KINALI
“Sen yine de benden yana,
ferah tut yüreğini.
Benim hüznüm,
yakasından eksik etmez çiçeğini..." Metin Altıok
Yaz ortası. Boğucu sarı sıcak dört bir yanda kol
geziyor. Gün, ışıl ışıllığına çoktan kavuştu. Ay bir kez daha
küskün, pılısını pırtısını topladı. Buruştura buruştura muşmulaya dönüştürdüğü güzel yüzünü düşürüp bir
yerlere seyirtti. Bu küçük şirin sahil kasabasının çıkışına yakın, genişçe
bir düzlükte, safir deniz sularının bir sigara içimi uzağında, sarı boyalı, tek
katlı büyükçe bir ev. Taş örmeli geniş bahçe duvarlarının üzeri dikenli
tellerle çevrili. Görünürlerde bahçede ve etrafta kimsecikler yok. Bir tek
serçeler hareket halindeler. Sohbetlerine de diyecek yok. Ağaç dallarının birinden
diğerine kısa "pır pır uçuşları" ile konuyorlar. Evin bahçesinde meyve ağacı olarak kalın gövdeleri kireçle boyalı beş zerdali ağacının beşini de güneşi gören tarafları kırmızıya
çalan, yumurta sarısı zerdaliler basmış. Bahçe duvarının dipleri bakımlı,
birbirinden alımlı rengarenk çiçeklerle bezeli. Ağaç dalları zerdalilerin
ağırlığından "Buyursunlar efendim, hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz."
türünden yerlere doğru eğilmelerle kırılacaklarmış gibi görünüyor. Boğumlu
dallardaki zerdaliler, yoğunlukları ile adeta üzüm salkımı görünümünde.
Bahçe avlusunun orta kısmında yer alan evin kapısı çok
geçmeden usulca aralandı. Gül desenli eteğin altında aheste atılan adımların
bahçeye getirdiği ev sahibesi Melek Hanımdı. Beraberinde Berfe de vardı.
Bahçede akasya ve asmalar ile örtülü kamelyaya yerleştiler. Birkaç tane buz
attığı kızılcık şerbetinden bir yudum aldı. Kırışıklara meydan okuyan kapalı
göz kapaklarını aralayıp Berfe’ye baktı. Berfe'yi kendisini süzer buldu.
Derinden olanca sevecenliği ile ona;
“Canımm…” deyip göz kırptı. Yetmişli yaşların
basamaklarını tırmandığı bu zamanda Berfe’den başka da kimsesi kalmamıştı.
Güngörmüş, kültürlü, bilgili, alımlı, pozitif enerjili ve asil bir kadındı.
Artık yaşlanmaya yüz tutmuş canının özü bir tek oğlu vardı. Murat. O da
yıllarca önce evlenmiş, Melek Hanımın yedi yıl kadar önce yerleştiği bu sahil
kasabasına değil, eşi ile birlikte uzaklara, İstanbul’a yerleşmişti. Geçen
yıllar oğlunu baba kılmayınca, Melek Hanım da torun sahibi olamadı. Bu
güzellikten ve duygudan da mahrum kaldı. Güzelliğini tadacağını umduğu bütün
beklentileri yarım kalakaldı.
Hafiften esen ılık bir rüzgârla zerdali yüklü dallar
sallandı, yapraklar bir ağızdan hışırdadılar. Bütün bahçeyi buram buram yasemin
kokusu sardı. Melek Hanım havaya savrulan kurşuni saçlarını, nar kırmızısı
ojeli ince uzun parmakları ile düzeltti ve ardından meyveyle dolup taşan
dallara baktı. Gözleri, parmağından hiç çıkarmadığı kocasının hatırası, manevi değeri çok olan pırlanta ve ortası
yakut taşlı antika yüzüğe takıldı. Dolgun, yine nar kırmızısı rujlu dudakları
ile hafifçe tebessüm etti. Kocasının evlilik teklifinde bulunduğu o an,
dizlerinin üzerinde masumca çöküşü, bu yüzüğü uzatması, titrek bir sesle;
"Benimle hayatı paylaşır mısın?" diye sorması, kendisinin art arda
"Evet... Evet... Evet..." demesi ve sonrasında olabildiğince sıkıca
birbirlerine sarılmaları gözlerinin önünden saniyeler içinde çarçabuk geçti.
