EVA
Ellili
yaşları geride bırakmıştı. Ardında bıraktığı tatlı ve acı anılarla dolu onca
yıla, güzelliğinden ödün vermeyen saman sarısı kıvrım kıvrım saçlı Eva'nın
siyah ayakkabıları düz ökçeliydi. Sıkıca koluna girdiği kocası Gerard'ın bileğini
kendisine doğru çekiştirdi ve sonrasında ellerini sıkıca birbirine
kenetlediler. Ayaklarını hafiften sürüyerek yürüyen Eva, kocası ile el ele
hastanedeki bekleme odasına girdiler. Aynı anda yüzlerinden atmakta bir hayli
zorlandıkları ürperti ile diğer bekleyenlere selam vermeyi ihmal etmediler. Yan
yana usulca oturdular. Oturdukları yerde de Gerard'ın elini sıcacık tutmaya
devam etti.
Her ikisinin
de derin düşünceler içinde oldukları belli oluyordu. Eva başını eğip,
tedirginliği belirgin bir şekilde beliren kocasının yüzüne hayranlıkla baktı.
Kıvrımlı uzun sarı saçları omuzlarından aşağı, coşkun bir şelalenin suları gibi
omuzlarından aşağı apansız döküldü. Gerard eşinin başını sevgi ve şefkatle
hafifçe tutup, omuzuna koymasını istedi. Eva'nın boynu hiç direnmedi, kafası
bir kuş tüyü olup, eğildi. Olabildiğince büyük bir güvenle kocasının omuzundaki
sarsılmaz yerini buldu. Başını kocasının omuzuna değil de, adeta bin bir
çiçekten oluşan bir gülistana koymuş gibiydi. Yüreğini tatlı ürpertilerle
masmavi bir okyanusun sularına, fırtınasız, rüzgârsız, alabildiğine sakin bir
havada, kafasından geçen onca düşünceyle birlikte özgürce bırakmış gibiydi.
Ben
Hollandalı Eva. Hollandalı olduğum söz gelimidir. Yüreğimden geçen; elbette
dünyalı olduğumdur. Bugün tanrının bana bir lütfu olan sevgili Gerard'ım ile
birlikte kendince öyküler uyarlamaya çalışan, Türkiyeli öykücünün tam
karşısında oturuyoruz. Mahcup bakışlı öykücüye acıdım, içim kırıldı. İşi zordu.
Yükü hayli ağırdı. Altından kalkabilecek mi, bilemiyorum. Gerard'ın elini
bırakmadan karşımdaki utangaç adama baktım. Oysa benim derdim bana yeterdi.
Dağlara anlatmaya kalksam kan ağlarlar, dile gelirler ve beni teselli etmeye
çalışırlardı. Hoş bulunduğum bu Hollanda düzlüğünde de içimi aktarabileceğim herhangi
bir dağ da yok zaten. Uzun uzun baktım acemi öykücüye. Bakışlarımla mesajlar
saldım O'na. Yeter artık; annen Kör Zewe'yi, uçsuz bucaksız bir çölü aratmayan
İç Anadolu bozkırını, meşhur köyün Camili'yi anlatmayı bir anlık bırak. Yetiyorsa yüreğin beni anlat derim.
Tavırlarım ve mesaj yüklü bakışlarımla çok belirgin bir hal almış olmalıyım ki,
dudaklarında belli belirsiz hafif kıpırtılar oldu. Sonrasında yine aynı utangaç
bir edayla, ikirciklice de olsa, isteğimi boyun büküp kabul etti. Ben de bu zor anlatımda kendisine yardımcı
olacağımı aynı dost bakışlarımla anlattım.
Bizimkisi
bir sevda. Gerard'ım benden iki yaş daha büyük. Komşu çocuklarıydık. Günümüzün
büyük kısmı dışarıda birlikte oynayarak geçerdi. Zaman nasıl akıp gidiyor
farkında değildik. Birlikte olmanın ilk anından itibaren, her ikimiz de
birbirimizi büyülüyorduk. Anne ve babalarımız da iyi görüşürlerdi. O sıralar
ben daha yedi, Gerard ise dokuz yaşındaydı. Daha o zamanlar birbirimizi saf
çocuksu duygularla sevdik. Bugün gibi hatırlarım, o çocukluk yaşımızda, şu an
olduğu gibi, aman tanrım elimi nasıl da sıkıca tutardı. Ah canım benim.
Hayatım, hayatımın biricik anlamı. Yüreğimin biricik sahibi. Her yönü ile insan
olan kocam benim.
Mahallenin
bütün sokaklarını el ele dolaşırdık. Gerard mahalledeki yaramaz çocuklara karşı
benim önüme geçip, göğsünü nasıl da bir kahramanlık edası ile siper ederdi.
Değişen bir şey olmadı. Şimdilerde artık büyümüş olan o yaramazların herhangi
birinin zarar vereceğini görmeye görsün, yine o yıllardaki kararlılıkla göğsünü
gere gere önüme geçer ve beni savunur. Devasa bir aşk bizimkisi. Elli yılı
aşkın bir zamandır, daha doğrusu çocukluğumuzdan bu yana birlikteyiz. O benim
ilkim oldu, ben de O'nun. Bizim için her geçen gün bayramdı. Sanırım her ikimiz
de biraz deliydik. Karşılıklı var olan sevgi ve saygımız daimdi. Hızla geçen
onca zaman, sevgimizden bir zerre olsun alıp götüremedi. Aşkımızı erozyona
uğratmadık, çünkü dört bir yana kök salan sevgi ağaçları ektik. Onlar dallanıp
budaklandı ve bizleri sevgi dolu yüreklerle ayakta tuttu. Meksika'lı ressam
Frida Kahlo sevgilisi Diego'ya yazdığı bir mektupta; "Bir dağın içini,
ancak başka bir dağ bilir." diye yazıyordu. Buna ne denir, ancak şapka
çıkarılır. Bizim tutkumuzu da ancak bizim gibi bütün kalpleriyle sevenler
bilir.
