26 Mart 2018 Pazartesi

HEMZE Û EMNE







HEMZE Û EMNE

Hamza ve Kahramanmaraş’ın o güzeller güzeli kömür gözlü Emine’sí, onların nefeslerini kesecek kadar içlerini kıpır kıpır eden sevdaları ile birbirlerine deliler gibi aşıktılar. Uzun bir nişanlılık döneminin ardından, nihayet yirmi gün önce dünya evine girdiler. Tomurcuklu çiçekleri; Hamza’nın basık, Emine’nin ise o biçimli küçük burnunda olan evliliklerini, bütün dost ve akrabalarının davetli olduğu, pullu al mendillerin kelebekler misali tiril tiril sallandığı, dillere destan onlarca metre boyunda halayların çekildiği, üç gün-üç gece süren dillere destan bir şenlikle taçlandırdılar. Davullar ve zurnalar susmak nedir bilmedi. Dört bir yandan gelen akraba ve konuklar ağırlandı. Kurbanlar kesildi. Sofralar kuruldu. Aslan sütü kadehler havada art arda çınladı. Emine'nin ak gelinliği birbirinden değerli onlarca takıya bezendi. Doğrusu ağızları kulaklarında olan çiftin mutluluğuna da diyecek yoktu. Ağır Kürt aksanı ile Türkçeyi kendilerine has bir şekilde konuştuklarından, birbirlerine Hemze ve Emne diye sesleniyorlardı.
Mutlulukları ne yazıktır ki kısa sürdü. Yüzlerindeki o kocaman gülümsemeleri bir anda döküldü. 1978 yılının son günleri idi. Soğuğun iyice dayattığı bu kış günlerinde, insanlar yeni bir yılı bin bir umutla kucaklamaya hazırlandıkları bir zamanda, olanlar oldu. Şehrinin gök kubbesine kara bulutlar gelip bağdaş kurdular. Hemze o sabah çakır gözlerini yeni bir güne açtığında, kendilerinin ve çevredeki pek çok komşularının kapılarının üzerinde boya ile çizilmiş, uzun zaman baktığı halde anlam vermekte zorlandığı bir çarpı işareti ile karşılaştı. Çok geçmeden ürperti veren uluma sesleri eşliğinde, bütün evler barbarca yağmalandı. Masum insanlar her türlü silah, satır, orak ve baltalarla hunharca öldürüldüler. Büyük bir korku ve panik içindeki halk, çil yavruları gibi dört bir yana dağıldılar. Saklanabilenler öldürülmekten kurtuldular. Çocuklar hüngür hüngür ağlıyor, yaşlılar korkudan tir tir titriyorlardı. Evler kundaklanıp ateşe veriliyor, sokak orasında biçare insanlar katlediliyorlardı. Sokaklar bir anda birer kan gölüne dönüştü. Arşı ağıtlar sardı. Kim kimi neden öldürüyor bilinmiyordu. Yaşananlar inanılması güç, alabildiğine büyük bir barbarlık eseri idi. Kahramanmaraş isim değiştirip, kanlı Maraş oldu.
Görüldüğü üzere vaziyetlerinin pek berkemal olmadığını gören Hemze, kendisini kısa sürede toparladı. Emne'si ile sağ salim kurtulmuşlardı. Şehri hemen terk ettiler. Aklıselim düşünmek zorundaydılar. Doğup büyüdükleri, atalarının mezarlarının yer aldığı, yüzlerce anısının olduğu bu topraklarda yaşam hakkının kendilerine tanınmadığını gördüler ve bir karar almak zorunda kaldılar. Canından çok sevdiği Emne’sinin başına bir hal gelmeden onu alıp bu diyarlardan çok uzaklara gitmeliydi. Kimselerin bilmediği ulaşılmaz dağların ardı belki de en güvenilir yerdi.
O yılların siyah beyaz televizyonunda sürekli seyrettiği Heidi adlı çizgi filminde yer alan Alp Dağlarının etekleri yeni mekânları oldu. Bu sarp dağlar Heidi, arkadaşı Peter, Büyük Babasına ve keçilerine mutlu bir yaşam sürmeleri için kucak açtığına göre, biçare halde kapılarına dayanan Hemze ve Emne’ye de misafirperver davranırdı. Bütün bu hayallerle çarçabuk pasaport çıkartıp yüreklerinden atmalarının hayli zor olacağını bildikleri büyük bir gam ile atalarının topraklarını terk ettiler.
İlk yıllarında pek çok zorlukla karşılaştılar. Başta kültür olmak üzere, dil, din, gelenekler, insanların yürümeleri, oturmaları, kalkmaları, yemeleri ve içmeleri dahi çok farklıydı. Yapayalnızdılar. Zamanla her türlü zorluğun üstesinden gelmeye çalıştılar. Farklılıkları anlamaya ve yeni dostluklar edinmeye başlamakta fazla gecikmediler. Zirveleri oldukça yukarılarda olan Alp Dağlarının eteklerinde, başkent Viyana yakınlarında medeniyetin solunduğu, bütün renklerin yeşil ile cilveleştiği doğadan ibaret bir hayatla ayrılmamak üzere sıkıca kucaklaştılar.
Amansız hayatın içinde alabildiğine yer alırlarken, dayatılan zorluklarla mücadele içinde geçen her yıl, Hemze ile Emne’nin birbirlerine duydukları sevdayı azaltmanın yerine, bu güzelliği daha da çoğalttı. Oğulları, kızları ve torunlarının dünyaya gelmesi ile mesken ettikleri Avusturya’nın başı karlı dağlarında vasat hayatlarını renklendirdiler. Yaşanmış onca acıya karşın, yüzlerinde her an büyük gülümsemeleri bir an olsun eksik olmadı. Alp Dağlarından esen tatlı serinlikteki rüzgârlar yüreklerini okşamalarla geçedururken, onlar hayatı adeta alaya alıyorlardı. Birbirlerine karşı sürekli espriler yaparak, şakalaşıyor ve hayatın getirisi zorlukları bir tarafa atıp, günlerini gün etmeye çalıştılar.
Yüreklerinin en derininden birbirlerine “Hemze…  Emne…” diye seslenirlerken aşk dolu kalpleri adeta bedenlerini terk edip, havada buluşuyordu. Hemze günün yorgunluğuyla ağrıyan başından dolayı kıvranmalar içindeyken, kocaman bir patatesi tavada kızartacakmış gibi doğruyor, sonrasında da bu beşibirlik altın liraları bir ipe diziyordu.  Kolye halindeki patates dilimlerini alnına, boynuna doluyor, uzun kır bıyıklarının arasından geçirip bağlıyordu. Bir avize gibi oturma odasının içinde dolanıyor, geçmek nedir bilmeyen baş ağrısına isyan ediyordu. Odun ateşi ile yana kuzinenin başından ayrılmıyordu.
Günlerden bir gün hastalık sırası Emne’ye geldi. Hiç beklemediği bir anda apandisinin patlaması ile Emne’yi yakındaki hastaneye kaldırdılar. Hemze ameliyat sonrası elinde kocaman bir buket çiçek ile hayat arkadaşının ziyaretine gitti. Çiçekleri hemşireye bir vazo içine koydurup masanın üzerine koydu. Bir zangoç gibi karısının yanı başında durdu. Karısının solgun yüzünü gören Hemze hasta yatağına doğru geldi ve Emne’nin kulağına harf harf dökülen bir sesle seslendi.
“Emne, canım benim. Malum hastasın öldürmeyen Allah öldürmüyor ama yine de ben sorayım. Emne ölürsen seni nereye gömelim?” Duyduklarının ciddi olduğu kanısına varan Emne avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Çöpe at Hemze, çöpe… Anladın mı hiçbir yere götürmene gerek yok, bildiğin çöpe at.” Emne’nin bu beklenmedik haşin çıkışının ardından neye uğradığını şaşıran Hemze, tez elden yelkenlileri olduğu gibi suya indirdi. Getirdiği çiçek buketinden kızıl bir gülü seçip Emne’nin eline tutuşturdu. Alnından öptü. Espri yapayım derken, biraz aşırıya kaçmıştı.
“Yok, Emnem yok. Ben latife yapayım dedim. Yüzünü güldüreyim dedim. Sen beni yanlış anladın. Yoksa haşa nasıl böyle bir şey diyebilirim. Kimseye de değil, he mi de Emne sana, öyle mi? Haşa! Aha bu gül gibi sen de benim biricik gülümsün. Senin dikenin bile yok. Kurban olduğum.” gibi iltifatlarla Emne’nin gönlünü zor etti. Can yoldaşı çok geçmeden hasta yatağında Hemze’ye yeniden gülü gülüverdi.
Emne aynı zamanda Hemze’nin danışmanıdır. Her konu Emne’ye sorulur, gerektiğinde onay alınır ve akabinde icraata geçilirdi. En basit bir matematik işleminde dahi Hemze anında bu konuda Emne’nin derin görüşünü alırdı.
