12 Kasım 2019 Salı

MOLİTYALI





 MOLİTYALI

"Yarayla alay eder,
Yaralanmış olan.
Bak nasıl da
Sararıp soluveriyor
Tanrıça kederlerden.
Sen çok daha
Parlaksın çünkü.
Sen tüm göklerdeki
Yıldızların ilki.
Sen aydınlatırsın geceyi"

Shakespeare - Sen Aydınlatırsın Geceyi

Daracık ömrümde; durmaksızın zamana atılan çentiklerle, yaşım başım fütursuzca bir danışıksızlıkla aldı yürüdü. İyiden iyiye kabardı yaşım. Herkesler gibi dur diyemedim. Başı köpüklü bir ırmak misali geçip giden ömrümün coşkulu debisinde sıkıntılar, yüreğime yapışan keder kenesi, özlem, acı, hoşluklar, tutunulacak küçük-büyük mutluluklar ve benzeri irili ufaklı güzellikler de yok değil. Yaşlı ve yorgunum artık. Ama bitkin değilim.
Mevsim bir kez daha yaz ortası. Torunlarımı görmeye gidiyorum. Kızım Pervin, bir oğuldan farksız sevdiğimiz damadımız İkram ve çocukları ile birlikte bulunduğum kasabadan otuz kilometre uzaklıkta başka bir kasabada yaşıyorlar. Torunlarımın biri kız ve diğeri de oğlan. Kıvır kıvır sarı perçemli, maviş gözlü kız torunumun adı Pelşin. Dokuz yaşında. Kürtçede yeşil yaprak anlamına geliyor. Bütün dileğim adı gibi hep yeşil ve canlı kalmasıdır. Oğlan torunumuzun adı ise Filinta. Yedi yaşında henüz. İsmi ile müsemma. Güzel mi güzel bir çocuk. Hem anne hem de baba alışılmış olmayan böylesine güzel isimlerden yana karar kıldılar. Doğrusu bu isimlere ilk başlarda alışmak kolay olmadı. Lakin zamanla benimsiyor ve alabildiğine kanıksıyor insan.
Yol üzeri uğradığım devasa zümrüt bulutlardan oluşan ormanda huzur veren bir sessizlik hâkim. Yerden ağaçların köklerinden itibaren yosun benzeri yeşillikler ağaç gövdelerini sarıp bütünü ile kaplamak istiyor. Etrafa taze yeşil yapraklar serili. Güneşten çıkagelen bütün renkler, ağaç dallarının ve yapraklarının yoğunluğu arasından hüzmeler halinde ormanın dört bir yanına serpiştiler. Beklenmedik bir anda ormanın dışından kümeler halinde gelen serçeler yeşilin bin tonunun serpiştirildiği güzellikler arasında telaş içinde kayboluyorlar. Kelebekler kanatlarının muhteşem renkleri ile var olan yelpazeye ayrı bir zenginlik katıyorlar. İnsanda ağırca bir yük olan gamı silip süpüren ormanda duyduğum hazdan çatlıyorum. Kendimi almak ne mümkün. Uzun süre burada sıkılmadan kalabilirim. Solunan her nefesle birlikte ciğerlerime tarifsiz bir huzur doluyor.
Dupduru yüzlü Eşim Gül Naz’ı dört yıl önce kaybettim. Amansız bir hastalığa yenildi, benim iğde kokulum. Avucuma aldığım sıcacık elini, benden aldı. Ellerim yapayalnız, acemice ve yek başlarına kalakaldılar. Bilemezsiniz, nasıl severdim onu. Yokluğuna alışmak ne mümkün. Onca zaman geçti, hayali her daim buğulu yaşlı gözlerimin önünde. Gül Naz her an sadece benim görebildiğim minik bin bir periye dönüşüyor gözlerimin önünde, omuzlarıma, saçlarıma, ellerime, kaşlarımın üzerine ve bütün bedenime konuyor. Kâh sol kulağıma, kâh sağ kulağıma usulca fısıldıyor. Bense bakmakla yetiniyorum, incitir bir yerlerine zarar veririm diye dokunamıyorum. Vurgunu olduğum, bakmaya doyamadığım, beni benden alıp götüren yosun gözleri, kendisine müthiş bir hoşluk katan gamzeli çehresi ile gülümseyip;
