TEKTAŞ
“Gözlerimden
Tut da
Ciğerlerime kadar
Kırgınım…” Cemal
Süreya
Komadan haftalar sonra
uyanabildi. Başını hafifçe çevirmeye çalıştı. Fakat bütün çabasına rağmen bunda
başarılı olamadı. Gözleri ile etrafını kolaçan etti. Kendisini kar beyazı
çarşaflar içinde boylu boyunca uzanır halde bulduğu hastane odasında kimselerin
olmadığını gördü. Kollarına ve vücudunun çeşitli yerlerine anlayamadığı
kablolar ve hortumlar bağlıydı. Aynaya baksa uzaylı olduğu hissine kapılacaktı.
Başından neler geçtiğine dair aklında hiçbir iz yoktu. Bu cevabını bilmediği
devasa bir soruydu. Kendisinin bihaber olduğu bu durumu, olup biteni
birilerinin baştan sona iyice anlatması gerekiyordu. Kaç gündür bu hastane
odasındaydı? Neler olmuştu? Görünen o ki, başından çok da iyi şeyler
geçmemişti.
Alabildiğine yorgundu.
Kafasında sanki tonlarca ağırlık vardı. Bedenini kontrol etti. Uyuşturulmuş
gibi hiçbir yerinin hareket etmediğini anladı. Yüreğini apansız bir korku
kapladı. Konuşabiliyor muydu? Bilemiyordu. Hırıltı halinde bağırmaya çalıştı.
Kimseler duymadı. Etrafına bakınsa da birer şelale misali omuzlarına düşen lüle
saçlarını göremedi. Belki de kafasının altına toplamışlardı. Neredeydi ve
kendisine ne olmuştu? Galiba bir hastane odasındaydı. Sürekli bunları sordu.
Hastane yatağında yatan
yirmi yedi yaşındaki Gülay’dı. İlkbahar gecesinin bu ilerleyen saatlerinde ay
bütün haşmeti ile dünyaya gülümsüyordu. Odasının penceresinden yansıyıp
el kol hareketleri ile bin bir türlü şaklabanlık içinde işmar ediyordu. Gülay
gökyüzünde bir aynayı andıran aya cevaben de olsa gülemediği gibi kollarını
dahi kaldıramıyordu.
Yeniden bağırmaya
çalıştı. Nihayet sesini bir hemşireye duyurabildi. Haftalardır kıpırtısız yatan
hastasının uyandığını gören hemşire, odasında Gülay’a sevinçle çarçabuk göz
attıktan sonra hemen doktorları çağırdı. Uzun uzadıya yapılan tetkiklerin ardından
hastanın geçirdiği bir beyin kanaması sonucunda altı haftalık bir komada
kaldığını, kafası hariç bütün bedeninin felç olmasına rağmen bilincinin yerinde
olduğu ve konuşabildiği teşhisini koydular.
Günün keskin ışıklarının
odaya doluşması ile birlikte annesi ve babası da hasta yatağının baş ucunda
soluğu büyük bir tedirginlik ve buruk bir sevinçle aldılar. Odasındaki yoğun
trafik arasında nişanlısı Nevzat’ı gözleri arasa da onu göremedi. Baş ucunda
gözyaşları içinde kızının bir şelale halinde omuzlarından aşağı düşen, ama
ameliyat öncesi kesilen lüle saçlarını okşayamayan annesi Behiye Hanıma sakız
beyazı dişlerini usulca aralayıp kekeledi.
“Aaannee… Nevvvzaat…
Nevzat…” diyebildi.
“Nevzat bütün gece
buradaydı benim güzel kızım. Çok yoruldu, biraz dinlenmesi için eve gönderdik.
Baban şimdi arayıp çağırır. Senin uyandığını müjdeler kendisine.” Gülay “tamam,
oldu” mahiyetinde annesine bütün sevecenliği ile gözlerini kırptı.
Annesi Behiye Hanım
kızının kesilen saçlarını, ameliyat sonrası görevli hemşireden alıp bir poşete
koydu. Poşeti de el çantasına yerleştirdi. Her ne zaman kızını hissetmek istese
hemen eli çantasından içeri dalıyor, uzun dalgalı saçları okşuyor ve koklayıp
kızının kokusunu içine çekiyordu. Bu ona iyi geldiğinden her daim bir eli de omuzunda
asılı çantasındaydı. Zaman zaman çantasını diğer omuzuna alıyor ve kızının
ipeksi gür saçlarını okşamada sağ ve sol eli ile ayrı ayrı okşuyordu.
Doktorlar hastanın
dinlenmesi için anne ve babasını odadan çıkardı. Gülay’ın sağlığı ile ilgilenen
doktorlar yeni tetkiklerin yapılması ve bundan sonrasında uygulanacak olan
tedavinin belirlenmesi amacıyla toplandılar.
Hasta yatağında bir
başına kalan Gülay da büyük bir şanssızlık eseri düştüğü bu oldukça ağır ve de
altından kalkılamaz vahim durumunun değerlendirmesini yaptı. Büyük bir
karamsarlığa kapıldı. Ve en önemlisi de uyandığında nişanlısı Nevzat
görünürlerde yoktu. Uyandığında baş ucunda ve elini tutuyor olsaydı, içine
düştüğü bu vahim duruma rağmen kendisini belki de bu denli bedbaht
hissetmeyecekti. Olan olmuştu. Hayatındaki bütün renkleri birileri alıp
götürmüş, geriye belli belirsiz siyah ve beyaz olduğu seçilen iki silik renk
kalmıştı.
Nevzat, nişanlısı
Gülay'ın beyin kanaması sonrasında birkaç kez gelip gitmiş ve bir daha da
hastaneye uğramamıştı. Annesi Hayriye Hanım oğluna sürekli telkinlerde bulundu.
Oğlunun nişanı bozması için elinden geleni ardına koymadı.
“Oğlum benim Gülay’dan
artık sana yar olmaz. İyisi mi yol yakınken unut gitsin. Sana kız mı yok. Deyip
aklını çeldi ve birkaç gün içinde de nişan yüzüğünü Gülay’ın babası ve annesine
gönderdiler. Behiye Hanım ve kocası Tahsin Bey bu durumu Gülay’a hemen söylemediler.
Biricik kızları yaralıydı ve böylesine ağır bir durumu kaldıramazdı. Bunun için
biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Kızlarının şimdilik bedeninde hiçbir yeri
tutmasa da Allahtan umut kesilmezdi ve bir mucize çıkagelirdi. Lakin o zamana
kadar kendisini biraz toparlaması gerekiyordu ki, beyaz yalanlarla bu da biraz
daha ertelenebilirdi.
Oysa Nevzat’ı nasıl da
sevmişti, nasıl da yüreğini kanatlandıran bir sevdaydı onunkisi. Birazdan
mutlaka çıkagelir, elini güvenle sıcacık tutar, gözlerinin içine durur, belki
de anne ve babasından cesaret alıp dudaklarına küçük bir buse dahi
kondurabilirdi. O an gözlerinin önüne geldi. Uyuşuk hissettiği bütün bedeninde
tatlı bir hoşluk hissetti. Nevzat en kısa zamanda yanı başında olur ümidine
sımsıkı sarıldı.
Öğrenciliklerinin son
yılında tanışmışlar, üç yıllık arkadaşlığın ardından altı ay önce de aileler
arasında nişanlanmışlardı. Sonbahara girmeden de evleneceklerdi. Aralarındaki
sevginin saflığı, güzelliği, inceliği ve alabildiğine insaniliği gıpta edilecek
cinstendi. Duyduğu sevginin bu denli güzel olması Gülay’ı adeta büyülüyordu.
Kendisini pamuk bulutçuklar arasında kanat çırpan bir prenses, bir peri gibi
hissediyordu. Kanat çırpmaları esnasında düşmemesi için sıkıca tuttuğu sihirli
çubuğunu dünyaya hafifçe dokundursa, belki de bütün yeryüzü bir sevgi deryasına
dönüşecekti. Sevginin kutsanıp insanlar tarafından baş tacı edildiği, çorak
gönüllerde sevdanın gelip yerini bulduğu, güzelliğin, vicdanın, adaletin ve
bütün insani değerlerin yüceltildiği, kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı ve
kuzunun da en nihayetinde kurttan hesap sorduğu bir dünya olacaktı. Gözlerinin
önünde uçuşan peri bir anda dile geldi, yakınlaştı ve kulağına doğru fısıldadı.
“İyi ama neden o zaman
çubuğunla dünyaya dokunmadın? Her şey güzel ve güllük gülistanlık olacaktı.
Cennet dünyada olacaktı. Ama artık çok geç. Sen bundan sonrasında değil kanat
çırpmak, kılını dahi kıpırdatamasın. Dünyaya dokunduracağın çubuğun da zaten kayboldu.”
Gülay’a perinin
söylediklerini biraz zalimce geldi. Bir periden bu ses perdesinden bütün
bunları işitmek hiç de hoş değildi. Anlaşılan periler konusunda büyük bir
yanılgıya düşmüştü. Demek ki, böylesi periler de vardı. Oysa ne de güzel
gülümsemişti, o an yanaklarındaki goncalar pıtır pıtır ak güllere dönüşmüştü.
Gözlerinin önünde beliren peri zaten sonrasında da hatır bile istemeden çekip
gitti. Belki o da iyi gününde değildi.
Anka kuşu değildi.
Küllerinden yeniden doğabilir miydi? Kendisinden yeni bir Gülay doğar mıydı?
Bütün bunlar şüpheliydi. Olur ya olması halinde, ayaklanır ayaklanmaz, hiç
hissetmediği kollarında güç bulur bulmaz, söz dünyaya çubuğunu hafifçe
dokunduracaktı.
Aklına Nevzat’ın tir tir
titrer halde, büyük bir heyecanla gittikleri restoranda çatalını bıçağını bir
yana bırakıp kırmızı kadife bir kutu içinde tektaşla, diz çöküp kendisine
evlilik teklifinde bulunması anı geldi. Ne kadar da zevkliydi. Nasılda zarif ve
göz kamaştıran bir yüzük almıştı. Nevzat’a bir çırpıda “evet” demesi ve yüzüğün
parmağına takılış anı gözlerinin önünde bütün güzelliği ile belirdi.
Parmağındaki tektaşın olup olmadığını kontrol etmek istedi, ama anlayamadı.
Bedeninde en hafif bir kıpırtı yoktu. Hala bilinci yerinde olan bir ölüydü o.
Bir kitabın iki sayfası kadar
kendisine yakın olan Nevzat, sonraki günlerde de uğrak vermedi. Sevdiği onu bir
başına bıraktı. Ağrısını derinden duyduğu kalbi onulmaz derin bir yara aldı. Gururu büyük bir vitrin camı gibi kırıldı. Kendisini kızgın bir tavaya
düşüp buharlaşan savunmasız bir su damlaması gibi hissetti. Dünyaya sırtını
dönmek zorunda bırakılan, yükü sevda olan yüreğinin duvarına sırtını dayamaktan
başka elinden bir şey gelmedi. Gülay terkedildiğini anlamakta gecikmedi.
Bundan sonrasında
gönlündeki harı söndürmekte ne denli başarılı olurdu, bilemedi. Gözlerini
hastane odasının tavanına dikti. Gözyaşları boncuklar, sular seller halinde
aktı. Bilinmezlik dayanılır bir durum değildi. Umutsuzluk yüreğine bir sis
halinde çöreklendi. Gökyüzünde bütün gece gülü gülüveren ayın doğmasına daha
saatler vardı. Yirmi dört ayar hüznü ile ömrü bitmeden aşkı bitti! Hayat acımasızlığı ile burnunun dikine bildiğini okudu. Biçare kaldı. Daha yeni yeni filizlenirken
parmağını dahi kıpırdatamaz hale geldi. Canından sevdiği nişanlısı kendisi ile
vedalaşmaya dahi gelmedi. Her şeye rağmen, sağ olsun ve mutlu olsundu.
Amsterdam, 10 Kasım 20202
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder