26 Haziran 2020 Cuma

KÖR ZEWE VE KERKENEZ KUŞU






KÖR ZEWE VE KERKENEZ KUŞU


İrili ufaklı tepeler, zaman zaman geniş ovalar, uçsuz bucaksız buğday, arpa ve bostan tarlalarının görüldüğü İç Anadolu Bozkırında, Kızılırmak yakınında bir kıyıcıktaydı köyü Büyükcamili. Bu köyde bin dokuz yüz otuzlu yıllarda dünyaya gelen, namı diğer Kör Zewe de insanlığa telaş dolu bir hengame yaşatan ve dünyanın üzerine kabus gibi çöreklenen korkuyu kavramakta uzun süre zorlandı.
Çok renkli bir simaydı Kör Zewe. Kendileri başka rakip tanımadığından pek çok öykünün de ana kahramanlığını okuma hızı ile ilerleyen bu satırlarda da kimselere kaptırmaya niyetli değildi. Yaşadığımız gezegeni kapsayan büyük bir salgın problemi söz konusu  olduğu zaman da ana kahraman yine Kör Zewe oldu. Ola ki birileri çıkar da ona dünyada olup biteni kendisinin anlayabileceği dilde anlatırsa işi bir hayli zor olacaktı. Mümkünse anlatılmalıydı. Bekliyordu. Böylece o da bu illetli konuda aydınlanacaktı.
Gün be gün hızla yayılan "Corona salgını" nasıl bir açıklama ile dile getirilirdi? Dünya çapında bir virüs salgınının hızla yayıldığını, her geçen gün bütün yeryüzünü ele geçirdiğini ve bunun ileri yaşlardaki insanlar için çok riskli olduğunu bütün medya kuruluşları ile duyurdular. Altmış beş ve üzeri yaşlardaki insanlara dışarı çıkma yasağı getirildi. Kör Zewe değil altmış beş, neredeyse seksen beş yaş üzeriydi. O nedene durum oldukça vahimdi. Zaten bütün kış mevsimi boyunca Ankara’daki evlerinde hapis kalmışlardı. Bahar güzelim yüzünü tam da göstermek üzereyken ülke çapında alınan bu kararın ardından kocası Haydar ile aylarca evden adımlarını atmamak üzere kapandılar. Üstelik de kimselerin evlerine gelip gitmemesi gerekiyordu. Ömürleri boyunca böylesi bir durumla pek çok insan gibi, onlar da ilk kez karşılaşıyorlardı.
Oysa bahar çıkagelmiş ve Tanrı bütün sevimliliğini takınıp bir yerlerde bütün canlılara, dağa, taşa, denizlere ve dünyada var olan her şeye tatlı tatlı gülümsüyordu. Köyü Camili’ye baharın başlaması ile birlikte Ankara’nın kasvetli havasından kaçıp kurtulmalarının zamanıydı. Eve hapsolmak da nereden çıkmıştı? İnsanları bu denli işlevsiz bırakan felaketin sebebi neydi?
Eve hapsolmanın önemini daha da vurgulamak için neredeyse bütün televizyon kanalları çocukları şebeğe çevirmişlerdi. Bu küçük insanlara dayatma ile bir şeyler söyletiliyor ve televizyonlarda bu imkanla boy gösteren çocukların anne ve babaları oğulları ve kızları ile büyük gurur duyuyorlardı. Ve cılız sesleri ile bağırıyorlardı.
"Evde kallll... Türkiyem. Evde hayat var." Kör Zewe televizyona çıkarılan her çocuğa çıkışıyordu.
"Kızılkurt. Ne hayatı anam-babam, hayat mı kaldı. Yaşına başına bakmadan hangi hayattan bahsediyorsun? Şuna düpedüz hapis desene. Evde kal. Dört duvarın arasında kalmanın neresinde hayat var?"
Şimdiye kadar ekmiş olacağı yeşil soğanlar çoktan boy vermiş olacaklardı. Salatalıklar yuvarlak tüylü yapraklarının ardında önce onlarca sapsarı minik çiçekler açacak ve sonrasında da parlak minik salatalıklar boylu boyunca koparılmak üzere yüzü koyun toprakta uzanıyor olacaklardı. Yalnız salatalıklar mı? Kırmızı kırmızı salkım domatesler, kıvrımlı yeşil biberler, yer altına saklanan patatesler, büyük siyah küpeler misali sarkan patlıcanlar da boy göstermekten geri kalmayacaklardı. Arpa ve buğday tarlaları başağa durmuşlardır. Tabiatın bu muhteşem yeniden var olma evresine şahitlik edememek çok büyük bir burukluk veriyordu. Vaziyet böyle olunca da evde kapalı halde hepten her şeye geç kalıyordu.
