9 Kasım 2020 Pazartesi

TEKTAŞ




TEKTAŞ

 

“Gözlerimden

Tut da

Ciğerlerime kadar

Kırgınım…”  Cemal Süreya

 

Komadan haftalar sonra uyanabildi. Başını hafifçe çevirmeye çalıştı. Fakat bütün çabasına rağmen bunda başarılı olamadı. Gözleri ile etrafını kolaçan etti. Kendisini kar beyazı çarşaflar içinde boylu boyunca uzanır halde bulduğu hastane odasında kimselerin olmadığını gördü. Kollarına ve vücudunun çeşitli yerlerine anlayamadığı kablolar ve hortumlar bağlıydı. Aynaya baksa uzaylı olduğu hissine kapılacaktı. Başından neler geçtiğine dair aklında hiçbir iz yoktu. Bu cevabını bilmediği devasa bir soruydu. Kendisinin bihaber olduğu bu durumu, olup biteni birilerinin baştan sona iyice anlatması gerekiyordu. Kaç gündür bu hastane odasındaydı? Neler olmuştu? Görünen o ki, başından çok da iyi şeyler geçmemişti.

Alabildiğine yorgundu. Kafasında sanki tonlarca ağırlık vardı. Bedenini kontrol etti. Uyuşturulmuş gibi hiçbir yerinin hareket etmediğini anladı. Yüreğini apansız bir korku kapladı. Konuşabiliyor muydu? Bilemiyordu. Hırıltı halinde bağırmaya çalıştı. Kimseler duymadı. Etrafına bakınsa da birer şelale misali omuzlarına düşen lüle saçlarını göremedi. Belki de kafasının altına toplamışlardı. Neredeydi ve kendisine ne olmuştu? Galiba bir hastane odasındaydı. Sürekli bunları sordu.

Hastane yatağında yatan yirmi yedi yaşındaki Gülay’dı. İlkbahar gecesinin bu ilerleyen saatlerinde ay bütün haşmeti ile dünyaya  gülümsüyordu. Odasının penceresinden yansıyıp el kol hareketleri ile bin bir türlü şaklabanlık içinde işmar ediyordu. Gülay gökyüzünde bir aynayı andıran aya cevaben de olsa gülemediği gibi kollarını dahi kaldıramıyordu.

Yeniden bağırmaya çalıştı. Nihayet sesini bir hemşireye duyurabildi. Haftalardır kıpırtısız yatan hastasının uyandığını gören hemşire, odasında Gülay’a sevinçle çarçabuk göz attıktan sonra hemen doktorları çağırdı. Uzun uzadıya yapılan tetkiklerin ardından hastanın geçirdiği bir beyin kanaması sonucunda altı haftalık bir komada kaldığını, kafası hariç bütün bedeninin felç olmasına rağmen bilincinin yerinde olduğu ve konuşabildiği teşhisini koydular.

Günün keskin ışıklarının odaya doluşması ile birlikte annesi ve babası da hasta yatağının baş ucunda soluğu büyük bir tedirginlik ve buruk bir sevinçle aldılar. Odasındaki yoğun trafik arasında nişanlısı Nevzat’ı gözleri arasa da onu göremedi. Baş ucunda gözyaşları içinde kızının bir şelale halinde omuzlarından aşağı düşen, ama ameliyat öncesi kesilen lüle saçlarını okşayamayan annesi Behiye Hanıma sakız beyazı dişlerini usulca aralayıp kekeledi.

“Aaannee… Nevvvzaat… Nevzat…” diyebildi.

“Nevzat bütün gece buradaydı benim güzel kızım. Çok yoruldu, biraz dinlenmesi için eve gönderdik. Baban şimdi arayıp çağırır. Senin uyandığını müjdeler kendisine.” Gülay “tamam, oldu” mahiyetinde annesine bütün sevecenliği ile gözlerini kırptı.

