8 Mart 2018 Perşembe

Don Juan - SEYİT








DON JUAN - SEYİT

Camili’de Molla Raşit’in evinin alt tarafında, boz ve kara iki eşeğin büyük bir yılgınlık ve yorgunlukla çekiştirdiği kağnı arabası, köyde içilen tavşankanı beş çayı esnasında Hacı Ali’nin evine doğru kaplumbağa hızında ilerliyordu. Yağsız tekerleklerinden dolayı, çıkardığı gürültülerle rahatsızlık veren kağnı arabasını, etrafına bakına bakına aynı tempo ile takip eden Mucurlu şahsın adı Çerçi Rükneddin idi. Serin bir rüzgârın estirdiği bir sonbahar günü. Saklandığı yerden çıkagelen soğuk hava, Camililerin de artık daha kalın giyeceklere bürünmeleri gerektiğinin sinyalini veriyordu. Güneş irili ufaklı onlarca toprak damın arkasında, adeta ine–çıka, ipil ipil ışınları ile gözleri kamaştırmak için elinden geleni ardına koymuyordu.
Çerçi Rükneddin’in tedbir amaçlı da olsa arabasında getirdiği yün paltosu bütün haşmetiyle geniş omuzlarındaydı. Paltosunun altında gürgen ağacından yaptığı uzun değneğini ardı süre sürüyor, onu görenlerin gözünde iri kıyım boyu ile bir çerçiden çok, heybetli bir külhanbeyini andırıyordu. Hiç acelesi yoktu. Satmak üzere arabasında getirdiği kilolarca kuru üzüm ve kırık leblebilerin çoğunu yol boyu satmıştı. Geriye kalan on kilo kadar yemişi de köyün bu kısmında bir çırpıda satması an meselesiydi.
Kuru üzüm ve leblebi almak isteyenler bir anda Rükneddin’in etrafını sardı. Aynı mahalleden ve sülaleden irili ufaklı çocuklar Selahattin, Hacı, Melek, Şiho, Seyit’in kızları Şeker, Çıro ve oğulları Kamber ile Ethem de meraklılar arasındaydı. Çerçinin başındaki üşüşmeyi uzaklardan gören Seyit de çömeldiği duvar dibinden dizlerine tutunup ayağa kalktı. Çerçinin Rükneddin olduğunu birkaç adım attıktan sonra fark etti. Ne satıyordu ki acaba?
Camili köy meydanında kuru üzüm ve kırık leblebi satıldığında takvimler 1930'lu yılları gösterirken, Seyit de otuzlu yaşlardaydı. Evli, aynı zamanda Rükneddin’in etrafını saran iki oğlu ve kızı vardı. Seyit dünya tatlısı bir insandı. Ancak ruhundan bütün zorlamasına rağmen başının belası hovardalığını bir türlü söküp atamıyordu.
Seyit’in babası Hacı Ali, oğlunun bu zaafının getirisi her vukuatının ardından, onu huzuruna çağırıyor, bir güzel kalaylayıp kulağını çekiyordu. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, bir tek pata küte dövmediği kalıyordu. Fakat Seyit her böylesi amansız paylamanın ardından, gönlündeki depremlere en fazla iki gün destur veriyor ve çok geçmeden yeni bir flört için gardını yeniden alıyordu. Uzun ince boyu, kömür karası sırma bıyıkları, geniş anlı ve çapkın bakışları ile köydeki dulların gönüllerinde, evli olmasına rağmen taht kuruyordu.
Seyit’in annesi oğlunun babasından yediği azardan hayli etkilendiğini görünce, kendisi de kızgın olmasına rağmen annelik hormonlarının baskın gelmesi üzerine çehresini daha fazla asamadı. Sağ kolunu sevgili oğlunun boynuna doladı. Ardından günlerdir ip ip ettiği Karakoyun ve Akkız’ın yünlerinden, yaklaşan kış günleri için ördüğü çorapları getirdi. Küçük bir çocuk gibi elleri ile oğlunun ayaklarına geçirdi. Seyit anasının hafiften pörsüyen yanağına teşekkür mahiyetinde sıcacık bir öpücük kondurdu.
Rükneddin’in keyfine diyecek yoktu. Çocuklar ve kadınlar, babaları veya kocalarından kopardıkları küçük harçlıklarla ceplerini ve önlüklerini doldurdular. Müşterileri ile başa çıkamayacağını anlayan çerçi, omuzlarına attığı paltosunu boz eşeğin sırtına attı. Kadınları ve çocukları nizami bir sıraya koydu. Herkes sabırla sırasının gelmesini bilecekti. Kimselere asla taviz verilmeyecekti. Sol gözünü kapatıp, terazisinin kefelerinin yan yana gelmesi için kılı kırk yardı. Parası olmayanlar onun yerine evlerinde buldukları yünleri, buğday ve arpayı getirip yemişlerini aldılar. Birbirine karışmış olan siyah kuru üzümleri ve leblebileri avuçlayıp iştahla ağızlarına götürdüler.
Seyit’in karısı Şıdo kocasının her dillere destan vukuatının ardından çocuklarının ellerinden tutup, “Yok böyle olmayacak. Canıma tak etti. Zerre kadar sabrım kalmadı. Çocuklarımla babamın evine gidiyorum. Ben de bir kadınım. Benim de bir gururum var.” diye ağlamaklı, iç çekmelerle serzenişte bulunsa da, kayınbabası Hacı Ali’nin korkusundan bu yönelmesinden tez elden vazgeçiyordu. Bütün bu yaşananların yanı sıra, bu konuda köyde dedikodular, yakıştırmalar, bir ise on edilmelerle dizginsiz bir şekilde ağızdan ağıza dolanıp duruyordu.
Çerçi Rükneddin için eşekleri her şeyden çok daha önemliydi. Müşterileri ile canhıraş meşgulken bir ara gözleri eşeklerinin melül bakan iri gözlerine ilişti. Belli ki acıkmışlardı. “Ah benim boz ve kara eşeklerim. Canımın yongaları, kıymetlilerim benim. ” diye kendi kendisine mırıldandı. Kıyamazdı onlara. Onlar olmadan bu koca Rükneddin bir hiçti. Ekmeğini onlar sayesinde kazanıyor, çocuklarına bu canlarının emekleri ile bakıyordu. Hemen terazisini bir kenara koydu. Arpa ve samanın karıştırıldığı torbaları, eşeklerinin alınlarını okşaya okşaya taktı. Acele ile gelip, en ön sırada bekleyen Hesko’nun annesi Çıro’dan kendisinden beklenmeyen bir kibarlıkla, bağışlanmasını dileyip bir sarraf titizliği ile kırık leblebi ve kuru üzümleri tartmaya devam etti. Kimsenin hakkı kimselere geçmesindi. Yoksa bu Kürt ellerinde kendisini tefe koyarlar ve bir daha da köylerinden içeri adımını attırmazlardı. Bu Kürtlerin “huyları ve suları” Kaman – Mucur çevresinde yer alan Türk köylerine göre biraz daha farklıydı. O nedenle ince eleyip, sık dokumakta fayda görüyordu.
Seyit de bir müddet sonra çerçinin yanı başındaydı. Çocuklarının da çerçinin başına üşüştüğünü görünce, cebindeki elli kuruşu çıkarıp Rükneddin’e uzattı. Dört çocuğuna da leblebi ve kuru üzüm vermesini söyledi. Ceplerini dolduran Seyit’in çocukları Kamber, Ethem, Çıro ve Şeker yüzlerinde büyük bir mutlulukla kenara çekildiler. Çıro ve Şeker’den bir avuç dolusu yemişi alıp ağzına götürdü. Ona göre kız çocukları daha paylaşımcıydılar. Çocukları evlerinin yolunu tutarken, kağnı arabasının etrafı da iyice tenhalaştı. Seyit uzaklardan son zamanlardaki göz ağrısı Mişe’nin salına salına geldiğini gördü. Acele ile bıyıklarında ellerini gezdirdi. Daha sonra elbiselerini düzeltti. Bir elini arabanın kenarına koyup, Rükneddin ile sohbet ediyor havasına girdi.
Mışe gözlerinin altından Seyit’i bir güzel süzdü. Seyit büyükçe güldü. Ellerini ceplerine götürdü ama ceplerinde tek kuruş yoktu. Aklına müthiş bir fikir geldi. Anında ayağındaki ayakkabıları çıkardı. Acele ile anacığının büyük bir özenle günlerce, el emeği göz nuru ördüğü sanat eseri yün çoraplarını Rükneddin’in boş olan terazisinin kefelerinden birisine koydu. Aldığı üç avuç yemişi cebinde çıkardığı mendiline doldurdu. Gülen gözlerinden yayılan büyük bir aşkla yemişleri yavuklusu Mışe’ye buyur etti. Rükneddin olup biteni görse de, o kendi ticaretine bakıyordu. Bıyık altından gülümseme ile işine koyuldu.
Don Juan-Seyit, daha fazla beklemeden, Mışe’nin başını döndüren kösnül işvesine kendisini kaptırmaktan alıkoymadı. Yakındaki Dinte’nin evinin kuytuluğuna çektiği Mışe’nin dört yıldır el değmeyen, yemek üzere avuçladığı leblebi ve kuru üzümlerin şişirdiği dul-al yanaklarında sırma bıyıklarını acele ve büyük bir gizlilik içinde gezdirdi. Camili semalarındaki gökyüzü olanca maviliği ile gülümsüyordu. Evine doğru seğirten Seyit’in çorapsız ayakları, pabuçlarının içinde garip sesler çıkarıyordu.

Amsterdam, 8 mart 2018



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...