Avlu kapısının hemen girişinde her yıl açan mor süsen çiçekleri bu yıl da açmışlar mıydı? Üzerlerine yeteri kadar yağmur düşmüş müydü? Çiçek vermişler miydi? Açtıkları çiçekler yine mor muydu? Daha pek çok çiçek vardı ama süsenlerin nazik yapılarını göz önüne getirip onları daha çok merak ediyordu. Onlar diğer bitkilere göre daha çok ilgi, bakım ve korumaya muhtaçtılar.
Aman Tanrım ne çok da merak ettiği şey vardı. Evin balkonuna gelip kondukça sohbet ettiği “kerkenez kuşu” kendisini arıyor muydu acaba? Onun ötüşünü ne zaman duyacaktı? Ruhuna şenlik getirip içini ferahlatacaktı. O keskin bakışlı büyük gözlerine bir kez daha bakacak ve uçarken havada adeta asılı kalmasına bir kez daha tanıklık edebilecek miydi? Bilemiyordu. Ne yapıp edip çok geç de olsa, gitmeyeli aylar da olsa soluğu yolları tozlu köyü Camili’de bir an evvel almalıydı. Ama bir taraftan da hızla yayılan salgından korkuyordu. Bunun sonu nereye varacaktı? Hayat bütün canlılar için adeta durma noktasına gelmişti. İnsanlığa yazık oluyordu. Bu savaştan beter durum daha uzun zaman almamalıydı.
Aylardır, bütün ömründe ilk defa böylesine uzun süre doğup büyüdüğü ve her daim kendisini iyi hissettiği topraklardan uzak kalmıştı. En nihayetinde çıkan yeni bir ferman ile bir aylığına köyüne gitmesine izin çıktı. Tez elden pılısını pırtısını topladı ve Camili’nin yollarına koyuldu. Üç saatlik bir yolculuğun ardından kocası Haydar ile soluğu köylerinde aldılar. Evlerindeydiler.
Kendisini artık taşımakta son demlerini yaşayan dizlerinin ağrısına bakacak durumda değildi. Oldukça sakınımlı adımlarla evine doğru yürüdü. Varsın ağrısınlar. Zaten sürekli var olan bu sızıların dindiği de yoktu. Merakla etrafa koşturdu. Aklına takılanlara bir an evvel cevap bulmalıydı.
Bahçede hiçbir şey ekilmediğinden her yıl büyük bir sevgi ile baktığı, yapraklarını okşadığı, derin derin kokladığı, konuştuğu, dertleştiği domates, salatalık, yeşil soğan ve patatesler yoktu. Tamamıyla kuruyan toprak ayrık otları ve diğer yabani bitkilerle yeşillikleri birbirine katıp üzerini renklendirmişti. Yarın ilk iş olarak bahçeyi bir adam bulup belletmeliydi. Sonrasında oturduğu yerde de olsa tek tek yeni fideler dikebilirdi. Ektiklerine bolca can suyu verdiği zaman da bir iki haftaya varmaz dilediği bahçeyi bu yıl ertelemeli de olsa edinebilirdi. Toprak bereketli ve koynuna serpiştirilecek olan tohuma gebeydi.
Aniden aklına süsen çiçekleri geldi. Aheste aheste kapıya yöneldiğinde tamamıyla solmuş ve çiçek açmamış süsen dallarını görünce dehşetli üzüldü. Yapılacak bir şey yoktu. Olduğu yere oturdu. Düşünceleri allak bullak olmuştu. Gören tek gözü ile etrafında kerkenez kuşunu aradı, ama ortalarda görünmüyordu. Kim bilir kendisini ne kadar da çok aramış ve beklemiş, bu denli uzun bir zaman görünmeyince de bilinmeyen bir yere doğru umutsuzca kanat çırpmıştı.
Karıncalar her tarafa yuva yapmışlardı. İlk defa görüyormuş gibi üstten bakıp karıncaları inceledi. Ne çalışkan yaratıklardı. Bıkıp usanmaksızın bir taraflara doğru pürtelaş gidip geliyorlardı. Bir an geliş gidişlerini bir otobana benzetti. Hiçbir karınca diğeri için engel teşkil etmediğinden, belli ki aralarında birbirlerine karşı büyük saygı duyuyorlardı.
Köyde de şehirlerdeki gibi insanlar evlerine kapansalar da hiç değilse bahçelerinde diledikleri kadar oturup temiz hava alıyorlar ve yetiştirdikleri sebzelerle meşgul oluyorlardı. Yaşlılar için böylesi bir dönemde köyde olmaktan daha iyi bir durum olamazdı. Hiç değilse temiz hava alıp gün yüzü görüyorlardı. Doğa ile daha iç içeydiler.
Kastamonu’dan gelen üryani eriği ağacı Camili’de tutunmak için direniyordu. Bu konuda biraz umutsuzluğa kapıldı. Yaprakları cılız ve soluktu. Bakalım yine de onu yaşatabilecek miydi? Sadece bitkiler ve ağaçlar değil, her şey soluk ve kurumaya yüz tutmuştu. Hayatın mutlak süratte yeniden toparlanması gerekiyordu ki, dünya bunu hakketmiyordu.
Kör Zewe yaşlı bir insandı ve hayatta kendisini yormuştu. Tandır damının gölgesinde yere bir mindere oturdu. O sırada kocası Haydar da arabadan eşyalarını indirmiş ve musluğa bağladığı hortumla evin balkonunu ve üst kata çıkan merdiven basamaklarını yıkıyordu. Merdivenin yanı başındaki toprağın ıslanması ile mis gibi bir toprak kokusu yayıldı. Cami hoparlörlerinden evlerde kalınması, ev ziyaretlerinde bulunmamaları anons ediliyordu. Köy muhtarı Hatip'in anonsu aynen şöyleydi.
"Sayın Camililer... Sakın ha sakın dışarı çıkmayın. Evinizde kalın." Bir tek "Evinizden çıkarsanız öcüler sizi hammm... yapar." demediği kaldı. Verilen gözdağı burada da gırlaydı.
Kör Zewe çok geçmeden olduğu yerde uyuya kaldı. Yolculuk da yormuştu. Başındaki eşarbı araladı. Kır saçları eşarbın altından dağınık ve kıvır kıvır beliriyordu.
Uykusu uzun sürmedi. Bir kuşun telaşlı sesi ile uyandı. Uyanıp gözünü açtığında üryani eriğini dalına konan kerkenezini gördü. Sevinçte yüreği neredeyse ağzına geldi. Avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Kınalı kuşum benim geldin mi? Ben de seni aranıyordum. Yoksun diye nasıl üzüldüm, bir bilsen. Demek geldin. Bak ben de sana geldim. Seni çok özledim. Tüylerin ne güzel parlıyor yine. Çok güzelsin. Kuyruğun biraz daha uzamış mı, ne? Bundan sonra bir yerlere gitme olmaz mı? Beni yalnız koyma tamam mı? İki elim kanda da olsa her defasında sana geleceğim. Sözüm söz. Bekle beni!”
Merdivenleri tazyikli su ile iyice yıkayan Haydar kerkenezle konuşan karısına alaycı bir gözle baktı. Bir kuşla, sanki birbirlerini anlıyormuş gibi konuşmasına anlam veremedi. Daha fazla dayanamadı ve karısı Kör Zewe’ye yöneldi.
“Bir şey soracağım. Peki sen bu kadar çok sevdiğin kuşun adını biliyor musun? Sence ne kuşu bu?”
“Ne kuşu olacak, kuş işte. Benim kuşum. Benim kuzum.”
“Bu kuşun adı kerkenez. Söyle bakalım, söyleyebilecek misin?” Kör Zewe aynısını söyleyebilmek için epeyce direndi, ama bütün uğraşısına karşın telaffuz edemedi. En son kocası Haydar ile art arda tekrarladıysa da ağzından; “Kerken…” gibi bir sözcük çıktı.
“Söyledim ya, kerken kuşu. Kerken. Ben de senin söylediğini söylüyorum. Kerrr… kennnn…”
Kerkenez kuşunun mutluluğuna diyecek yoktu. Ona hayranlıkla oturduğu yerden bakan Kör Zewe’nin göğünde beş tur attı. Uzun uzadıya sevinçten öttü. Sonrasında tekrar gelip üryani eriğinin soluk yapraklı dalına kondu. Kanatlarını havalandırır gibi art arda açıp kapadı. Kuyruğunu sağlı sollu salladı. Kendisini anacığı Kör Zewe ile koyu bir sohbetin içinde buldu. Kör Zewe'nin gören tek gözü, kerkenez kuşunun iri gözleri ile kenetlendi. Araya camiden yükselen ezan sesi girdi. Ama camiye giden yoktu.  Bahçede karıncalar kendi otobanlarında sırtlarında yükleriyle hızla ilerliyorlardı. Gün akşam oldu. Camili’ye alaca bir karanlık çöktü.

Amsterdam, 26 Haziran 2020

  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...