“Oldu mu ya şimdi? Üzülmek yok dememiş miydik Nihat’ım? Yelkenleri hepten suya indirmişsin yine. Üzülmekle beni de üzüntüye gark ettiğini biliyorsun. Oysa kavlimiz böyle değildi! Yapma, etme be canım. Bak her daim yanındayım, sana geliyorum. Bana hep derdin. ‘Gülen az Gül Naz.’ Sen de o çoğunluktan olma. Ne olur. Hadi bana, insanlara, kurda, kuşa, ağaca, dala, otlara, dikenlere, çiçeklere, solucana, kirpiye, kaplumbağaya, hayata ve bütün dünyaya gülümse.” diye usulca kulağımın dibinde seslendiğini duyar gibi oluyorum. Yüzümdeki bir gülümseme uzun süre donup kalıyor. Alabildiğine dalgın ve kederliyim. Sen yoksun!
Evet, torunlarıma gidiyorum. Yol kıyısında durduğum ormanlık alanda arabamı durdurdum, usulca geldim, büyükçe bir taşın üzerinde oturuyorum. Dalıp dalıp gitmelerdeyim. Gül Naz’ım bin minik peri halinde etrafımda uçuşuyor. Nasihat eyledikten sonra geldiği gibi gitti. Birazdan tekrar çıkagelir. Biliyorum, gönlü razı gelmez. Yalnız koymaz o beni.
Ormana hafiften bir imbat rüzgârı doluştu. Yüzümü, gözlerimi kırçıl bıyıklarımı hepten yalayıp geçti. İyi de oldu. Biraz olsun serinletti. Az ilerimde ben yaşlarda sakallı bir adam belirdi. İyice yaklaştı. Yüzünü daha iyi seçebiliyorum. Temiz ve bakımlı bir ihtiyar, aynı zamanda şık giyimli ve de uzunca boylu. Siyah takım elbiseli, beyaz gömleğinin üzerinde kırmızı kravatı sarkıyor. Yaklaştıkça yüzündeki hoş gülümsemesi iyice belirdi. Selam verip iki metre ileride başka bir taşa oturdu. Adeta sessizliğin içinden süzülüp gelmişti. Çok geçmeden daha öncesinden tanışıyormuşuz gibi muhabbetle tokalaştık, tanıştık. Etkilendim.
Adının Sermo olduğunu söyleyince, şaşırdım. Böylesi farklı bir ismi duymamış olmanın şaşkınlığının yüzüme yayılmasıyla başladı anlatmaya.
“Nihat Bey ben komşunuz ve aynen bunun gibi bir dünya olan Mellikka adlı yaşanabilir gezegenin Molitya ülkesinden geliyorum. Sizin bulunduğunuz bu dünya da dahil olmak zere ayrı ayrı isimleri olan ve insanların ikamet ettiği elliden fazla diğer gezegenin çoğunun büyük ülkelerini ve şehirlerini gezip gördüm sayılır. Yaşım el verdiği müddetçe de gezip görmeye devam edeceğim.” Yüzümdeki şaşkınlığın belirginliği abartılı bir şekilde ayyuka çıkmış olacak ki, anlatımına ara verip o da şaşkınlıkla benim yüzüme baktı.
“Anlattıklarım sizi şaşırtmış olmalı. Şaşıracak bir şey yok. Bütün bunlar artık bilinen şeyler. Hayatın olduğu elliden fazla dünya da diyebileceğimiz çeşitli gezegenle arasında iletişim kuruldu. Artık kimseler kendi kabuğuna çekilmiş durumda değil. İmkânları olan her insan gezegenler arası seyahate başladı. Ben de onlardan biriyim. Bugüne değin duymamış olmana şaşırmadım. Çünkü bu çok daha yeni. Yakın zamanda gezegenlerimiz arası ithalat ihracat da yapılacak. Her türlü bilgi alış verişi zaten çoktandır gündemde. Yalnız şu da var ki; örneğin biz Mellikalılar, dünyalılardan çok daha ileriyiz. En önemlisi de bizde savaşların hiç ama hiç olmamasıdır. İnsanlarımız arasındaki gelir dağılımında, adalet, eğitim, sağlık ve barınma gibi konularda gözle görülür bir farklılık yoktur. Edindiğim bilgilere göre buralarda gidişat pek de berkemal değil. Dünyadaki hangi ülkeye gidilebilir, nerede savaş yok gibi bir araştırmaya girdiğimizde ortaya çok da iç açıcı sonuçlar çıkmadığından, gönül rahatlığı ile bu diyarlara gelinmiyor. İpin ucunu epeyce kaçırmış gibisiniz. Kalpleriniz adeta sevmeme birikintisi ile dopdolu. Çok anlamsız. Daha çok edinme hırsınızdan, kelimenin tam anlamı ile birbirinizi yiyip bitiriyorsunuz.”
Çok uzunca bir vaazdı. Aniden sustu. Sükûnetle dinlemek zorunda kaldım. Gıkım dahi çıkmadı. Neye uğradığımı şaşırdım. Duyduklarıma inanmalı mıydım? Oluşan sessizliğin ardından bütün bunları bir anda düşünedururken. Yüzüme dikkatle baktı.
“Nihat Beyciyim neden bu kadar müteessirsiniz? Bir mahsuru yoksa sorabilir miyim acaba?” diye sormayı da ihmal etmedi. Artık bir cevap vermeliydim. Kekeleyecek gibi oldum. Ama dilini yutmuş numarası da yapamazdım.
“Ben… Ben dört yıl kadar önce eşimi kaybettim. Onun yokluğuna alışamıyorum. O her an aklımda. Siz çıkagelmeden önce de oturduğum bu taşın üzerinde onu düşünüyordum. Belki de bunu sezinlediniz.”
“Anlıyorum. Ama belki de sevgili eşiniz hala hayattadır. Mesela bizim Mellikka’ya gezmeye gitmiş olamaz mı? Oradan da başka gezegenlere seyahate çıkmıştır belki. Siz hiç üzülmeyin bana eşinizin adını soyadını yazın şu kâğıda. Ben iki gün sonra bizim ülkemiz Molitya ve bütün Mellika’da sizin için araştırırım. Bana adınızı, e-mail ve telefon numaranızı da yazın lütfen. Sizinle bu konu hakkında en kısa zamanda irtibata geçeceğim. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Kafanıza takmayın. Yüreğinizi karartmayın. Özellikle de ‘zülfüyârenize, yani ince telinize dokunmayın.’ olmaz mı? Bu tel bu tel bir kere kopmayagörsün, bir daha onaramazsınız. Bana müsaade. Hadi kalın sağlıcakla.” deyip, bilgilerimi yazdığım kâğıt parçasını havada sallaya sallaya uzaklaştı. Çokça yudum kelam eyledi ve gözden kayboldu. Telaffuzunda zaman zaman hatalar da olsa Türkçesi iyi sayılırdı. Şaşırdım kaldım. Türkçeyi nerede öğrenmişti? Merak ettim.
Her şeyi ve herkesi bir anda unutmuştum. Ne kadar da nazik ve kibar bir adamdı. Ben ise adeta “dumura uğramıştım.” Ne yapacağımı ve ne diyeceğimi bilmeden taşın üzerinde uzun uzadıya kıpırtısız bir heykel gibi oturdum.
Nice sonra afacan bir sincabın daldan düşürdüğü at kestanesinin başıma düşmesi ile ayıldım. Başım çok da acıdı. Ama bunu pek de kale almadım. Yola çıkmıştım bir kere, gidip torunlarımı görmeliydim. Beni bekliyorlardı. Gitmemezlik edemezdim.
En nihayetinde torunlarım, kızım ve damadımla sarmaş dolaş olduk. Daha önceki gelişlerimde en az bir hafta kadar kalıyordum. Fakat bu defa en fazla bir gün kaldıktan sonra bir yolunu bulup eve dönmeliydim. Mellika gezegeninden Molityalı Sermo’nun anlattıkları aklımın her zerresine perçinlenmişlerdi. Bunları kızıma ve damadıma anlatamazdım. Anlamazlardı. Büyük ihtimalle onlar da hayatın var olduğu, başka insanların barış ve huzur içinde yaşadığı bu gezegenlerden veya başka dünyalardan bihaberdiler. Bu yaşlı halimle Sermo’yu ve anlattıklarını onlara söylesem, beni haklı olarak “tefe koymaları” kaçınılmazdı. En iyisi bu konuyu hiç açmamalıydım ve bir an önce eve gidip, Mellika’ya gitmek üzere bütün hazırlıklarımı yapmalı ve Gül Naz’ımı bir an evvel bulmalıydım.


Amsterdam, 12 Kasım 2019 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...