DON JUAN - SEYİT
Camili’de Molla Raşit’in evinin alt tarafında, boz ve
kara iki eşeğin büyük bir yılgınlık ve yorgunlukla çekiştirdiği kağnı arabası, köyde
içilen tavşankanı beş çayı esnasında Hacı Ali’nin evine doğru kaplumbağa hızında
ilerliyordu. Yağsız tekerleklerinden dolayı, çıkardığı gürültülerle rahatsızlık
veren kağnı arabasını, etrafına bakına bakına aynı tempo ile takip eden Mucurlu
şahsın adı Çerçi Rükneddin idi. Serin bir rüzgârın estirdiği bir sonbahar günü.
Saklandığı yerden çıkagelen soğuk hava, Camililerin de artık daha kalın
giyeceklere bürünmeleri gerektiğinin sinyalini veriyordu. Güneş irili ufaklı onlarca
toprak damın arkasında, adeta ine–çıka, ipil ipil ışınları ile gözleri
kamaştırmak için elinden geleni ardına koymuyordu.
Çerçi Rükneddin’in tedbir amaçlı da olsa arabasında
getirdiği yün paltosu bütün haşmetiyle geniş omuzlarındaydı. Paltosunun altında
gürgen ağacından yaptığı uzun değneğini ardı süre sürüyor, onu görenlerin
gözünde iri kıyım boyu ile bir çerçiden çok, heybetli bir külhanbeyini andırıyordu. Hiç acelesi
yoktu. Satmak üzere arabasında getirdiği kilolarca kuru üzüm ve kırık leblebilerin çoğunu
yol boyu satmıştı. Geriye kalan on kilo kadar yemişi de köyün bu kısmında bir
çırpıda satması an meselesiydi.
Kuru üzüm ve leblebi almak isteyenler bir anda
Rükneddin’in etrafını sardı. Aynı mahalleden ve sülaleden irili ufaklı çocuklar
Selahattin, Hacı, Melek, Şiho, Seyit’in kızları Şeker, Çıro ve oğulları Kamber ile
Ethem de meraklılar arasındaydı. Çerçinin başındaki üşüşmeyi uzaklardan gören
Seyit de çömeldiği duvar dibinden dizlerine tutunup ayağa kalktı. Çerçinin Rükneddin
olduğunu birkaç adım attıktan sonra fark etti. Ne satıyordu ki acaba?
Camili köy meydanında kuru üzüm ve kırık leblebi
satıldığında takvimler 1930'lu yılları gösterirken, Seyit de
otuzlu yaşlardaydı. Evli, aynı zamanda Rükneddin’in etrafını saran iki oğlu ve kızı
vardı. Seyit dünya tatlısı bir insandı. Ancak ruhundan bütün zorlamasına rağmen
başının belası hovardalığını bir türlü söküp atamıyordu.
Seyit’in babası Hacı Ali, oğlunun bu zaafının getirisi
her vukuatının ardından, onu huzuruna çağırıyor, bir güzel kalaylayıp kulağını
çekiyordu. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, bir tek pata küte dövmediği kalıyordu. Fakat Seyit her böylesi amansız paylamanın ardından, gönlündeki depremlere en
fazla iki gün destur veriyor ve çok geçmeden yeni bir flört için gardını yeniden
alıyordu. Uzun ince boyu, kömür karası sırma bıyıkları, geniş anlı ve çapkın
bakışları ile köydeki dulların gönüllerinde, evli olmasına rağmen taht
kuruyordu.
Seyit’in annesi oğlunun babasından yediği azardan
hayli etkilendiğini görünce, kendisi de kızgın olmasına rağmen annelik
hormonlarının baskın gelmesi üzerine çehresini daha fazla asamadı. Sağ kolunu sevgili oğlunun boynuna doladı. Ardından günlerdir ip ip ettiği Karakoyun ve Akkız’ın
yünlerinden, yaklaşan kış günleri için ördüğü çorapları getirdi. Küçük bir
çocuk gibi elleri ile oğlunun ayaklarına geçirdi. Seyit anasının hafiften pörsüyen yanağına
teşekkür mahiyetinde sıcacık bir öpücük kondurdu.
Rükneddin’in keyfine diyecek yoktu. Çocuklar ve
kadınlar, babaları veya kocalarından kopardıkları küçük harçlıklarla ceplerini
ve önlüklerini doldurdular. Müşterileri ile başa çıkamayacağını anlayan çerçi,
omuzlarına attığı paltosunu boz eşeğin sırtına attı. Kadınları ve çocukları
nizami bir sıraya koydu. Herkes sabırla sırasının gelmesini bilecekti.
Kimselere asla taviz verilmeyecekti. Sol gözünü kapatıp, terazisinin kefelerinin
yan yana gelmesi için kılı kırk yardı. Parası olmayanlar onun yerine evlerinde
buldukları yünleri, buğday ve arpayı getirip yemişlerini aldılar. Birbirine
karışmış olan siyah kuru üzümleri ve leblebileri avuçlayıp iştahla ağızlarına
götürdüler.