Annesi Behiye Hanım kızının kesilen saçlarını, ameliyat sonrası görevli hemşireden alıp bir poşete koydu. Poşeti de el çantasına yerleştirdi. Her ne zaman kızını hissetmek istese hemen eli çantasından içeri dalıyor, uzun dalgalı saçları okşuyor ve koklayıp kızının kokusunu içine çekiyordu. Bu ona iyi geldiğinden her daim bir eli de omuzunda asılı çantasındaydı. Zaman zaman çantasını diğer omuzuna alıyor ve kızının ipeksi gür saçlarını okşamada sağ ve sol eli ile ayrı ayrı okşuyordu.

Doktorlar hastanın dinlenmesi için anne ve babasını odadan çıkardı. Gülay’ın sağlığı ile ilgilenen doktorlar yeni tetkiklerin yapılması ve bundan sonrasında uygulanacak olan tedavinin belirlenmesi amacıyla toplandılar.

Hasta yatağında bir başına kalan Gülay da büyük bir şanssızlık eseri düştüğü bu oldukça ağır ve de altından kalkılamaz vahim durumunun değerlendirmesini yaptı. Büyük bir karamsarlığa kapıldı. Ve en önemlisi de uyandığında nişanlısı Nevzat görünürlerde yoktu. Uyandığında baş ucunda ve elini tutuyor olsaydı, içine düştüğü bu vahim duruma rağmen kendisini belki de bu denli bedbaht hissetmeyecekti. Olan olmuştu. Hayatındaki bütün renkleri birileri alıp götürmüş, geriye belli belirsiz siyah ve beyaz olduğu seçilen iki silik renk kalmıştı.

Nevzat, nişanlısı Gülay'ın beyin kanaması sonrasında birkaç kez gelip gitmiş ve bir daha da hastaneye uğramamıştı. Annesi Hayriye Hanım oğluna sürekli telkinlerde bulundu. Oğlunun nişanı bozması için elinden geleni ardına koymadı.

“Oğlum benim Gülay’dan artık sana yar olmaz. İyisi mi yol yakınken unut gitsin. Sana kız mı yok. Deyip aklını çeldi ve birkaç gün içinde de nişan yüzüğünü Gülay’ın babası ve annesine gönderdiler.  Behiye Hanım ve kocası Tahsin Bey bu durumu Gülay’a hemen söylemediler. Biricik kızları yaralıydı ve böylesine ağır bir durumu kaldıramazdı. Bunun için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Kızlarının şimdilik bedeninde hiçbir yeri tutmasa da Allahtan umut kesilmezdi ve bir mucize çıkagelirdi. Lakin o zamana kadar kendisini biraz toparlaması gerekiyordu ki, beyaz yalanlarla bu da biraz daha ertelenebilirdi.

Oysa Nevzat’ı nasıl da sevmişti, nasıl da yüreğini kanatlandıran bir sevdaydı onunkisi. Birazdan mutlaka çıkagelir, elini güvenle sıcacık tutar, gözlerinin içine durur, belki de anne ve babasından cesaret alıp dudaklarına küçük bir buse dahi kondurabilirdi. O an gözlerinin önüne geldi. Uyuşuk hissettiği bütün bedeninde tatlı bir hoşluk hissetti. Nevzat en kısa zamanda yanı başında olur ümidine sımsıkı sarıldı.

Öğrenciliklerinin son yılında tanışmışlar, üç yıllık arkadaşlığın ardından altı ay önce de aileler arasında nişanlanmışlardı. Sonbahara girmeden de evleneceklerdi. Aralarındaki sevginin saflığı, güzelliği, inceliği ve alabildiğine insaniliği gıpta edilecek cinstendi. Duyduğu sevginin bu denli güzel olması Gülay’ı adeta büyülüyordu. Kendisini pamuk bulutçuklar arasında kanat çırpan bir prenses, bir peri gibi hissediyordu. Kanat çırpmaları esnasında düşmemesi için sıkıca tuttuğu sihirli çubuğunu dünyaya hafifçe dokundursa, belki de bütün yeryüzü bir sevgi deryasına dönüşecekti. Sevginin kutsanıp insanlar tarafından baş tacı edildiği, çorak gönüllerde sevdanın gelip yerini bulduğu, güzelliğin, vicdanın, adaletin ve bütün insani değerlerin yüceltildiği, kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı ve kuzunun da en nihayetinde kurttan hesap sorduğu bir dünya olacaktı. Gözlerinin önünde uçuşan peri bir anda dile geldi, yakınlaştı ve kulağına doğru fısıldadı.

