SÜRGÜN
Ne güzel, bir çırpıda; "açık alınla, on yılda on savaştan" tereyağından kıl çeker gibi çıkıldı. Anayurt; örümcek ağlarını andıran "demir ağlarla örüldü ". O uzun hummalı çalışmaların ardından ulaşılan nokta, elbette ki, tek kelime ile muhteşem. Artık bu raylar üzerinde dağ, taş, dere
ve tepe engeline takılmadan; insanları yığınlar halinde Anadolu’nun bir
köşesinden alıp, diğer bir yerine götürecek olan kömür karası trenler var. Kimi
yolcularını sevdiklerinden bir süreliğine ayırırken, bir o kadarını da özlem
duyduklarına kavuşturacak. Bu demir raylarının uzandığı Elazığ Garı’nda,
bekletilen ve lokomotifinden kara dumanlar yükselen, kara yük treninin
vagonları balık istifi, tıka basa insan dolduruldu. Elbette kan ter içinde yaptırılan,
bunca zahmet ve devlet hazinesindeki onca çil altınına mal olan, yılan kıvrımlı
yolların şimdi bir işe yaramalarının zamanı.
Tren lokomotifinin geniş bacasından
önceleri göğe doğru yükselen, sonradan yeniden alçalan kara dumanlar etrafı
alabildiğine kapladı. Süngü takılı tüfekleri ile haki üniformalı askerler,
hareket halindeki insan selini zor kullanarak kontrol etmeye, onları ite kalka
eziyet ederek, yük vagonlarının kapılarından içeri sokmaya çalışıyorlardı. Daha
çok ezik, yorgun, umudu olmayan yoksul görünümlü insanı, içeri sokmaya
zorlarlarken, kurbağa görünümlü eli silahlı askerler bir yandan da dumandan
yanan gözlerini ellerinin tersi ile siliyorlardı. Maraş’lı Ökkeş Çavuş bir an
önce vagonlardan içeri girmeleri için tüfeğinin dipçiği ile insanların sırtlarına
üst üste acımasız darbeler indirmeye başlayınca, emir komutasındaki bütün erler
bunu bir komut olarak algıladılar. Onlar da dipçikleri biçare insanların
omuzlarına olanca güçlerini ortaya koyup, vurmaya başladılar.
Dipçik darbelerinden korunmak maksadı ile ellerini enselerine götürmeye
çalıştılarsa da, bunun bir faydası olmadı. Bir an evvel vagonlara doluşmaktan
başka çareleri yoktu. Yine de babalar ve anneler,
omuzlarına dipçik darbeleri inerken dönüp, aile fertlerinin de aynı
vagona bindirilip, bindirilmediğine bakıyorlar, yalvaran yaşlı
gözlerle çocuklarını, yürümekte zorlanan ihtiyar anne ve babalarını
arıyorlardı. Ellerini uzatıp, çocuklarını ve yakınlarının ellerinden tutup,
kendilerine çekiştirirlerken iliklerine kadar hissettikleri acılar ile kolları
yanlarına düşüyor tökezleyip, yere yuvarlanıyorlardı.
Düzgünlerin Salman canını dişine
takıp, ellerinden yakaladığı gibi, annesini hızla kendisine doğru çekti,
güçlükle vagonun içine aldı. Kara dumanlar arasından bir açıklık bulup,
ışıldayan güneşe son bir kez baktı. Nisan ayının güneşi daha on yedisine yeni ayak
basmış olan, parlak kıvırcık saçlı, açık mavi gözlerini kırpıştıran
delikanlının yüzünün güzelliğini ortaya çıkarıp, bir anlık aydınlattı. İçerisi
karanlıktı. Vagonların pencereleri yoktu. Sadece insanların doluştuğu kapıdan
ışık süzülüyor, ağır bir hayvan gübresi kokusu yükseliyordu. Babası da çok
geçmeden yanlarına geldi. Korku ile titreyip, “ya hızır” diye mırıldanarak
birbirlerine tedirginlikle bakan insanların arasından süzülüp, vagonun bir
köşesinde dineldiler. Güllü’nün sıkıca tutunduğu vagon kapısındaki açıklık
parmağını kesti. Serçe parmağından damlalar halinde kanlar, vagon zemininde
lekeler bıraktı. Güllü sevgi dolu gözlerle Salman’a bakıp, “önemli değil be
oğul... önemli değil” geçer şimdi demek istese de, oğlunu ikna edemedi. Salman
iyice kırışmış olan gömleğinin alt tarafından dişleri ile yırttığı parçayı
koparıp, annesinin parmağını sıkıca sardı. Akan kan sıkıca bağlanan beze fazla direnemedi,
sadece beyazlığın üzerinde yuvarlak kırmızı bir nokta oluşturdu ve durdu.
Babası Haydar derin bir iç çekişi ile karısı Güllü’nün elini avuçlarının içine
alıp, usulca okşadı. Güllü bir an da olsa kendisini iyi hissetti. Evinin
erkekleri şahin gibi etrafında kol kanat geriyorlardı. Fakat kendi anne ve
babasından haber yoktu. Komşu köye on dokuz yıl önce gelin gelmiş, anne ve
babasını kardeşleri ile on kilometre uzaklıktaki köylerinde bırakmış, ama
onları her bayramda ziyaret edip, hal ve hatırlarını sormayı bugüne
değin ihmal etmemişti. Bu düşüncelerden arınıp, kendisine geldiğinde az ileride
bulunan komşuları Firfirik Hüseyin ve karısı Cemile ile göz göze
geldi. Vagon kapısının yanında komşu ailelerin kızları Güher, Zeyni
ve Bevir de sürülenlerdendi. Hayatlarının baharındaki bu gencecik
kızların hüzünlü bakışlarını daha fazla yüreğinde hissetmemek için bakışlarını
indirdi.
Nazimiye ve Pülümür'den kamyonlarla önce Kutudere,Türüşmek ve ardından Yeniköy'e, oradan da yine kamyonlarla Elazığ Garı’na getirildiler. Haydar Sürgüne gönderildiklerini biliyordu. Jandarmalar kendi aralarında konuşurken trenin Kütahya’ya gittiğini duydu. Dersimlileri yakaladıkları gibi batıya sürgüne gönderiyorlardı. Bu kafile ile de yerlerinden yurtlarından, sevdiklerinden, akrabalarından ve komşularından kopartılıp, sürgüne gönderilme sırası onlardaydı. Kütahya’ya sürgün gidiyorlardı. Çıkarılan mecburi iskan kararı ile sürgüne gönderilenlerin, tekrar kendi topraklarına dönmeleri de yasaklanıyordu.
“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”
Cemal Süreya
Uzun uzadıya acı acı öten trenin
harekete gemesi çile birlikte, tıka basa sürgün dolu yük vagonları, yoğun bir duman
bulutunu ardında bırakıp gardan ayrıldı. Vagonlardaki insanlar ani kalkışın
getirdiği sarsıntı ile ayakta ileri geri gidip geldiler. Vagon duvarlarına ve
birbirlerine tutunmaya çalıştılar.
Güllü geride kalan anne ve babasını
düşündü. Ne haldeydiler, acaba onlar da sürgün edilmişler miydi? Uçaklarla
bombalanan, tüfeklerin ateşine hedef olan ve süngülenen insanlar geldi
gözlerinin önüne. Dereler nasıl da kızıla boyanıp, kan akmıştı. Bu travmadan
nasıl kurtulacaklardı. Yetmedi, şimdi de sürgüne gönderiliyorlardı. Köyleri
Gewrek’teki anne ve babasının, hasta yatalak amcası Tello’nun ve diğer
akrabalarının yokluğuna nasıl karşı koyacaktı. Bütün bu olup biteni nasıl anlayacak,
unutacak ve kafasındaki sorulara cevap bulacaktı.
“Gizleyemez yüzlerine işlenmiş
sürgünleri, pirlerin ak sakalı her teli ayrı bir yaradan beslenir, ‘38’ den
beri yürekleri ‘şark çıbanı’, anlatsalar masal, sussalar ağıt. Gözü lal, dili
lal, yüreği lal, yol anlatır o susar, su anlatır o dinler bir hüzün anıtıdır
dersim sürgünü, yarası gizli, umudu lal.”
Ali Erenler
Ali Erenler
Gittikleri yerde de dağlar sarp mıydı,
kırlarında hangi çiçekler ve otlar vardı, bütün bunlar nasıl kokarlardı?
Gelincikleri nazlı mıydı? Papatyalarının yaprakları “seviyor-sevmiyor” diye
koparılıyor muydu? Onların kırlarında da kenger, ışgın, alıç, dirike, poxik,
kolbizin, beyaz sarımsak, can ve peygamber çiçekleri bulunur muydu?
Meşeliklerin arasından hiç beklemediğiniz bir anda, yaban keçisi bir anne
yavruları ile aniden yüzünü gösterip, meleyerek boynuzlarını yukarılara doğru
kaldırır mıydı? Gittikleri yerde tilkiler, çil keklikleri, kaya kartalları ve
su akan derelerinde, tıpkı Munzur Suyundaki benekli alabalıklar da olsaydı, ne
iyi olacaktı.
Oradakiler kendilerini ne denli kabul
ederler, hangi gözle bakarlar, aşağılayıp hor görürler kaygısı yüreğine oturdu.
Uyum sağlamaları elbette zor olacaktı. Bir daha dönebilecekler miydi? Her şey;
insanlar, kültürleri, dilleri, yemeleri-içmeleri, giyimleri, örf ve adetleri
farklı olmalıydı. Onlar da zerfet, hazırlop köftesi, bişi, keşkek yemeği yerler
miydi, acaba? Giyimleri de mutlaka farklıdır diye düşündü. Kafasında birbirine
karışan yığınla sorularla bir eliyle kocasının, diğer yaralı eli ile de oğlunun
elinden tuttu ve sımsıkı sıktı.
Kara yük treni hızla yaban ele doğru
ahenkli sesler çıkararak, başında dumanlarla hareket etmeye devam edip,
yüzlerce insanı yerinden, yurdundan, kanayan Dersim topraklarından, ortasından
yırtılan bir kağıt gibi, bir daha dönmemek üzere ayırdı. Bu odaları dolu ama "ho ş gelmeyen" bir trendi.
Amsterdam, 13 Ekim 2015