MEKTUP
Çok sevgili ağabeyim;
Sabah uyku mahmurluğu ile gelen telefonda, hiç beklemediğim
bir anda sesini duyunca çok sevindim. Duyduğum mutluluk ile uzun uzadıya pamuk
bulutlarda gezinip durdum. Böyle erken bir saatte, memleketimden, uzaklardan çok değer
verdiğim birisinin, beni merak edip, ardından da araması ne güzeldi.
Haliyle telefondaki konuşmamız beni olduğum yerde
bırakmadı. Kanatlandırdı hemencecik, çok uzaklardan gelen sesin geldiği yere, hem de
çok eskilere götürdü. Evet, hayli zaman oldu. Neredeyse bir insan ömrü, otuz
yılı aşkın bir zaman öncesiydi. O zamanlar amcamın oğlu ile kapını aşındırır,
her hafta sonu rahatsız ederdik. Ankara’da Emek ve Balgat mahalleleri arası, üç
dört kilometrelik, kışları oldukça çamurlu olan patika yolu yaya halde,
soğuktan titreyerek ayakkabılarımıza bulaşan çamur ile daha bir ağırlaşarak,
içimizde ise her daim var olan ezikliği, kıçımıza iyice kenetlenmiş bir kene
veya yürek yarası gibi istemimiz dışında bütün benliğimizde taşıyarak gidip
gelirdik.
O zamanlar bizim açımızdan çok titiz olduğun gibi,
aynı zamanda da idolümüz konumundaydın. Fakir ayakkabılarımıza yapışan bunca
çamur ile, örnek aldığımız titiz bir ağabeyin evine nasıl giderdik. Şaşkınlıktan
elimiz ayağımız birbirine dolanırdı. Balgat Mahallesinin hemen girişindeki
beyaza sıvalı, tek katlı evine yaklaştığımızda ilk yaptığımız iş, hemen bir
mıntıka taraması yapıp, bir çubuk veya benzeri bir cisim ile çamurlu
ayakkabılarımızı bir güzel temizlemek olurdu. Çatıyı andıran kapalı bir yerden
geçip, yol boyunca üzerimizden atamadığımız ezikliğimiz ile ikiye katlanmış bir
vaziyette büyükçe bir koridoru geçip, kar beyazı duvarların yer aldığı ve her
eşyanın itina ve titizlikle yerli yerine yerleştirildiği oturma salonunda
kendimizi bulurduk. İlk göze çarpan, bir yanda rahmetli babanın, diğer tarafta
da o günlerin deyimi ile Karaoğlan’ın birer kara kalem portresi oluyordu.
Karaoğlan ile o zamanlar ne kadar büyük bir yanılgı yaşadığımızı, çok geçmeden
anladık. Bu resimlere hayranlık ile bakar, böylesine çizme yeteneğinden yoksun
olduğum için de kendi kendime hayıflanırdım.
Şimdilerde o uzun yıllar öncesini anımsayıp, içinde
bulunduğumuz konumu göz önüne getirdiğimde, olanaklarımızın bu denli insan
onurunu kıracak kadar yetersiz oluşunu bir türlü kabullenemez ve her defasında
içimi derinden ve inceden bir sızı kaplar. Belki de şimdilerde içimiz başka
gayri insani haller için sızlasa da, günümüzde hissettiğimiz sızlamalar da
azımsanacak türden değil. Deyim yerindeyse, ki yerindeydi; ne üstte vardı, ne
de başta. Olsa ne olacaktı ki; kare desenli bir ceketimiz, genelde yine kare
bir gömlek ve işin garip tarafı çok uzun boylu olmadığım halde, hep kısa paçalı
bir pantolonum olurdu. Amca oğlu ile oluşturduğumuz ikili ile Lorel ve
Hardy'den pek fazla farkımız yoktu. Bizlere talebe dendiği için, kısacık ve
küçük bir boğum ile bağlanmış olan kravatlarımız da elbette ki olmazsa
olmazımızdı. Oluşturduğumuz bu komik ikilinin kravatlarını her ne zaman apansız
bir Bolywood filmlerinden birinin karesi olarak gözlerimin önünden
geçirdiğimde, acı acı gülümsememin önüne geçemem.
Söz kravatlardan açılmışken, oldu olacak çok tuttuğum,
saygısızlık etmek istemem ama biraz da müstehcen olan bir fıkra anlatayım,
müsaadenle.
