8 Mart 2019 Cuma

KARGALAR




 KARGALAR

Bir hafta önce yakaladığı ve evinde misafir ettiği minik serçelerini, derya maviliğindeki gökyüzünde köpüren bulutlara doğru buruk duygularla birer buse kondurduktan sonra serbest bıraktı. Özgürlüklerine kavuşan o dört minik serçe, sevinçle bulutlu mavilikte uzaklaştılar. “Cik” dediler önlerine yemleri, “cik cik” dediler suları verildi ama kısa süreliğine de olsa tutsaklık onlara göre değildi. Ev sahipleri garip bir adamdı. Serçeler neden tutulduklarına anlam veremediler. Ama en nihayetinde yine müptelası oldukları muhteşem semalardaydılar. Sonsuz genişlikteki gökyüzünü kanatlarının altına alma sevdası ile yanıp tutuşan serçeler, bu boşlukta her daim süzülmeliydiler.
Musa maviş gülümseyen gökyüzünde birer siyah noktaya dönüşen misafirlerinin ardından uzun uzadıya bakakaldı. Onları ne yazık ki, bir daha göremeyecekti. Gözlerini kırpıştırıp çuval dolusu bıyıkları ve kısa bir sakalla kaplı tombul yüzünü yere düşürdü. Hüzünlüydü. Yalnızlığını misafiri eylediği başka canlılarla gidermek, ona iyi geliyordu. Ayaklarını sürüye sürüye tekrar evine geldi.
İncitmemeye azami düzeyde dikkat göstererek yakaladığı hayvanları en fazla bir hafta evinde misafir ediyor ve onları uzun süre alıkoymaya da gönlü razı gelmiyordu. Ona göre doğa ve dünya sadece insanların değil, bütün canlılarındı.
Köydeki adı Deli Musa idi. Adı deliye de çıksa, o her türlü hayvan ile dosttu. İnsanlardan çok hayvanlarla haşir neşirliği ve yakınlığından dolayı, köylüler tarafından da garipseniyordu. Bırakın deliliği, tam tersine son derece zeki olduğu gibi on parmağında ondan da fazla hüner vardı. Garip karşılansa da, kimseler ile dostluk kuramasa da, herkesin evine tamirlere gidiyor, becerilerini kullanarak her türlü onarımda komşularına yardım ediyordu.
Bir hayvan oteline çevirdiği evinin her köşesinde, doğada yakaladığı bir hayvanı kısa süreliğine misafir eden Musa’nın yaşı ellilere vardığı halde bir başınaydı. Adı deliye çıkınca kimseler de ona kız vermedi. İki yıl önce çok sevdiği annesinin ölümü ile bir başına kaldı. Zaman zaman yalnızlıktan bunalsa da dönüşümlü olarak değişen misafiri hayvanlar ile dostluğu daha baskın geliyordu. Annesinin ölümünden sonra her yemek yediğinde titrek elleri sadece bir tabak ve bir kaşığa ilişti. Bir ikinci tabağı veya kaşığı alıp yanında birileri için masaya koyamadı. Can dostu olarak gördüğü hayvanların evindeki mevcudiyeti, insanları arar olmasını gerekmez hale getirdi. Onlarla ilişkisinde hiçbir fayda görmediği gibi, çok da gerekli değildi. İnsanlardan incinmiş ve küskündü.
Güneşli bir sonbahar sabahı. Sıcaklık mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor. Yazdan kalma sıcaklarla canlıların ilikleri ısınıyor. Musa her zamanki gibi yine şafakla birlikte uyandı. Köyün derinliklerinde traktörle sebze satan bir seyyar satıcının megafondan ciyak ciyak sesi geliyor. Komşusu Ramazan traktörüne bağladığı mibzerle gıcırtılı sesler çıkara çıkara tarlasına doğru yola çıktı. Tohum atılan her tarla umut demekti. “Yağmur yağar mıydı? Tohumu bire kaç atmak gerekiyordu? Gübre ve mazot bu yıl da artar mıydı?” Kafasında onlarca soru vardı. Elinden gelen başkaca da bir iş yoktu. Atadan ve dededen kendisine bu miras kalmıştı. O da bunu sürdürüyordu.
Ramazan traktörün üstünde sıkıca kavradığı direksiyonu çeviredururken etrafına bakındı. Evinin avlusunda koşuşturan Musa’ya gözü ilişince gönülsüzce selam verdi. İçinden komşusuna acıdı. Musa’nın babadan kalma bir tarlası vardı. Onu da ortak veriyor, kıt kanat geçiniyor ve aldığını da kurda kuşa yediriyordu. Olacak iş değildi. Hangi akla hizmetti? Bilemiyordu. Elbette bir bildiği vardı.
Musa da selamını aldığı mahiyetinde kafasına bol gelen şapkasını eliyle tutup başını salladı. Ramazan’ı çok haz etmese de yine de komşuluğu iyiydi. Uzaktan uzağa da olsa kendisini kolladığını biliyordu. Aslında uzaktan anne tarafından da akrabaydılar. Ramazan’ın kız kardeşi Rukiye’yi anasını yalvar yakar gönlünü edip istemeye gitmişlerdi. Annesi Sarı Sultan’ı ve Musa’nın kapılarının önünde dikeldiğini gören köy muhtarı Mahmut ana ve oğula bakıp;
“Ne bekliyorsunuz kapımda?” diye elleri arkasında kızgınca sordu. Musa’nın annesi bütün cesaretini topladı ve kısık bir sesle meramını dile getirmeye yeltendi.
“Şeyyy…. Musa Ağam biz hayırlı bir iş için gelmiştik.” Muhtar Mahmut hakaretler ve usturuplu küfürlerle evine girip kapısını hızla çarptı. Çok aşağılanmışlardı. Musa ve annesi Sarı Sultan kapalı kapının önünde adeta birer noktaya dönüştüler. Dilenci muamelesi görmüşlerdi ve bu yenilir-yutulur türden bir şey değildi. Onurları yerle bir edildi. İçinde bir mangal gibi bir şeyler alev alev yandı.
O gün bugündür Musa insanlara doğru açılan bütün kapılarını sıkıca kapattı. Olmadı hepsini kilitledi ve anahtarlarını da derin kuyuların dibine attı. Bir daha da açmaya yeltenmedi. Yüreğini taze bir sarmaşık gibi dolamaya başlayan sevdasının köklerini kırptı. Oysa o Rukiye'yi ne çok sevmişti. Sevdasını yüreğinin olabildiğince derinine gömdü. Tez elden unutmak için doğadaki diğer canlılar ile sıkı bir dostluğu seçti. İnsan bildikleri onu insanlardan soğuttu. Böylelikle hayvanlara daha yakın oldu. İnsanlardan ise kaç yıldır uzaktı? On mu, yirmi üç mü, yoksa yüz yirmi üç mü? Hesaplayamıyordu!
Tavşanlara, güvercinlere, kekliklere, kedi ve köpek yavrularının yiyeceklerini ve sularını verdi. Kafeslerini temizledi. Her hayvanı büyük bir şefkatle sıvazladı, sevdi. Hepsinin tek tek hatırını sordu ve onlarla konuştu. Kedi ve köpekleri kalıcı misafirlerdi. Bu konuklarını diğerleri gibi kafeslerde tutmuyordu. Onlar evinin avlusunda diledikleri gibi dolaşıp, önlerine konulan yiyecekleri yediler. Kafalarına göre takılıp birbirleri ile oynadılar.
Serçe cıvıltıları olmadan gözüne uyku girmiyordu. Şimdi başka serçeleri konuk etmenin zamanı gelmişti. “Kasnak” denilen büyükçe bir buğday eleğini aldı. Metrelerce uzunlukta bir misina ipini kasnağın kenarındaki delikten geçirip bağladı. Daha sonra cebine doldurduğu buğday tanelerini avuçlayıp dik durumda bahçesinin içinde oturttuğu kasnağın önüne serpiştirdi. Bir odun parçasına doladığı misinayı aça aça taş örme duvarın ardına saklandı.
Serçelerin gelmesini beklemeye koyulduğunda her defasında olduğu gibi içini büyük bir heyecan kapladı. Kabuğuna sığmakta nasıl da zorlanıyordu. Aman Tanrım bu ne heyecandı. Yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. Görünürde de serçeler yoktu. Evinin üzerinde bir karga kümesi gürültülerle süzüldü. Belki de bu kez serçe yerine yeni misafirleri bu sivri gagalı ve parlak tüylü kuşlar olacaktı. Kargaları daha önceleri de evinde konuk etmişti. İyi hoştu ama sadece geceleri o bön sesleri uyumasına engel oluyordu. Bir de etrafı çok kirletiyorlardı. Ama varsın olsundu. Başının üzerinde yerleri vardı. Misafirperverliğinde kusur etmeyecekti.
Kargalar buğdayın kokusunu almış olmalılar ki, çok geçmeden ani bir dalışla küme halinde bahçeye kondular. Musa’nın elleri titriyordu. Misina ipini iyice eline doladı. Kalbinin hızlı atışları ile uygun anı beklemeye koyuldu. Kargalar buğdayı paylaşamadılar. Aralarında büyük bir kavga başladı. Musa’nın acele etmesi gerekiyordu. Hızla ipi çekti. Yere düşen kasnağın altında üç tane karga kendilerini kurtaramadılar. Kanat çırpmaları nafileydi. Olan oldu ve Musa’nın ağına düşmüşlerdi. Oyunu sezenler anında kaçıp uzaklaştılar. Dönüp geride kalan arkadaşlarına bir kez olsun bakmadılar. Vefasızlığın en güzel örneğini gösterdiler. Yükseklerde bed sesleri duyulur oldu. Belki de birbirlerine düştükleri tuzağı anlatıyorlardı.
Musa kasnağı kapalı bırakıp bir koşu evine gitti. Daha önce serçeler için ayırdığı kafesi alıp geldi. Kasnağın kenarını hafifçe kaldırdı ve anı bir hareketle elini daldırdı. Kargalardan birini yakaladı. Bu sırada bir diğeri Musa’nın eline iyi bir gaga darbesi indirdi. Elinin acımasına aldırmadı. Yakaladığı kargayı kafese koydu. Daha sonra da sırası ile diğer iki kargayı kafese yerleştirdi.
Keyfine diyecek yoktu. Kafesi sallaya sallaya eve yöneldi. Kafesten kargalar bed seslerini yükselttiler. Önlerine konulan yemle kursaklarının dolması ile silkelenip kendilerine geldiler. Aralarında Sülün Karga söz aldı. 
“Daha ne istiyoruz?  Bakar mısınız, adamcağız hemen önümüze yemimizi ve suyumuzu koydu. Gökte ararken yerde bulduk. Kavga edip birbirimizi yemeyelim. Bakar mısınız tavşanlar, keklikler ne kadar da hayatlarından memnun ve keyifleri oldukça yerinde. Efendiliklerine söz yok. Şu güvercinlere bakıp yaptığımızdan utanmalıyız. Bizde kavga ve gürültü gırla. Daha fazla çıngar çıkartmadan halimize şükredelim. Bugüne değin hangi insanoğlu önümüze bir avuç darı serpti. Tanrının bugününe şükredelim. Demek dünyada böylesi iyi insanlar da var.”
Sülün Karga’nın uzun hitabını sabırla bekleyen Kırçıl Karga söze devam etti.
“Evet, Sülün’cüğüm yerden göğe kadar hakkın var. Belli ki iyi bir insana benziyor. Bana kalırsa gıkımızı çıkarmadan kıçımızın üstüne oturalım. Kavgalarımıza da artık bir son vermeliyiz. Bundan sonrasında birimiz hepimiz için, gerekirse hepimiz de birimiz için olmalıyız. Yalnız Mor Karga’nın adamcağızın elini ısırması hiç iyi olmadı.” Bunu duyan Mor Karga utancından ağzındaki buğday tanesini düşürdü. Süklüm püklüm tek kelime edemedi.
Kargaların hallerinden bir hayli memnun olduğunu gören Musa çocukluğunda rahmetli anacığı Sarı Sultan’dan öğrendiği bir şarkıyı ol iri bedenini sallaya sallaya mırıldandı.
“Karga karga gak dedi.
Çık şu dala bak dedi.
Çıktım baktım o dala.
Şu karga ne budala.
Karga fındık getirdi.
Fare yedi bitirdi.
Onu tuttu bir kedi.
Miyav dedi av dedi.”
Kargalar bir haftalarının bitiminde salıverildiler. Uzaklarda serçeler gibi kaybolmak için kanat çırpmadılar. Musa’nın evinin çatısına kondular. Gün ağarmasına kadar evden tekrar içeri dalmak için kapının açılmasını beklediler. Fakat kapı açılmadı. Musa tereyağlı bulgur pilavını iştahla kaşıklayadururken kargalar umutsuzca yeniden gökyüzünün alaca karanlığındaki yerlerini aldılar. Musa yemeğinin ardından olduğu yerde göz kapaklarının altına zorla yerleşen uykuya yenik düştü. Sızdı.
Rüyasında Rukiye ile evleniyordu. Sıra sıra halayların çekildiği, çifte davulun vurulduğu, zurnaların öttürüldüğü düğününün ardından gerdeğe giriyordu. Rukiye kar beyazı gelinliği içinde Musa'nın karşısındaydı. Damat yüz gümlüğünü takmak için gelinin duvağını kaldırdı. Karısının yüzünde büyük bir gülümseme vardı. Elleri ceketinin cebindeki reşat altınına gitti. Tam bu sırada kavgaya yeniden tutuşan kargaların bed sesi ürpertilerle uyanmasına sebep oldu. Rukiye görünürde yoktu. Odaya ağır bir tereyağlı pilav kokusu sinmişti. 

Amsterdam, 8 Mart 2019



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...