Bütün
hayatımız boyunca Amsterdam'da kanallar boyu yüzümüzde geniş gülümsemelerle, el
ele dolaştık. Laleler arasında, onlara zerre kadar zarar vermeden saklambaç
oynadık. Sokakta dolaşan kedileri sevdik. Yel değirmenlerinin merdivenlerini tırmandık,
durmadan indik ve çıktık. Aşkımızın meyveleri oğullarımız, kızlarımız ve
birbirinden güzel torunlarımız oldu. Torun sevgisi anlatılır gibi değil. İki
oğlan bir de kız torunumuz var. Çocuklarımız geç evlendiler. Haliyle çoluk
çocuk sahibi olmaları da gecikmeli oldu. Anlayacağınız torun sahibi olmamız
biraz uzunca sürdü. Kız torunumuzun adını annesi Eva Maria koydu. Biz de
böylesi bir gelenek olmadığı halde gözleri, ağzı, burnu ile bana çok benzediği
için benim adımı da verdiler. Daha altı yaşında. Güzelliğini anlatmak mümkün
değil. Boncuk boncuk-maviş maviş gözler. Tıpkı gökyüzü gibi. İnsanın kanatlanıp
içlerinde uçası geliyor. Oğlanlar da öyle. Remko dokuz yaşında. Uzun sarı
saçlarını parmakları ile tarıyor. Kızlara şimdiden olmadık kurlar yapıyor.
Gerard dedesine çekmiş. O da çocuk yaşta aklımı başımdan almamış mıydı? Paul
ise henüz dört yaşında. İşi gücü abisi Remko'yu taklit etmek. Remko onun en
büyük idolü.
Evimizde
yankılanan şen şakrak kahkahalarımız hiç dinmedi. Kadehlerimiz hep tiz bir
sesle çınladı. Her alaca karanlıkta mumlarımızın gökkuşağı alevlerinin
titremesini ihmal etmedik. En güzel filmlere gittik. O güzelim aşk sahnelerinde
kendimizi bulduk. Mutlu olduk. Hisli yüreklerimizi hep bir eyledik. Aralarına
hiç bir zaman duvarlar örmedik. Bugüne değin evimde en az iki vazom hiç boş
kalmadı. Gerard her defasında ilk kez bana çiçeklerle geliyormuş gibi aynı
heyecan ve yüzünde beni büyüleyen, beni benden alıp götüren gülümsemesiyle
kucağımı dünyanın en güzel renklerine bezeli çiçeklerle doldurdu. Çiçekleri yan
tarafımda tutup, kollarına atıldım ve ilk kez öpüşüyormuş gibi uzun uzun
dudaklarımız kenetlendi. Gülüşü güzel Gerard'ımın yüzünü her an güler kılmaya
çalıştım. Her hareketini izledim. Gözlerinde saklambaç oynadım. Yüzümü ellerine
bıraktım. Klasik ve caz konserlerinde en ön saflarda yer alıp, güzelim
melodilerle ruhumuza ziyafet çektik. Trenler, arabalar, gemiler, uçaklar ve
yürüyerek bütün dünyayı dolaştık. Deliler gibi seviştik. Terlerimiz,
nefeslerimiz, ruhlarımız ve bedenlerimiz birbirine karıştı. Aynı güle
burunlarımızı dayayıp, mis kokusunu içimize çektik.
Artık durum
çok daha farklı. Yukarıda anlatmaya çalıştığım güzelliklerin, mutluluğun ve
huzurun sonuna geldik. Ben Gerard'ıma ihanet ediyorum. O'nu yapayalnız bırakıp
gideceğim. İki haftadır bu hastanenin yolunu tutuyoruz. On beş gün önce
geldiğimizde yapılan tetkikler sonucu, hastalığın bütün vücudumu sardığını hiç
söyleme ikircikliği göstermeden, iletti doktor. Bütün bedenim, içim, kollarım,
ayaklarım, ellerim, beynim, kalbim
durdu. Yüreğime doluşan huzmeler, yerini o an zifiri bir karanlığa bıraktılar.
En fazla üç aylık bir zamanımın kaldığını, yapılacak tedavilerin bundan
sonrasında bir yarar getirmeyeceğine inandıklarını anlattı. Ama yine de
ellerinden geleni yapacaklarmış.
Nasıl bir
halde olduğumuzu daha fazla irdelemenin de benim hastalığım gibi pek bir
faydası yok. Her şey bitti. Sona geldik. Gerard ile bir eylediğim yüreğimi
alıp, gideceğim. Mumlar sönecek, çiçekler solacak, müzikler dinecek, şiirler
susacaklar, kadehler çınlamayacaklar, sevişmelerimiz bitecek, gezilerimiz
duracak, torunlarım cıvıldamayacaklar, öpücükler havada kalacak, kocamın
gülümsemesi donacak, ellerim tutulmayacak, gözlerimin içine bakılmayacak.
Bilinen yolun sonu görünüyor. Mutlu ve huzurlu olmasını yaralı yüreğimle
istediğim büyük insanlık sağ olsun. Kalın sağlıcakla!
Amsterdam, 1 Haziran 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder