HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA
Yaz mevsiminin bunaltıcı sıcaǧında, hanımı ile oturduǧu balkondan, güneş, irili
ufaklı yükselen binaların ardında, göz kamaştıran bir kızıllık bırakıp
kaybolurken, içeri doǧru hafiften sesini yükselterek;
“Kızım
Peri” diye seslendi. Bu gür ses, emekli olduktan hemen sonraki gün,
sakallarını kesmeyip, bıyık bırakmak isteyen ve şimdilerde haşmetli burnunu,
kömür karasına boyadıǧı kalkık kıllar ile sunum yapan, kel albay
Hasan Bey’e aitti. Bir hafta sonra bıyıkları daha yeni ele gelmeye başlamıştı
ki, son görev yeri olan Elazıǧ’dan, bin dokuz yüz elli yılının baharında, bütün
ev eşyasını askerlere paketletip, kiraladıǧı bir kamyona yükletti. Ankara’da on
yıl önce almış olduǧu dairedeki kiracıyı çıkartıp, kendisi taşındı.
“Kızım Peri,
şu çayı tazeler misin?”
“Geldim
babacıǧım, hemen şimdi.” Babasının boş bardaǧını saygı ile
eǧilip alırken, annesi yeşil gözleri ile akça pakça yüzünü kızına doǧru
kaldırıp, O'na bakıyordu. Aldıǧı son yudum çayın ardından, Kel albay Hasan’ın eşi Gülşen Hanım
da, boş bardaǧını doldurması için, sevecen bir gülümsemenin
beraberinde, hayran hayran süzmeye devam ettiǧi; on beş yaşında, simsiyah kıvırcık saçlı, kömür gözlü, esmer tenli, ince ve uzun boylu kızına uzattı.
“Bana da çay
doldurur musun, kızım. İki defa gidip gelmene gerek yok, sen de gelip,
yanımıza oturmak istemez misin? Benim canım, güzeller güzeli kızım.”
Peri
annesinin sürekli yinelediǧi “güzeller güzeli”
lafına hiç inanmıyordu. Annesine neden hiç benzemiyordu, buna anlam
veremiyordu. Böylesine beyaz tenli, yeşil gözlü, güzel bir annenin kızı neden
böyle kara kuruydu. Ankara’ya taşınalı üç hafta olmuştu. Burada hiç arkadaşı
yoktu. Uzak akrabası olan bir kaç aile vardı, ama henüz
onlar ile görüşmemişlerdi. Zaten üç haftadır evin işleri ve eşyaları
paketlerden çıkarıp, tek tek yerleştirme işi yeni bitmişti. Ailecek epeyce yorulmuşlardı.
Annesi ile her tarafı güzelce silip, mobilyaları ve eşyalarını
yerleştirme işi ne kadar da uzun sürmüştü. Babası evin içinde tamir yaparken
veya odaların lambalarını takarken eǧiliyor, sol şakaǧında dökülmeyen, uzatıp,
tepesine yapıştırdıǧı saçları sarktıkça, anne kız
birbirlerine bakıp, çaktırmadan kıkır kıkır gülüyorlardı.
Çok yorulmuşlardı ama, sonunda her şey istedikleri gibi olmuştu.
Çay
süzgecini bir iki defa salladıktan sonra, ilave ettiǧi sıcak su, çayları
berraklaştırıp, daha bir kızıllaştırdı. Tepsiyi kaptıǧı gibi balkona
gitti. Babası uzatılan çayı almak için, elini burmakta olduǧu bıyıklarından
çekip, bardaǧını aldı. Kel albay Hasan Bey çayına şeker atıp, yüksek ses ile
karıştırırken, yıllardır şekersiz içmeyi tercih eden Gülşen Hanım üst üste iki
yudum aldı. Peri mutfaktan bir tepsiye doldurduǧu iki avuç ayçiçeǧi
çekirdeklerini alıp, yere annesinin yanına çömeldi. Hızla çatırtılı sesler
çıkararak, çekirdeklerini çıtlatırken, annesinin besili beyaz kollarına,
biçimli dolgun yüzüne, zümrüt yeşili gözlerine büyük bir hayranlıkla
bakmaya koyuldu. Annesi olduǧu halde, O neden
O’na hiç benzemiyordu. Huyu suyu da aynı deǧildi. Babasına
da hiç benzemiyordu. O evin kara koyunuydu. Ne olurdu, çok az da olsa annesini
andırsaydı. Kendisinin teni de böyle ipeksi ve kar beyazı olsaydı. Bunun
neden böyle olmadıǧını her sorduǧunda, annesi neden sinirleniyordu.
“Ne bileyim
kızım, nereden çıkarıyorsun bunları? Aklına neden böyle olur olmaz
her şeyi getiriyorsun?” diye, geçiştiriyordu. Hayranlık ile annesinin çıplak
koluna dokundu. Teni ne kadar ipeksiydi. Derin bir iç geçirip, sırtını balkon
demirlerine acıtırcasına bastırdı. Bu sırada yan komşunun penceresinden,
babasının çok iyi bildiǧi ve hala ara sıra mırıldandıǧı bir Elazıǧ türküsü
yankılanarak yükseldi.
“Hüseynikten
çıktım şeher yoluna
Kol
ağrısı tesir etti canıma
Yaradanım
merhamet et kuluna
Yazık
oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem
şu feleğin bana cevri ne
Telgrafın
direkleri sayılmaz
Ati
hanım baygın düşmüş ayılmaz
Böyle
canlar teneşire koyulmaz.“
Babası türküyü duyar duymaz, derin düşüncelere daldı. Yıllar
öncesine gitti. Bin dokuz yüz otuz sekiz yılında Dersim’de daha çiçeǧi burnunda
bir teǧmen olduǧu günler, gözlerinin önünden bir kez daha geçti. Oturduǧu
sandalyede eǧildiǧinden, kafasının keli kabak gibi ortaya çıktı. Peri annesinin
kolunu sıvazlamaya devam ettiǧinden, her zaman kendisine komik gelen bu durumu
fark etmedi. Gülşen Hanım da sokaktan geçenlere yeşil gözlerini kısarak
bakıyordu.
Dersim harekatına
katıldı. Bu büyük Dersim "Tertelesiydi". Farklılıkları suç olarak görülen, ama kendi damarlarında dolaşan ile aynı
renkte olan masum insanların kanına ellerini buladı. Genç olmasına raǧmen
şapkasını çıkardıǧında keli gözüken, Hasan teǧmen de, gerekmediǧi halde, “olmazsa
da olurlar” ile artan nüfus yoǧunluǧunun kontrol edilip, zaruri ayıklanmaların
yapılması işlemlerinde komutan olarak görevliydi. Elbette O da bir
emir kuluydu, demiri kesen komutlar yukarılardan geliyor ve kendisi de sadece
uygulamak ile yükümlüydü. Bu teselli ile yaşlandıkça artan iç hesaplaşmasını
bastırmaya çalışsa da, çoǧu zaman başarılı olamıyordu. Rüyalarında hala
travmalar yaşamaya devam ediyordu. Büyük bir vicdan azabı yıllar sonra gelip,
yakasına yapışmıştı. Psikolojik tedavilerin de, bu bozuk ruh halinin deǧişimine
bir katkısı yoktu.
Emrinde elli
askeri ile Peri Suyu yamacında yer alan köyleri tek tek
arayıp, gerekli ayıklamayı yapma misyonunu üstlenmişti. Askerlerini
gruplara ayırdı. Yılan kıvrımları ile yoǧun meşelikler, renga renk
kır çiçekleri, gelincikler, börtü böcek, siyah frenk
üzümleri, ayıgülü, kar sümbülü, çiğdem, ışkın, şakayık, mor newroz, ters lale, sater, solucan otu, çakşır mantarı, kenger ve eşi benzeri olmayan daha pek çok
bitki örtüsü ile bezeli, büyük bir botanik bahçesini aratmayan Dersim
daǧlarının ve tepelerinin arasından, yer yer sarp kayalıkların gölgesinde, bir
Dersim dilberi güzelliǧinde, bin bir naz ile çaǧıldayıp, süzülen Peri Suyu
yamacındaki büyük bir köye girmek üzere, küçük takımlar halinde usul usul taş
yapılı sıvasız evlerin arasına akşam karanlıǧında tam teçhizat daldılar. Üç takım
askerini, köylülerin kaçmasına engel olmak için köyün etrafını çevirmekle
görevlendirdi. Köyde önceleri bir kaç köpeǧin sesi geldiyse de, önlerine atılan
zehirli ekmekler ile bu tehlike uyarıcısı, sahiplerine sadakatta kusur
etmeyen canlılar da, böylelikle devre dışı bırakıldılar. Atılan ekmekleri hızla
kapan, hayvanlar alçak sesle bir iki inlemenin ardından, bulundukları
yerde boylu boyunca kıvrılıp, boynu bükük kalakaldılar. Hasan teǧmen
yanından hiç ayırmadıǧı Rüstem çavuş ile köyün ilk evine dalmak için hızla
kapıyı vururken, ikili üçlü gruplara ayrılan diǧer askerler de, başka
evlere baskın vermek üzere daǧıldılar. Köylüler evlerden tek tek suçlarının ne
olduǧundan bihaber olmanın şaşkınlıǧı ile çıkarılıp, kıskıvrak yakalandılar.
Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk demeden köy halkını, meydana toplayıp,
ellerini ayaklarını baǧladılar. Çocuklar aǧlayarak elleri başları üzerinde
kavuşturulmuş şekilde getirilirken, bazen bunu
yapmayı unuttuklarından, atılan tokatlarla ikaz ediliyor, sendeleyip
yere düşüyorlardı. Hasan teǧmenin yanında yer alan Kütahya‘lı Rüstem çavuş,
Beyto’nun Haydar’ın kapısını inatla vurmaya devam ediyordu. Kapıyı
açmıyorlardı. Hasan teǧmen iki asker daha çaǧırdı.
“Benden
günah gitti. Kırın lan kapıyı.” diye emir verdi. Zayıf bir
bünyeye sahip olan Rüstem çavuş bir iki adım geri çekilirken, doksan beş kilo
ile herkül görünümlü Kayseri’li Şükrü onbaşı ve ondan pek de geri
kalmayan, aǧır sıkletlerden er rütbeli Ankara’lı Kasım kapıyı kırmak üzere
hızla koşup, omuzladılar. İlk omuzlama çok da saǧlam bir kilidi olmayan,
ahşap kapının kırılmasına yetmedi. İkinci darbe bu işe bir çözüm getirmeliydi.
Yoksa burnundan soluyan ve iyice hiddetlenmiş gözüken Hasan teğmenin amansız
gazabına uǧrayacaklardı. Çok şükür istedikleri oldu ve kapı hızla ardına kadar
hızla açılıp, duvara çarptı.
Kapı hızla
vurulurken Haydar ve hanımı Gülizar daha üç yaşlarındaki biricik kızlarını bari
kurtarabilmek için, iki odadan oluşan evlerinde yer olmadıǧı için uyuyan
kızlarının üstünü minderlerle örterek saklıyorlardı. Daha
önce komşu köylerde çocukların dahi gözlerinin yaşına bakılmadıǧını
duyduklarından, kendilerinden vazgeçmiş halde teslim oldular. Gülizar ölüm
korkusu ile elektriǧe tutulmuş gibi titrerken, bir yandan da hala uyumakta olan
kızlarının bulunmaması için korku dolu ela gözleri ile askerlere fark
ettirmeden köşedeki minderlere doǧru bakıyordu.
Hızır Aleyhüsellam yetişip, Rüstem çavuş ve Şükrü onbaşının kızlarını
görmesini engelledi. Haydar ve Gülizar da elleri başlarında itile kakıla
getirilip, elleri ayakları baǧlandı.
Rüstem çavuş
ayakları taşlık zeminde sendeleyerek koşup, tekmil vermek üzere kısa küt
parmaklarını şapkasının kenarına gelecek şekilde birleştirdi. Ay ışıǧının düştüǧü yüzünü gererek, tekmil verdi.
“Muhabere
çavuş Rüstem Altınova. Köy eşkiyalardan temizlendi. Elli üç erkek,
yetmiş bir kadın ve seksen altı çocuk yakaladık. Emir ve görüşlerinize hazırız
komutanım.“
“Aferin
asker. İyi iş becerdiniz. Rüstem, emir komuta sende, ayaklarını çözün.
Şunları kendirler ile birbirine baǧlayın ve Mustafa albaya götürün. ”
Rüstem çavuş verilen emri askerlerin yardımı ile gece karanlıǧında
evlerden aldıkları bir gazlı fenerin ışıǧında yerine getirirken, çocukları
baǧlamadan, elleri başlarının üzerinde tutmalarını baǧıra baǧıra emretti.
İşlemler bitti ve Rüstem çavuş komutasındaki köylüler sıra halinde albay
Mustafa’nın konuşlandıǧı yerde kendilerini bekleyen kaderleri ile yüzleşmek
üzere, yola çıkmaya hazır hale geldiler. Bu sırada Hüseyin dedenin korkudan
sara nöbetine yakalanması ile işlerin uzayacaǧını gören Hasan teǧmenin başını
hafiften eǧerek verdiǧi emirle, yetişkinlerin ve çocukların korku dolu
bakışları ve attıkları çıǧlıkların gürültüsünde, sesi pek duyulmayan başına
sıkılan kurşunla, yetişkin sayısı elli ikiye düşürülerek, askeri
disiplin ile yola çıkarıldılar. Köylüler bilinen sona doǧru yol alırken, Hasan
teǧmen de, beraberindeki iki takım askeri ile evleri tekrar yoklamak üzere boş odakara daldılar. Minderlerin altından üç yaşlarında kara kuru bir kız çocuǧu
etrafına bakınarak, Hasan teǧmen ve askerleri eve girerken uyandı. Korku dolu g özlerini kırpıştırarak, silahlı amcalara baktı. Korkmadı. Gülümsedi. Acaba, baba ve annesi nereye gitmişlerdi?
Balkonda çekirdek
çitleyen Peri bir an duraksadı. Komşularının radyosu başka bir türküyü
seslendirirken, anlamlı, sorgulayan, kömür karası gözleri ile
annesinin yüzündeki ürpertili zümrütlerin derinliklerine seslendi:
“Anneciǧim,
ben neden sana hiç benzemiyorum?”
Amsterdam, 20 aǧustos 2012