İri kıyım kömür karası bir zenci, bir aksam resmi bir
tören için yakınındaki bir kiliseye davet edilir. Adamcağız iş çıkışı apar
topar kendisini soluk soluğa kilisenin kapısında bulur. Kilise girişinde
görevli olan izbandut, zenci adamı baştan aşağı süzer ve kendisini takım
elbisesi olmadan içeri alamayacağını söyler. Yalvarıp, yakarsa da görevli “Nuh der
ama peygamber demez” ve bizim zenciyi evine gönderir. Evinde gardırobunda takım
elbisesi olmadığını bildiğinden, ne yapacağını acele ile düşünür. Sonunda
elbise giymek yerine, nasıl ise dışarı karanlık ve benim tenim de geceden
karanlık, çıplak gidersem siyah takım elbise giydiğimi sanırlar ve beni de
davetli olduğum bu geceye alırlar. Ve derken öyle de yapar. İzbandut efendi,
tekrar karşısında bulduğu bizim tatlı zenciyi bir kez daha baştan aşağı süzer;
“Ha şöyle şimdi olmuş, içeri girebilirsin, fakat bence
kravatı epeyce aşağıdan bağlamışsın.” der.
Fıkra bu ya, baktığımızda bizim ikilinin durumu belki
böylesine zenci yoldaşımız kadar vahim değildi, ama bizde de doğrusu, var
olagelen malum çelişkilerin bini bir paraydı.
Okul tatillerinde soluğu, büyük bir özlem duyduğumuz
köyümüzde alırdık. Tabi yola koyulurken, o meşhur pantolonumuzu, kareli
ceketimizi ve çelişkiye bakın ki bütün bu şıklığın altına spor ayakkabılarımızı
giyerdik. Günlerden Pazar olmasına rağmen, koltuğunun altında buruşuk dosyalı
vergi memurları gibi “iki dirhem bir çekirdek” ince boğumlu, göbeğimizin üst
kısımlarında bir kısalıkta yer alan kravatımızı da takmayı ihmal etmezdik.
Ayrıcalıklı olmanın sembolü olan kravatlarımız ile araçta yer alan koyun, tavuk
ve hayvanlar aleminden başka canlıların da olduğu köy minibüsüne biner, bütün
mütevaziliğimiz ile yöremizin medarı iftarları olan bizler bir yerlere ilişir,
turşu, soğan ve sarımsak üçlüsü ve sigara dumanının o dayanılmaz kokularını içimize
çekerek yolculuk ederdik. Ailelerimizin ve yakınlarımızın büyük gururu olan bizler, anne ve babalarımız tarafından
büyük bir coşku ile karşılanırken, yerlere kırmızı halının neden döşenmediğine
hayretler içinde kalarak, etrafımıza bakınırdık.
Yukarıdaki satırlarda anlatmaya çalıştığım mütevazi
evinin penceresinden baktığımızda; hemen karşıda büyük avlusu ile Ömer
Seyfettin Ortaokulu, karşı sokakta bir dizi dükkan yer alıyordu. Bu sokak bana
hep uzak bir taşra kasabasını andırırdı. Her ne zaman bu sokağa gözüm
ilişse, o an sanki Silopi, Cizre,
Kızıldere veya Pervari gibi bir ilçedeymişim gibi bir duyguya kapılırdım.
Sokağın hemen başında mavi boyalı duvarına bütün ihtişamı ile hep eğri duran
tabelası ve onun yanı başında da bir kasap dükkanı yer alıyordu. Kasap
dükkanının tabelasında ciğer, dalak, beyin, işkembe, böbrek, kelle, paça gibi
canlı organlarının sergisi ile tam bir canilik ortaya konulurdu. Kasap
dükkanının dışında, aynı zamanda vitrin görevi de gören buzdolabında, derileri
yüzülmüş koyunlar baş aşağı ayaklarından asılı bir şekilde dururlardı. Koyunlar
başlarına gelen bu vahşeti işaret eder gibi, dillerini ısırmış bir şekilde
asılı dururlarken, dışarı doğru bakan kıçlarına plastik kırmızı karanfiller
konularak, dünyada bugüne değin var olagelen estetiğin çıtası da böylelikle
yükseltilmiş olurdu.
Abartı gibi gelecek ama bizim de konumumuz o günün
koşullarında kıçlarına kasabın kırmızı karanfiller koyduğu koyunlardan pek de ayrıcalıklı değildi. Bizim karanfillerimiz de kravatlarımızdı ki,
Allah’tan takılan yerlerimiz farklıydı.
Sözünü ettiğim uzun yıllar öncesine ait olan arzu
halimiz böyle. Bunu çok daha uzatabiliriz, ama ne gerek var, daha fazla yazıp,
bu trajikomik halimizle vaktini almaya.
Olanca saygı ve sevgimle…
Aydın
Amsterdam, 20 Şubat 2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder