9 Ekim 2019 Çarşamba

SALAVAT









 SALAVAT

Yaklaşık yetmiş beş yıl kadar öncesi (fazla kelime arayışı içine girmeden) “o zamanlar” diye adlandırılacak olursa, Camili Köyünde susuzluk o zamanlarda da büyük bir sorundu. Günümüzde “devlet babanın” onlarca yıl sonra da olsa uzanmakta hayli geciken kırık eli kısmen çözüm getirse de, aynı çıkmaz başka bir boyutu ile devam ediyor. Kana kana içilecek, ansızın çıkagelen Tanrı misafirine yapılacak bir bardak çay, bunaltan sıcak yaz günlerinde tozlu balkonların serinletilmesi için serpiştirilecek, genç kızların sürmeli güzel gözlerini andıran siyah zeytinlerin resmedildiği zeytinyağı tenekelerinin içine dikilen salkım salkım küpe çiçeklerine verilecek veya nefeslerin tüketilerek sarmaş dolaş yaşandığı şehvetli bir gecenin ardından, çok zaruri olarak alınması gereken gusül abdesti için bir bidon suyun yokluğu, Camili Köyünde sahipsiz bir ölü misali her daim sorun olarak orta yerde kalakaldı.
Yaşanan Afrika kuraklığı diğer komşu köylerin diline pelesenk olup alay konusu olarak gündemdeki yerini her daim korudu. Camililer yakalarına “kader” adı altında bir sülük gibi yapışan susuzluğun getirisi perişanlığı onlarca yıl üzerlerinden silkeleyemediler. Susuzluk belası ile adeta eşleştiler.
Kuraklık söz konusu olunca, bağ ve bahçe işleri de haliyle yapılamıyordu. “Taşıma su ile değirmen dönmediği” gibi, zaten kırılmaya yüz tutmuş değirmeni döndürmeye yakın bir yerlerden taşınacak su da nafileydi. Bazı gereksinimler konusunda dışarıya bağımlı bir ülke misali, Camili ve yörede yer alan diğer Kürt köyleri de sebze, meyve ve diğer bazı zaruri gıdaların edinimi için suların coşku ile çağıldadığı yeşillikler içindeki komşu Türk köylerine göbeğinden bağlıydılar. Hemen yanı başlarındaki komşu ilçe Kaman’ın köylerinden çerçiler cılız iki öküzün koşulu olduğu bir kağnı arabasına doldurduğu sebze ve meyveleri ile tekerlek gıcırtıları eşliğinde yaklaşık beş-altı saatlik bir yolculuğun ardından soluğu tezelden bölgedeki Heciban köylerinde alıyorlardı.
Camili Köyünden Seyfettin de, bu öykünün ilk satırlarında belirtilen ve “o zamanlar” diye adlandırdığımız zaman diliminin bir bahar gününde Küçük Camili Köyünün ileri gelenlerinden Hüseyin ağanın kızı Fayqe ile üç gün üç gece süren bir düğünle dünya evine girdi. Çifte davulun vurulduğu ve çifte zurnanın öttürüldüğü yüzlerce metreyi aşan halka halka halayların çekildiği dillere destan şenlikte bir düğündü.
Fayqe Gelin babasının varlıklı olmasından dolayı oldukça mağrur ve gururlu bir yapıya sahipti. Herkesi aşağılar, aç olarak görür ve her insanı hor görürdü. Ona göre dünyada en asil, varlıklı, soylu ve soplu bir tek onun ailesiydi. Ağa kızıydı ve ondan gayrısının hiçbir ehemmiyeti yoktu. "Gökten zembille inmek" bu olsa gerekti.
Çerçi Sadık Kaman ilçesinin yeşillikler içinde kaybolan Bayramözü Köyünden bir kağnı salatalık ile alaca karanlıkta, daha şafak sökmeden yola çıktı. Ağaçsız da olsa baharla birlikte tepeliklerin ve yer yer düzlüklerin baştanbaşa canlı bir yeşile büründüğü bahar sabahında Kuyular Köyüne ulaştı. Güneş, onun köyü gibi yeşil ama uykusuz olan gözlerine doluşuyor, kağnısının arka tarafına yan ilişmiş bir halde yol alıyordu. Bahar ile birlikte göç eyledikleri uzak diyarlardan gelen bin bir çeşit kuş kendilerine has ötüşleri ile Heciban köylerinin mavi semalarında uçuşuyorlardı. Cılız akan derelerden kurbağa sesleri yükseliyor ve Kızılırmak; yola kaplumbağa hızında devam eden kağnısı ile Çerçi Sadık’ın ardında safir bir gerdanlık gibi kalıyordu.
Sadık bütün tepelikleri aştı. Hirfanlı Barajını olanca güzelliği ile ardında bıraktı. Ter ve kir ile ağırlaşan kasketini bir çırpıda salatalıkların üzerine attı. Yokuşlarda arabasından indi, ekmek teknesinin yanı başında yürüdü. Öküzleri Kazım ve Hamza'nın sırtlarını şefkatle sıvazladı. Kazım güçlü ve atik, Hamza ise tembel ve hilekâr bir öküzdü. O nedenle Hamza'nın koşulu olduğu taraf geride kalıyor ve hep yöne doğru çekiyor, zaman zaman araba yoldan çıkıyordu. Hamza'yı satıp Kazım gibi başka bir öküz almalıydı ama şu an durumu buna hiç de elvermiyordu.
Yokuş aşağı kağnısına tekrar bindi. Elini kulağına götürüp yörede çokça sevilen bozlaklardan birini avazı çıktığı kadar bağıra çağıra yanık bir sesle dile getirdi. Heciban ellerinin bozkırında Bayramözlü çerçinin yanık sesi inledi. Aydınlanmak üzere olan ve umuda gebe güne merhaba dedi. Güneş ışınları ısınmaya yüz tutan kemikleri ile birlikte içine tatlı bir ürperti saldı. Kendisinden alabildiğine geçti. Farkında olmaksızın yukarılara baktı ve art arda bütün şirinliği ile Tanrıya gülümsedi. Bu ticareti iyi olacak ve eve yüklü bir para ile dönecekti.
Yol boyunca uğradığı diğer Heciban köylerinde, arabasını balık istifi doldurduğu yükünün yarısını sattıktan sonra, ikindi üzeri Camili Köyüne ulaştı. Köyde büyük bir düğünün daha bir hafta öncesinde yapıldığını ve komşu köyün ağasının kızının da gelin olarak geldiğini duymuştu. O halde bu gelin kendisi için yağlı bir müşteri olabilirdi. Düğün bitmiş olsa da şenliği hala kulaktan kulağa aktarılıp anlatılıyordu. Çerçi Sadık da bu duyumları köye girer girmez aldı. Düğün dağılmış olsa da, bu şenlik için Küçük Camililerden gelen davetlilerden bazıları akrabalarının yanında birkaç gün daha kalmak istemişlerdi. Sultan da bu kalanlar arasındaydı. Kardeşi Gafur’u ve çocuklarını hayli zamandır görmemişti. Köyler arasındaki mesafe çok uzak değilse de evli ve çoluk çocuk sahibi olunca bunu her istediğinde yapamıyordu. Yaşlılığında onları yeniden gelip görmek ve hasretlik gidermek için yeğeni Fayqe’nin düğünü vesile olmuştu.
Çerçi Sadık tekerlek gıcırtıları eşliğinde öküzlerini ucunda küçük bir çivi bulunan gürgen ağacından yaptığı değneğini dürte dürte taze gelin Fayqe’nin evine yaklaştı. Aynı esnada Sultan da misafirlikte bulunduğu kardeşi Gafur’un evinden çıkıp aheste adımlarla, düğün sonrası görmediği yeğeni taze gelin Fayqe’yi gelip görmek istedi. Fayqe’nin evine geldiğinde, yeğenin Çerçi Sadık’tan aldığı kocaman bir kasnak* dolusu salatalıkla evine doğru yürüyordu. Ardından kendisine yetişti. Yeğenin lütfedercesine kendisi ile hal hatır sormasının ardından, iri kıyım burnunun deliklerinden salatalıkların o dayanılmaz kokusu ciğerleri ile buluştu. Güzelim koku biraz da mide kazıntısından olacak ki, bir anda başını alabildiğine döndürmeye yetti. Çok geçmeden bütün cesaretini topladı. Yanı sıra eve doğru yürüdüğü yeğeni Fayqe’nin aldığı ve iki eli ile zorlanarak taşıdığı, canının o an çok çektiği salatalıklardan bir hamlede birisini sormadan kaptı. Tam ağzına götüreceği sırada elindeki salatalıkları hışımla yere koyan Fayqe, halasına beklenmedik bir şiddetle saldırdı. Onu, büyük bir öfke ile itip yere düşürdü. Sultan yaşlı haliyle neye uğradığına şaşırıp kalma fırsatını dahi bulamadan yan tarafta yerde bulunan büyükçe bir taşın üzerine düştü. Feryat figan eyleyip duyduğu acıyı bas bas iniltilerle dile getirdi. Çok geçmeden komşular Sultan’ı yerden kaldırdıklarında, dört kaburgasının kırıldığını anlamakta zorlanmadılar.
Fayqe süt dökmüş kedi konumunda süklüm püklüm evinin kapısından salatalıkları ile içeri girdi. O da böyle olsun istememişti. Nasıl olduysa bir an kendisini tutamamıştı. Bu açlar da hep kendisini mi buluyorlardı. Yine de varsın olsun, akrabası da olsa bu tür aç insanlar onun asaletine gölge düşürüyorlardı. Elbette bir ağa kızı olmanın getirmiş olduğu ayrıcalıkla bu durum da kabullenilecek gibi değildi. Böylelikle ona da dersini vermiş oldu. Değil izinsiz salatalık almak, yanına yöresine dahi yaklaşmamalıydı. Herkes haddini bilmeliydi. Yoksa bu açlar ordusu ile başa çıkılamazdı.
Sultan'ın tedavisi için köyde böylesi sağlık sorunlarının oluşması halinde becerisi ile bilinen Keklik Kadını çağırdılar. Gafur’un evine götürdükleri Sultan’a gerekli bakım yapıldı. Keklik Kadın kendi el yapımı olan sabun ve yumurta karışımı bir merhemi sürdü. En az bir hafta süre ile hastanın hareket etmemesi gerekiyordu. Bütün hafta boyunca Keklik Kadın her gün gelip gerekli bakımı yaptı. Bir hafta sonra da Sultan’ı bir at arabası ile Küçük Camili’deki evine götürdüler.
Aradan yıllar geçti. Fayqe aynı gurur ve mağrurlukla etrafındakileri hor görmeye devam ederek, taze gelinliğini önüne geçilmez bir mağrurlukla ardında bıraktı. Halası Sultan birkaç aylık sıkıntının ardından iyileşmişti. Ama aradan geçen yılların ardından Sultan’ın yaşı da bir hayli ilerledi. Artık bir ayağı derin bir çukurdaydı. Hastaydı. Bir yerde son anlarını yaşıyordu. Etrafın baskısı ile Fayqe de kocası Seyfettin’i de yanına aldı, halasının ve kendisinin eski köyü Küçük Camili’nin yolunu tuttu.
Kocası Seyfettin ile halasının evine geldiğinde, torunları Hediye ve Meryem onları ağlamaklı ve üzüntülü karşıladı. Babaannelerinin ölmek üzere olduğunu söyledi. Fayqe ve Seyfettin başları önlerinde üzüntü ile kendilerinin helallik almaya geldiklerini söylediler. Hediye usulca Sultan’ın kapısını araladı ve odaya girdi.
“Babaanne, Fayqe ve Seyfettin Camili Köyünden geldiler. Seni görmek istiyorlar. Müsaaden olursa senden helallik istemek için gelmişler. Sultan nefes almakta zorlanıyordu. Gözleri kapanıyor ve hayata tutunmak için bir hayli çırpınıyordu. Gözlerini aralayıp, gelsinler mahiyetinde başını hafifçe salladı.
Fayqe ve Seyfettin olabildiğince bir suçluluk edası ile başları yere düşecekmişçesine önlerinde inik tutmaya devamla odaya girdiler. Faqke ellerini göbeği üzerinde birleştirip titrek bir sesle (O an iyi tarafından kalkmış olacak ki, kendisinden beklenmeyecek bu saygı gösterisi, dudaklara apansız uçuklar konduracak kadar şaşırtıcıydı.) söze girdi.
“Sultan Hala senden helallik istemeye geldik. Üzerimizde çok hakkın var. Hakkını helal et. Varsa kusurumuz görmezlikten gel. Bize hakkını helal ediyor musun?”
Sultan’ın derin iki çukuru andıran gözlerine bir anda ağırlık çöktü. Ellerini çırpar gibi yaptı. Sanki birileri boğazına bastırıyordu. Nefes alamaz oldu. Önce yeğeni Fayqe’ye cevap vermesi gerekiyordu. Son salavatını daha sonra getirse de olurdu. Boğazına yapışan görünmez elleri son bir çaba ile iteledi. Ardından inilti halinde, sitem dolu bir hırıltıyla;
“Hıyar…  Hıyar… Hıyar…” diyebildi. Salavat getiremeden gözlerini bir daha açılmamak üzere yumdu. Camili Köyünde zeytinyağı tenekelerinde boy veren küpe çiçekleri susuzluktan kurudu. Balkonlar tozlarından arınamadılar. Gusül abdesti almak için su zor bulundu, ama yaşanan şehvetli gecelerin tadı ağızlarda kaldı. Hayat olarak adlandırılan su yoktu. Hayat yoktu.


Amsterdam, 9 Ekim 2019


*Kasnak: Buğday ve arpa elemek için kullanılan büyük gözenekli bir tür elek.

1 yorum:

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...