Buğulanan gözlerinden yanaklarını okşayan iki damla gözyaşı boncuklar halinde
biçimli çenesine doğru kaydı. Yüreğinde hoyrat ayaklar tarafından ezilmiş bir
gülün hüznünün benzerini hissetse de, bunu Berfe'ye belli etmemek için bir
çırpıda toparlanmaya çalıştı. Ola ki, görür diye; tez elden hiçbir şey olmamış
gibi yüreğinin ezincini bir tarafa koyup, bütün şirinliği ile gülümsedi.
Gözlerine inanamıyordu. Bu yıl çok bereketliydi. Bunca
zerdaliyi ne yapacaktı? Kimseler de yoktu ki onlara dağıtsaydı. Olmadı bir
kısmını kurutur, birazını reçel yapar ve arta kalan yüklüce miktarını da konu
komşuya dağıtırdı. Kendisi ne kadarını yiyebilirdi ki, taş çatlasın yıl boyunca
iki-üç kilo kadar. Berfe de yemezdi. O bir kınalı keklikti ki, kekliklerin
zerdali yediği görülmüş şey değildi.
Berfe'si ile baş başaydı. Birbirlerinin rüyalarında yaşıyor gibiydiler. Bütün sıkıntılarını derin
bir hüzünle akan bir suya anlatır gibi bir tek ona anlatıyordu. Berfe de onu usluca
dinleyip, üzüntüsünü paylaştığını belirtmek için kınalı tüylerin kapladığı
pençesi ile toprağı eşeliyordu. Yine ol hikâyesini sil baştan anlatmaya
koyuldu. Asıl önemlisi, bitmek tükenmek nedir bilmeyen, kendisini tamamen
savunmasız bırakan yalnızlığı canına tak etmişti. Altından kalkılacak gibi
değildi. Bir uğrak verip selam veren Allah'ın tek kulu yoktu.
Eşi matbaacı Sefer Bey evliliklerinin üzerinden on beş
yıl kadar geçmişti ki, yakalandığı amansız bir hastalık sonrası çarçabuk
dünyaya gözlerini kapadı. Sadece dünyaya değil, Meleğine de gözlerini kapadı,
veda etti ve onu bir başına yapayalnız koydu. Dünyaya veda etmekle kocası
onların birlikteliğinden vazgeçmiş oluyordu. Acımasızca; "Hoşça kal
canımın içi hoşça kal/ Hoşça kal gözümün nuru hoşça kal/ ........./Vakit
tamam/seni terk ediyorum." dedi. Tam da ona ihtiyaç duyduğu, yanında ve
kendisine her yönden destek olmasını beklediği, elini sıkıca tutmasını,
gözlerinin derinlerine bakmasını istediği bir zamanda ardına bakmadan çekip gitmişti.
Onunla birlikte olmak belki de vaat edilen cennetti.
Lakin bu mutluluğu kısa sürdü. Bulunduğu cennetten Adem ile Havva misali
kovuldu. Oysa hiçbir suç veya günah işlememişti. Pür ve kar gibi aktı. Bırakın
yasaklı elmayı yemeyi, bahçesindeki zerdalileri bile yiyemiyordu. Bütün suçu
güzelliklerden, insanlıktan, eşitlikten, hak ve hukuktan yana mı olmaktı? Ömrü
boyunca bu insani değerler için mücadele etmemiş miydi? Bilemiyordu. Bu
muammanın içinden çıkamıyordu. Bu cennetin tek meyvesi oğulları ki, Sefer Beyin
ölümünden sonra hem annelik, hem de babalık ettiği Murat anacığını diz boyu
vefasızlığı ile kırk yılın başında bir kez arıyordu. Oğlunu gözünden sakınır,
yemez yedirir, ona en iyi koşulları sağlamak için yaralı bir serçe misali
çırpınmıştı. Yeter ki iyi olsun, yeter ki o mutlu olsundu. Nerede yanlış
yapmıştı, bunun cevabını bulamıyordu. Canı sağ olsun, yeter ki acılarını
görmesin o da kendisine yetiyordu. Ona özlem duyarak kendisi acı çekse de
olurdu. Bu nedenle sol yanında hasretle pır pır atan kalbi alabildiğine
hicrandı. Bu uzak sahil kasabasında canından öte canı, arkadaşı, sırdaşı,
yoldaşı ve biricik dostu Berfe’den başka kimi kimsesi yoktu. Her yanı kınalı,
onu anlayan, dinleyen ve üzüntüsünü paylaşan yüreği büyük, küçük bir cana
sığınmıştı.
Melek Hanım hüzünlü bir anlatımı takip eden matemli
bir bakışla elini Berfe’ye uzattı. Tepeden tırnağa onun rengârenk, parlak ve
kaygan tüylerini uzun uzadıya okşadı. Berfe sahibesinin bir somun ekmeği
sıcaklığındaki ellerinden yayılan şefkati, bedeninin bütününde hissetti ve
hoşlukla mayıştı, teslim oldu. Sonrasında Melek Hanımın badi parmağına uzun uzadıya yanağını sürttü. Mutluluktan bir iki öttü. Kafesini doğru gitti. "Bir arkadaşa bakacağım." der gibi yeniden kapısı açık olan
kafesten çıktı. Ayçiçeklerinin, sardunyaların, hanımelilerin, mor salkımların, yaseminlerin ve
mis amber kokulu kızıl güllerin arasında birkaç kez volta attı. Sonrasında cam
parlaklığındaki minnacık gözlerini, Melek Hanımın boncuk mavisi gözlerine
dikti.
Etrafta kuş cıvıltıları dışında büyük bir sessizlik
hakimdi. Melek Hanım her gün olduğu gibi birazdan Berfe’ye yine kitap
okuyacaktı. Bugün sıra Kum Kent Öyküleri adlı kitaptan, önce Kör Zewe ve
sonrasında bir kez daha Mujik ile Tujik öykülerini okuyacaktı. Berfe’ye daha
önce defalarca Mujik ile Tujik adlı iki kirpinin aşkını anlatan öyküyü
okumuştu. Berfe bu öyküye bayılıyordu. O nedenle onu mutlu etmek için okunan
her öyküden sonra, bir kez daha bunu okuyordu. Mujik veya Tujik’in adını
duymaya görsün hemen Melek Hanımın yanı başına bitiyor, “çuk… çuk… çuk…” diye
bir kaç kez öttükten sonra gagasını yanlamasına sahibesinin dizine koyuyor ve
pür dikkat dinliyordu. Belki de Mujik’e âşık olmuştu. Berfe’ye göre doğrusu
Tujik şanslı diken yumağı dişi bir kirpiydi. Görünen o ki; Berfe öyküdeki
Mujik’e karşı minik yüreğinde platonik bir aşk barındırıyor ve bu sevda onu
ondan alıyordu.
Berfe can kulağı ile dinliyor, bir yandan Kör Zewe’nin
öyküsüne hüzünleniyor, bir yandan da Mujik ile Tujik’in aşkını kıskansa da, bir
an evvel Melek Hanımın okuyacağı iki kirpinin büyülü aşkına kulak vermek için
sabırsızlanıyordu. Akşamın alaca karanlığının bastırmasına az bir zaman kaldı.
Var olan koşullarla yaşamanın tadını çıkarma yoluna gitmekten başka çareleri
yoktu. Berfe heyecanlı, Melek Hanım da şen şakrak gördüğü dostunun bu halinden
mutlu oluyor ve yüreğindeki matemi kovmaya çalışıyordu.
Beklenen alaca karanlık zerdali ağaçlarını da içine
alacak şekilde dünyanın büyük bir kısmını kapladı. Melek Hanım ve Berfe bir kez
daha araladıkları evlerinin kapısından içeri daldılar. Pencerelerden lambaların
loş ışıkları dışarı süzüldü. Bahçe sessizliğe teslim oldu. Ağaç dallarındaki
serçeler başka bahçelere doğru hızla kanat çırptılar. Küskün ay, gecenin
ilerleyen saatlerinde yüzünü buruşturmalarla çıktığı seyahatinden döndü. Mehtap
derin uykudaki Melek Hanım ve Berfe'nin sarı boyalı evini sevgili gibi yeniden
sarıp sarmaladı.
Amsterdam, 11 Temmuz 2019