“Emne… İki kere iki kaçtı? Yaww…”
“Dört Hemze dört. Kuruş bilmez Hemze, dört.” Emne bu durumda işlem sonucunu büyük bir gurur ve bilmişlikle en az beş kez tekrarlardı. Hemze de bunun altında kalmaz tabi.
“Ee… Sağ ol Emne. Allah-u Teâla senin o kutsal gölgeni başımızdan eksik etmesin. Hızır yar ve yardımcın olsun. Sen olmasan biz ne yaparız. Perişan oluruz. O zaman ben sütçüye bu dört Euro’yu veriyorum ha!”
“Ver Hemze ver tabi. Adamın hakkı kalmasın. Hadi neyse Allah-u Teâla senin gibi bir tatlı belayı da başımızdan eksik etmesin.”
Hemze’nin iki tane oğlu ve bir de kızı vardı. Her üçü de evlenip çoluk çocuğa karıştıklarından Emne’si ile yalnız yaşıyorlardı. Oğullarından biri veya kızı, kış mevsiminde geleceklerse ve o gün kar da yağmış ise, Hemze şafakla birlikte kalkar, evinin bahçesine kadar olan en az yüz metrelik yoldaki bütün karları kürerdi. Bunu gören Avusturyalılar büyük bir şaşkınlıkla ona bakar, bir anlam veremezlerdi. Lakin bu sık sık tekrarlana gelince onlar da artık Hemze’nin ya oğlunun ya da kızının geleceğini anlarlardı. Bazıları bu duruma alışık olduğundan, kimi Hemze’ye kahve, çay, ekmek arası peynir ve hatta çorba dahi getirenler vardı. Böylelikle onlar da bu renkli kişilikle yakınlaşıp, yaşamlarını daha anlamlı kılmaya talip oluyorlardı.
Eğer yaz mevsimi ise ve çocukları geliyorsa, gelmeden bir saatlik yolda onları en az on kez arayıp geldikleri güzergâh hakkında bilgi alıyor, daha ne kadar yollarının olduğu konusunda bilgi sahibi oluyordu. Arabalarının yaklaşması ile de hemen yola çıkıyor, üzerine fosforlu sarı bir yelek giyip trafik polisi görevini üstleniyordu. Sigaradan sararmış dişlerinin arasında tuttuğu düdüğünü sert komutlarla öttürüp, dur ihtarlarında bulunuyordu. Bütün bu zorlu uğraşıların ardından, çocuklarını sağ salim evinin bahçesindeki parka alıyordu. 
Geçmişin serpiştirdiği ağular güzelim yüreklerine çimdikler ata ata bugüne geldiler. Kalplerindeki gamı defetmekte bir hayli zorlandılar. Şimdilerde Hemze ve Emine iyice yaşlandılar. Ama Alp Dağlarının eteklerindeki hanelerinde hala onların karşılıklı sevgi dolu sataşmaları duyulur. Komşular anlamadıkları bir dilden bağrışmalar dahilinde yapılan bu esprilerden anlamasalar da, bu gürültülerin her birinin birer ilanı aşk olduğunu bilirler. Hatta onların yıllardır sönmek nedir bilmeyen, emek verdikleri aşk ateşlerini kıskanırlar. Onların semalarında gökyüzü maviş gülümser.
Tek olumsuz bir durum vardır ki o da, Hemze üzerinden onlarca yıl da geçse, gördüğü her çarpı işareti karşısında biraz ürker, yüzüne bir anda kan yürür ve o yerden uzaklaşma eğilimine girer. Belki de bir çarpım işleminde, çoğu zaman bildiği halde bilmiyormuş gibi yapması, iki işlem arasındaki X harfinden dolayıdır. Dağlar kızı Heidi ile Alp Dağlarının havasını soluyor, buruk bir mutluluğu vardır, ama kapısının üzerine çarpı işareti koyan kimselerin olmamasından dolayı da kendilerini oldukça güvende hissediyorlar. Şayet çarpı işaretleri ile bir ilginiz yoksa, olur ya, sizin de yolunuz günlerden bir gün Alp Dağlarının eteklerine doğru düşerse; Hemze ve Emne’nin evlerinin ve gönüllerinin kapıları sonuna kadar açıktır. Onların muhteşem mutluluklarına tanık olur, defi gam eder, güzelim aşk duygusundan doyasıya tadar, haz ve feyiz alırsınız.

Amsterdam, 26 Mart 2018












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...