, içinde bulunduğumuz konumu göz önüne getirdiğimde, olanaklarımızın bu denli insan onurunu kıracak kadar yetersiz oluşunu bir türlü kabullenemez ve her defasında içimi derinden ve inceden bir sızı kaplar. Belki de şimdilerde içimiz başka gayri insani haller için sızlasa da, günümüzde hissettiğimiz sızlamalar da azımsanacak türden değil. Deyim yerindeyse, ki yerindeydi; ne üstte vardı, ne de başta. Olsa ne olacaktı ki; kare desenli bir ceketimiz, genelde yine kare bir gömlek ve işin garip tarafı çok uzun boylu olmadığım halde, hep kısa paçalı bir pantolonum olurdu. Amca oğlu ile oluşturduğumuz ikili ile Lorel ve Hardy'den pek fazla farkımız yoktu. Bizlere talebe dendiği için, kısacık ve küçük bir boğum ile bağlanmış olan kravatlarımız da elbette ki olmazsa olmazımızdı. Oluşturduğumuz bu komik ikilinin kravatlarını her ne zaman apansız bir Bolywood filmlerinden birinin karesi olarak gözlerimin önünden geçirdiğimde, acı acı gülümsememin önüne geçemem.
Söz kravatlardan açılmışken, oldu olacak çok tuttuğum, saygısızlık etmek istemem ama biraz da müstehcen olan bir fıkra anlatayım, müsaadenle.
İri kıyım kömür karası bir zenci, bir aksam resmi bir tören için yakınındaki bir kiliseye davet edilir. Adamcağız iş çıkışı apar topar kendisini soluk soluğa kilisenin kapısında bulur. Kilise girişinde görevli olan izbandut, zenci adamı baştan aşağı süzer ve kendisini takım elbisesi olmadan içeri alamayacağını söyler. Yalvarıp, yakarsa da görevli “Nuh der ama peygamber demez” ve bizim zenciyi evine gönderir. Evinde gardırobunda takım elbisesi olmadığını bildiğinden, ne yapacağını acele ile düşünür. Sonunda elbise giymek yerine, nasıl ise dışarı karanlık ve benim tenim de geceden karanlık, çıplak gidersem siyah takım elbise giydiğimi sanırlar ve beni de davetli olduğum bu geceye alırlar. Ve derken öyle de yapar. İzbandut efendi, tekrar karşısında bulduğu bizim tatlı zenciyi bir kez daha baştan aşağı süzer;
“Ha şöyle şimdi olmuş, içeri girebilirsin, fakat bence kravatı epeyce aşağıdan bağlamışsın.” der.
Fıkra bu ya, baktığımızda bizim ikilinin durumu belki böylesine zenci yoldaşımız kadar vahim değildi, ama bizde de doğrusu, var olagelen malum çelişkilerin bini bir paraydı.
Okul tatillerinde soluğu, büyük bir özlem duyduğumuz köyümüzde alırdık. Tabi yola koyulurken, o meşhur pantolonumuzu, kareli ceketimizi ve çelişkiye bakın ki bütün bu şıklığın altına spor ayakkabılarımızı giyerdik. Günlerden Pazar olmasına rağmen, koltuğunun altında buruşuk dosyalı vergi memurları gibi “iki dirhem bir çekirdek” ince boğumlu, göbeğimizin üst kısımlarında bir kısalıkta yer alan kravatımızı da takmayı ihmal etmezdik. Ayrıcalıklı olmanın sembolü olan kravatlarımız ile araçta yer alan koyun, tavuk ve hayvanlar aleminden başka canlıların da olduğu köy minibüsüne biner, bütün mütevaziliğimiz ile yöremizin medarı iftarları olan bizler bir yerlere ilişir, turşu, soğan ve sarımsak üçlüsü ve sigara dumanının o dayanılmaz kokularını içimize çekerek yolculuk ederdik. Ailelerimizin ve yakınlarımızın  büyük gururu olan bizler, anne ve babalarımız tarafından büyük bir coşku ile karşılanırken, yerlere kırmızı halının neden döşenmediğine hayretler içinde kalarak, etrafımıza bakınırdık.
Yukarıdaki satırlarda anlatmaya çalıştığım mütevazi evinin penceresinden baktığımızda; hemen karşıda büyük avlusu ile Ömer Seyfettin Ortaokulu, karşı sokakta bir dizi dükkan yer alıyordu. Bu sokak bana hep uzak bir taşra kasabasını andırırdı. Her ne zaman bu sokağa gözüm ilişse,  o an sanki Silopi, Cizre, Kızıldere veya Pervari gibi bir ilçedeymişim gibi bir duyguya kapılırdım. Sokağın hemen başında mavi boyalı duvarına bütün ihtişamı ile hep eğri duran tabelası ve onun yanı başında da bir kasap dükkanı yer alıyordu. Kasap dükkanının tabelasında ciğer, dalak, beyin, işkembe, böbrek, kelle, paça gibi canlı organlarının sergisi ile tam bir canilik ortaya konulurdu. Kasap dükkanının dışında, aynı zamanda vitrin görevi de gören buzdolabında, derileri yüzülmüş koyunlar baş aşağı ayaklarından asılı bir şekilde dururlardı. Koyunlar başlarına gelen bu vahşeti işaret eder gibi, dillerini ısırmış bir şekilde asılı dururlarken, dışarı doğru bakan kıçlarına plastik kırmızı karanfiller konularak, dünyada bugüne değin var olagelen estetiğin çıtası da böylelikle yükseltilmiş olurdu.
Abartı gibi gelecek ama bizim de konumumuz o günün koşullarında kıçlarına kasabın kırmızı karanfiller koyduğu koyunlardan pek de ayrıcalıklı değildi. Bizim karanfillerimiz de kravatlarımızdı ki, Allah’tan takılan yerlerimiz farklıydı.
Sözünü ettiğim uzun yıllar öncesine ait olan arzu halimiz böyle. Bunu çok daha uzatabiliriz, ama ne gerek var, daha fazla yazıp, bu trajikomik halimizle vaktini almaya.
Olanca saygı ve sevgimle…

Aydın


Amsterdam, 20 Şubat 2005 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...