“İyi ama neden o zaman çubuğunla dünyaya dokunmadın? Her şey güzel ve güllük gülistanlık olacaktı. Cennet dünyada olacaktı. Ama artık çok geç. Sen bundan sonrasında değil kanat çırpmak, kılını dahi kıpırdatamasın. Dünyaya dokunduracağın çubuğun da zaten kayboldu.”

Gülay’a perinin söylediklerini biraz zalimce geldi. Bir periden bu ses perdesinden bütün bunları işitmek hiç de hoş değildi. Anlaşılan periler konusunda büyük bir yanılgıya düşmüştü. Demek ki, böylesi periler de vardı. Oysa ne de güzel gülümsemişti, o an yanaklarındaki goncalar pıtır pıtır ak güllere dönüşmüştü. Gözlerinin önünde beliren peri zaten sonrasında da hatır bile istemeden çekip gitti. Belki o da iyi gününde değildi.

Anka kuşu değildi. Küllerinden yeniden doğabilir miydi? Kendisinden yeni bir Gülay doğar mıydı? Bütün bunlar şüpheliydi. Olur ya olması halinde, ayaklanır ayaklanmaz, hiç hissetmediği kollarında güç bulur bulmaz, söz dünyaya çubuğunu hafifçe dokunduracaktı.

Aklına Nevzat’ın tir tir titrer halde, büyük bir heyecanla gittikleri restoranda çatalını bıçağını bir yana bırakıp kırmızı kadife bir kutu içinde tektaşla, diz çöküp kendisine evlilik teklifinde bulunması anı geldi. Ne kadar da zevkliydi. Nasılda zarif ve göz kamaştıran bir yüzük almıştı. Nevzat’a bir çırpıda “evet” demesi ve yüzüğün parmağına takılış anı gözlerinin önünde bütün güzelliği ile belirdi. Parmağındaki tektaşın olup olmadığını kontrol etmek istedi, ama anlayamadı. Bedeninde en hafif bir kıpırtı yoktu. Hala bilinci yerinde olan bir ölüydü o.

Bir kitabın iki sayfası kadar kendisine yakın olan Nevzat, sonraki günlerde de uğrak vermedi. Sevdiği onu bir başına bıraktı. Ağrısını derinden duyduğu kalbi onulmaz derin bir yara aldı. Gururu büyük bir vitrin camı gibi kırıldı. Kendisini kızgın bir tavaya düşüp buharlaşan savunmasız bir su damlaması gibi hissetti. Dünyaya sırtını dönmek zorunda bırakılan, yükü sevda olan yüreğinin duvarına sırtını dayamaktan başka elinden bir şey gelmedi. Gülay terkedildiğini anlamakta gecikmedi.

Bundan sonrasında gönlündeki harı söndürmekte ne denli başarılı olurdu, bilemedi. Gözlerini hastane odasının tavanına dikti. Gözyaşları boncuklar, sular seller halinde aktı. Bilinmezlik dayanılır bir durum değildi. Umutsuzluk yüreğine bir sis halinde çöreklendi. Gökyüzünde bütün gece gülü gülüveren ayın doğmasına daha saatler vardı. Yirmi dört ayar hüznü ile ömrü bitmeden aşkı bitti! Hayat acımasızlığı ile burnunun dikine bildiğini okudu. Biçare kaldı. Daha yeni yeni filizlenirken parmağını dahi kıpırdatamaz hale geldi. Canından sevdiği nişanlısı kendisi ile vedalaşmaya dahi gelmedi. Her şeye rağmen, sağ olsun ve mutlu olsundu.

 

Amsterdam, 10 Kasım 20202

 

 

 

 

  

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...