12 Mart 2019 Salı

MÜJGAN







 MÜJGAN

Akşam yemeğinin hemen ardından yağmur başladı. Sonrasında, fındık büyüklüğünde dolu ile kol kola giren yağmur, daha da yoğun yağmaya devam etti. Ansızın kopan fırtınayı merakla izliyorum. Göz gözü görmese de ben görmeye çabalıyorum. Kıvrımlı ağaç dalları sağa, sola, ileri ve geri hareketlerin görüldüğü hızlı ritimli bir tango dansındalar. Ol insanlar evlerine kapandılar. Dışarıda sıcak soluğu yağmur ve doluya karışan kimseler yok. Güne gittikçe bastıran akşam karanlığı hakim oluyor. Sokak lambalarından cılız ıslak ışıklar yayılıyor. Islak ışıkların kendilerine hayırları olmadığı gibi, sokağı da aydınlatmaktan acizler. Bir an camlar kırılacakmış hissine kapıldım. Ama bu yersiz bir kaygı olmakla kaldı. Yemeğin vermiş olduğu rehavet ve cama vuran dolunun ninniyi andıran ritmik sesi olacak ki, oturduğum koltuğun kenarına kafamı koyar koymaz, derin bir uykuya dalmışım.
İç Anadolu bozkırının kalbindeki köyümdeyim. Her tarafı diz boyu yeşil otlar kaplamış. Otlar arasına üzerlik, çakır dikeni, deve dikeni, geven, kılıçotu, ayrık, yonca, sığırkuyruğu, gelincik ve peygamber çiçekleri de serpişmiş durumda. Suya hasret bu kurak topraklar bolca yağmur almış olmalılar. Bu verimlilik ve yeşilliğin bolluğu bunu gösteriyor. Daha kimselere rastlamadım. Karşılaştığım ilk kişiye bunu bir yol sorarım. Etraftan inek, koyun, eşek, köpek ve horoz sesleri geliyor. Karşı mahallede Hamza evinin terasından ağabeyi Yaşar’a "Kaman’a ne zaman gideceklerini" avazı çıktığı kadar bağıra bağıra soruyor. Yaşar gitmekten vazgeçtiğini aynı tonda bir bağırışla iletiyor. Hamza ağabeyinin bir kez daha yan çizmesine bozuluyor. Kaman'a gitme sevinci kursağında kalıyor. Otların yoğunluğu yürümemi zorluyor. Dikenlerden sakındığımdan köyün içlerine doğru yolculuğum uzuyor. Daha sekiz yaşındayım. Ahhh... Sormayın gitsin. Çocukluk öylesine güzel ki. Her şey, herkes ve her renk ön yargısız birbirinden daha güzel. Tamamı ile pür ve aksınız. Böylesi çok daha insani. Büyümeme kararı alıyorum. Hiç değilse beş yüz yıl çocuk kalmakta kararlıyım.
Okuma ve yazmayı henüz çözdüm. Babam, annemin bütün çoraplarımın yırtıldığını söylemesi üzerine, geçen hafta yeni siyah bir çorap aldı. Okumayı söküp sökmediğimi denemek maksadı ile okutacak başka bir şey yokmuş gibi, çorabın üzerindeki etiketi okumamı söyledi. Bir çırpıda okudum. Doğrusu helal olsun bana. Analar ne yiğitler doğururmuş görsünler.
"Ra... raa... fet ço... ço... çorap... la...la.. rı." Babam beni uzun uzadıya alkışladı ve öptü. Çok gururlandım. İçim içime sığmadı. Gözlerimi kırpıştırıp gökyüzüne bakar halde mutlu mutlu gülümsedim. Sırtımı babama yasladım.
Bir çocuk için hece hece de olsa okuyabilmek; loli şekeri, tahin helvası, karpuzun ortası, gül reçeli, dondurma, şerbet ve bal gibi bir şey. İlkokul ikinci sınıftayım. Arkası silgili daha iki kez tıraşlanmış sarı bir kurşun kalemim var. Bir de kırmızı bir kalemim var ki, onu kullanmaya kıyamıyorum. Kırmızı kalemimle sadece konu başlıklarını yazıyorum. Onu çantamda gözüm gibi saklıyorum. Yarısı kargacık burgacık yazılarla dolu üç ortalı çizgili bir deftere de sahibim. Babam Ankara'dan aldı. Kalemtıraşım yok. Babam bir dahaki sefer eğer Ankara'ya giderse, onu da alacak. Yine de Karun kadar zenginim yani. Defterimin kapağı onlarca kırmızı elmanın sarktığı bir ağaçla resmedilmiş. Canım elma çekiyor birden. Ama tek elması dahi olmayan biri kadar da fakirim.
Kurşun kalemimin ucu çabukça kırılıp tükenmesin diye çok fazla bastırmadan, “Ali topu at. Ayşe topu tut.” diye özenle kıvrımlı bir şekilde yazıyorum. Lakin beceriksiz Ayşe (kız işte ne olacak) topu tutamıyor.  Zavallıcık Ali de Ayşe’ye öylesine aşık ki! Onun topu tutması için yavaşça atıyor. Topu tutamayan Ayşe küsüp okul duvarının dibine çömeliyor. Aşk bu dile kolay. Ali koştura koştura anında Ayşe’nin yanı başında beliriyor.
“Özür dilerim Ayşe. Galiba çok hızlı attım.” Sıkıca örgülü saçını tuttuğu Ayşe ile hemencecik barışıyor Ali. Topu yeniden daha da yavaş atıyor. Ayşe en nihayetinde topu tuttu, sıkıca sarıldı ve sevinçten havalara uçtu. Ali’nin yanağına bir öpücük kondurdu. Ali'nin masum çehresi al al oldu. Yüreği titredi, bir hoş oldu.
Babam ve annem gencecik insanlar. Onlar daha tanyeri ışımadan uyanıyorlar. Ben uyumaya devam ediyorum. Keyfime diyecek yok. Çocuk dokunulmazlığım var. Babam otuz iki, annem ise henüz yirmi yedi yaşında. Daha çok uzun yıllar yaşayacaklar. Beni yapayalnız bir başıma bırakmayacaklar. Kurda kuşa yem olmayacağım. Babam sağlıklı, dinç ve yakışıklı. Uzun boylu, filinta gibi, bir delikanlıdan farksız. Annem de genç, ama kısa boylu ve topluca. Üzüm karası gözlerinin içi gülüyor. Anlatılmaz güzellikte derin bir sevgi ve şefkatle bakıyor. Mutluyum. Lakin annem babamın yanında oldukça kısa kalıyor. Arada bir dengesizlik var. Onlar iyi birer anne ve baba. Babam traktörü ile her gün tarlaya gidiyor. Ekiyor ve de biçiyor. Bir elimiz yağda, diğer elimiz balda olmasa da, Tanrı'ya şükür aç ve açıkta kalma korkumuz yok.
Arkadaşlarımla gün kararıncaya kadar dışarıda oyunlar oynuyorum. Ama çok acemiyim. Oyunda çelik bir tarafa, çomak da bir tarafa gidiyor. Çelik çomağın çok ırağına düşüyor. Bu becerimi hepten yitirmişim. Uzuneşek oyununda diğer çocukların yükü altında eziliyorum. Belim kırılacak diye korkuyorum. Bütün bedenime apansız ağrılar giriyor. Ağlamaklı bir halde oyunbozanlık yapıp oyundan çıkıyorum. Saklambaçta kan ter içinde kalıyor ve anında sobeleniyorum. Sek sek ve beş taş oyununda da bir o kadar beceriksizim.
Kocaman dünya sadece köyümden ibaret. Dünyada milyonlarca yerleşim yeri olduğu halde yalnızca komşu ilçemiz Kaman’ı birkaç kez gördüm. Kaman öylesine güzel ki, yemyeşil ve kocaman. Üç katlı, hatta dört ve beş katlı binalar var.  Dükkanlar oyuncak dolu. Çocuklar bisikletlere biniyor. Ne güzel. Her tarafta musluklardan şarıl şarıl sular akıyor. Çeşmenin musluğuna ağzınızı dayadığınız zaman anında suya kana kana doyuyorsunuz. Her tarafta büyük camekânlı lokantalar. Buram buram yemek kokuları geliyor. Renk renk dondurmalar. Simitler. Ayakkabı boyayan çocuklar. Dilenciler.
İlkokulun önünde tek sıralar halinde askeri disiplinle “hazır ol” vaziyetinde, başlarımız olabildiğince dik, gururla andımızı okuyoruz.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.
……………………………………”
Var olan varlığımızı da Türk varlığına armağan ettikten sonra, mutlu birer minik Türk olarak sınıflarımıza doluşuyoruz.
Sınıfa ite kalka büyük gürültülerle girdik. Ardında öğretmenimiz geldi. Bir anda hepimiz ayağa kalktık. Dolaplarda üzerinde iki mavi elin tokalaştığı Amerikan yardımı süt tozu kutuları duruyor.
Günlük yoklama yapıldı. Sınıfta her adı ve okul numarası okunan yüksek sesle “buraaaa…” diye seslendi. “Burdaa…” seslerinin kesilmesinden sora öğretmen cebinden çirkin yazılı bir kâğıt parçası çıkartıyor. Altı kişinin adını okudu. Aralarında ben de varım. Sınıfta yaklaşık kırk öğrenci var. Kafalarımız iki numara tıraşlı. Bizi kimin gammazladığını biliyorum. El yazısından tanıdım. Bekçi Ahmet'in oğlu Muammer. Sınıfta birkaç tane de kız öğrenci var. Onların saçları tıraşlı değil. Uzun siyah saçları örgülü. Yanakları al. Ayten'in al elma yanaklarında derin gamzeleri de var.
Mehmet Öğretmen adını okunanların tahtaya çıkmasını söyledi. Ne olup bittiğini anlayamıyorum. Ama tahtaya çıkış pek de hayra alamet değildi. Çok geçmeden öğretmen kocaman bir sopa ile karşımızda dikeldi. Korkudan ödümüz kopuyor. Dayak atılacak ama neden olduğunu bilemiyoruz. Ben altı kişilik sıranın en sondayım. Sopalı Mehmet Öğretmen hırsla ağzını açtı ve gözlerini yumdu.
“Uzatın lan ellerinizi. İt oğlu itler. Açınn… Açın bakalım ellerinizi. Demek evde Kürtçe konuştunuz ha. Lannn… Ben size kaç defa Kürtçe konuşulmayacak demedim mi? Ne anlıyorsunuz lan bu saçma sapan dille konuşmaktan?” Sopalar en öndeki arkadaşımızın eline inip kalkarken, bacaklarımdan aşağı sıcak bir sıvının akıp ayakkabılarımın içine doluştuğunu hissediyorum. İçim ürperdi. Bir hoş oldum. Uzun kömür karası saçları örgülü kızlar, en ön sıralarda oturduklarından, olup biteni en önce onlar görüyorlar. Son anda kendimi tutmaya çalışsam da tutulacak bir şey kalmamıştı. Dere dolup taştı. Çok geç. Yapılacak bir şey yok. Sopa ikinci ve üçüncü sırada bulunan öğrencinin avuçlarında yerini bulurken, kızlar da bana bakıp kendi aralarında alaylı bir şekilde gülüyorlar.
Utancımdan sıranın bana geldiğinin farkında değilim. Başımı bir karıncanın kafası gibi öne eğik tutuyorum. Milli duygularla hindi misali kabaran ve intikam hırsına bürünen Mehmet öğretmen taşan dereyi görecek halde değildi. O delinen yasağı onarmakla meşgul. Bu milli bir meseleydi. Camili Köyünde de bu misyon zatı alilerine verilmişti. Sopa dört kez son hızı ile indi-kalktı. Dört Kürtçe kelime, dört sopa demekti. “Ne kadar para, o kadar köfte.” Avuçlarım kan kırmızısı şişmiş, iki köfteye dönüşmüş halde sıralarımıza döndük. Belden aşağım ıslak ıslak. Tahtanın önünde sarımsı rengi andıran buhar dumanlarının yükseldiği bir gölet. Mehmet öğretmenin kunduraları gölette. Dersimiz coğrafya. Konu Türkiye’de göller. Van Gölü, Tuz Gölü, Eğridir Gölü…  Ve yeni bir katılım ile Sarı Göl. Hayırlı uğurlu olsun.
Köfteler sızım sızım sızlıyor. Tuz kokulu illet ıslaklık yapış yapış. Anneme ne diyeceğim? Ellerimdeki köftelerin ağrısı geçse bari. Masanın altında kıvranıyorum. Çiş kaşındırıyor. Halim hal değil.
Anlaşılan mutlu birer küçük Türk olduğumuz halde, var olan varlığımızdan bir kısmını Türk varlığına armağan edememişiz. Bu devasa varlığımızı acaba hangi zulamızda sakladık? Ben de bilemiyorum. Bu minnacık varlığımızı armağan etsek bile, cürmümüz ne ola ki?
Televizyonda yankılanan bir şarkının sesi ile uyandım, kendime geldim.
“Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız
Gitti dostlar, şölen bitti, ne eski heyecan, ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız.”
Uyandım. Yağmur ve dolu dinmiş. Nihayet göz gözü adamakıllı görür hale gelmiş. Her taraf süt liman. İlk yüz yıl köfte yememe kararı aldım. Olmayan köfteden nefret ediyorum. Kahrolsun köfte.
Gördüğüm rüyanın etkisinden kurtulmaya çalışırken, on yıl önce kırk dokuz yaşımda “müjganın” kirpik anlamına geldiğini öğrendim. Türkçede de kirpik kelimesi olduğu halde ne diye Farsça bir kelime ithal edilmiş, doğrusu onu da anlayamadım. Müjganda yaşlar, dışarıda dolu karışımlı yağmur ve kara tahtanın önünde sarı göletler. Sınıfın en ön sıralarında kikirdeyen kız öğrenciler. Bacaklarımda ve ayakkabılarımda sıcaklığını hala hissettiğim kaşıntılı illet bir ıslaklık. Dışarıda ıslak ışıklar.
Yaşasın… Biliyorum. Müjgan kadın değilmiş. Geçte olsa bunun kirpik anlamına geldiğini ben de biliyorum artık. Hem de bir on yıl kadar.


Amsterdam, 12 Mart 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...