Seyit’in karısı Şıdo kocasının her dillere destan
vukuatının ardından çocuklarının ellerinden tutup, “Yok böyle olmayacak. Canıma
tak etti. Zerre kadar sabrım kalmadı. Çocuklarımla babamın evine gidiyorum. Ben
de bir kadınım. Benim de bir gururum var.” diye ağlamaklı, iç çekmelerle serzenişte
bulunsa da, kayınbabası Hacı Ali’nin korkusundan bu yönelmesinden tez elden
vazgeçiyordu. Bütün bu yaşananların yanı sıra, bu konuda köyde dedikodular,
yakıştırmalar, bir ise on edilmelerle dizginsiz bir şekilde ağızdan ağıza
dolanıp duruyordu.
Çerçi Rükneddin için eşekleri her şeyden çok daha
önemliydi. Müşterileri ile canhıraş meşgulken bir ara gözleri eşeklerinin melül
bakan iri gözlerine ilişti. Belli ki acıkmışlardı. “Ah benim boz ve kara
eşeklerim. Canımın yongaları, kıymetlilerim benim. ” diye kendi kendisine
mırıldandı. Kıyamazdı onlara. Onlar olmadan bu koca Rükneddin bir hiçti.
Ekmeğini onlar sayesinde kazanıyor, çocuklarına bu canlarının emekleri ile
bakıyordu. Hemen terazisini bir kenara koydu. Arpa ve samanın karıştırıldığı
torbaları, eşeklerinin alınlarını okşaya okşaya taktı. Acele ile gelip, en ön
sırada bekleyen Hesko’nun annesi Çıro’dan kendisinden beklenmeyen bir
kibarlıkla, bağışlanmasını dileyip bir sarraf titizliği ile kırık leblebi ve
kuru üzümleri tartmaya devam etti. Kimsenin hakkı kimselere geçmesindi. Yoksa
bu Kürt ellerinde kendisini tefe koyarlar ve bir daha da köylerinden içeri
adımını attırmazlardı. Bu Kürtlerin “huyları ve suları” Kaman – Mucur çevresinde
yer alan Türk köylerine göre biraz daha farklıydı. O nedenle ince eleyip, sık
dokumakta fayda görüyordu.
Seyit de bir müddet sonra çerçinin yanı başındaydı.
Çocuklarının da çerçinin başına üşüştüğünü görünce, cebindeki elli kuruşu
çıkarıp Rükneddin’e uzattı. Dört çocuğuna da leblebi ve kuru üzüm vermesini
söyledi. Ceplerini dolduran Seyit’in çocukları Kamber, Ethem, Çıro ve Şeker
yüzlerinde büyük bir mutlulukla kenara çekildiler. Çıro ve Şeker’den bir avuç
dolusu yemişi alıp ağzına götürdü. Ona göre kız çocukları daha
paylaşımcıydılar. Çocukları evlerinin yolunu tutarken, kağnı arabasının etrafı
da iyice tenhalaştı. Seyit uzaklardan son zamanlardaki göz ağrısı Mişe’nin
salına salına geldiğini gördü. Acele ile bıyıklarında ellerini gezdirdi. Daha
sonra elbiselerini düzeltti. Bir elini arabanın kenarına koyup, Rükneddin ile
sohbet ediyor havasına girdi.
Mışe gözlerinin altından Seyit’i bir güzel süzdü.
Seyit büyükçe güldü. Ellerini ceplerine götürdü ama ceplerinde tek kuruş yoktu.
Aklına müthiş bir fikir geldi. Anında ayağındaki ayakkabıları çıkardı. Acele
ile anacığının büyük bir özenle günlerce, el emeği göz nuru ördüğü sanat eseri yün
çoraplarını Rükneddin’in boş olan terazisinin kefelerinden birisine koydu. Aldığı
üç avuç yemişi cebinde çıkardığı mendiline doldurdu. Gülen gözlerinden yayılan
büyük bir aşkla yemişleri yavuklusu Mışe’ye buyur etti. Rükneddin olup biteni
görse de, o kendi ticaretine bakıyordu. Bıyık altından gülümseme ile işine
koyuldu.
Don Juan-Seyit, daha fazla beklemeden, Mışe’nin başını
döndüren kösnül işvesine kendisini kaptırmaktan alıkoymadı. Yakındaki Dinte’nin
evinin kuytuluğuna çektiği Mışe’nin dört yıldır el değmeyen, yemek üzere
avuçladığı leblebi ve kuru üzümlerin şişirdiği dul-al yanaklarında sırma
bıyıklarını acele ve büyük bir gizlilik içinde gezdirdi. Camili semalarındaki gökyüzü
olanca maviliği ile gülümsüyordu. Evine doğru seğirten Seyit’in çorapsız
ayakları, pabuçlarının içinde garip sesler çıkarıyordu.
Amsterdam, 8 mart 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder