MAVİ BİSİKLET
Rahmetli babam, ben doğduğum zaman, adımı Memo koymuş. Bugün
yirmi dört yaşına gelmiş olsam da her insanda olduğu gibi, benim de adım değişmeden kalakaldı. Doğal
olan da bu. Bundan sonrasında da değişmez. Gocunduğum falan yok elbette.
Hani söze başlamışken sizlerle olan söyleşimi böyle başlatayım dedim. Mardinli
olduğum için bizim Mardin’imize gelen yerli turistlerin arasındaki adım ise, Mardinli
Rehber Memo diye aldı yürüdü. Bu kadim şehrin yerlisi çoğu insan beni bilir, tanır.
İşlerim de Allah’a çok şükür iyi. Ekmek paramızı çıkarıyoruz. Bundan iyisi can
sağlığı! Her canlının ayrı bir dünya olduğu söylenegelir, aynı zamanda ayrı bir hikayesinin olduğu da. Bu öyküde de benim hayat hikayemin konu olacağını duyunca, ziyadesi ile mutlu oldum. Umarım siz okuyucuları sıkmamış olurum. Yüreğimin kapılarını sizlere sonuna kadar açacağım. Oracıkta biriken katı tortuları
aktarmış olmakla, sırtımda kambur halinde gördüğüm yükten biraz olsun kurtulacağım.
Anladığınız gibi turist rehberliği yapıyorum. Bunun maksatla biraz İngilizce, Almanca, Fransızca ve Rusça
bile öğrendim. Başka dillere ve kültürlere karşı zaten merakım hep vardı. Merak olunca bu da insanı tetikliyor. Konu, herkesin yaşamak için didindiği ekmek parası olunca, biraz da istek ve azimle insanın başaramayacağı yoktur derler ya, lisan konusu da aynen öyle. Anadilim Kürtçe ve bunun yanı sıra Türkçeyi saymıyorum. Onları özel hayatımda kullanılmak üzere yedekte tutuyorum.
Bana gelen gruplardan,
Türkçe rehberlik isteyenler olursa, gezimize ilk adımımızı atmadan önce, “kısa bir
hoş geldiniz ve kendimi takdim” babında aynen şöylesi bir girişle misafirlerime
kısaca sesleniyorum.
“Çok değerli beyler, bayanlar,
abilerim, ablalarım ve sevgili çocuklar; yedi bin yıllık geçmişi ile onlarca
medeniyete Kucak açmış olan, dünyanın en güzel şehri kadim Mardin’imize hoş
geldiniz, sefalar getirdiniz.
Güzel Mardin’imiz bütün kutsal kitaplarda yer alan, cennet
olarak da tasvir yerin edilen, Dicle ve Fırat Nehirlerinin arasındaki Mezopotamya’nın
incisi, İpek Yolu ve de Şahmeran masallarının eşsiz diyarıdır. Eşsiz güzellikteki Mezopotamya’ya yukarılardan
bakma fırsatını yakaladığınız, geldiğiniz bu mor dağların ardındaki kadim şehrimize başım gözüm üstüne geldiniz. Adım Mardinli
Rehber Memo. Eğer sizce de uygunsa, fazla vakit kaybetmeden, gümüş telli güneşin aşık olduğu Mardin şehrini gezmeye artık başlayabiliriz.” Kopan coşkulu alkış tufanı ile kendimi bir an sanatçı gibi hissetsem de bu duygudan çabukça sıyrılıyorum. Coşku ile alkışlanan kısa anlatımımdan memnun
kaldıklarını sezinlediğim misafirlerimle Mardin'imizi arşınlamaya başlıyoruz.
Mardin’e gelen ziyaretçiler
ile sık sık Hasankeyf, Midyat, Kızıltepe ve çevredeki tarihi köylere de gidiyoruz. Oralarda da istek
üzerine rehberlik yapıyorum. Böylesi daha da keyifli ve biraz da kazançlı
oluyor. Ama her gidişimin dönüşünde, Hasankeyf’in keyfinin kalmadığına bir kez daha gözlerimle
şahit olunca, benim de zaten asgari düzeydeki keyfim hepten kaçıyor. Hasankeyf’in on iki bin yıllık dünyanın en kıymetli tarihi kalıntılarını yok ederek,
bölge insanlarının ve tarihin yüreklerini yerinden söküp alıyorlar. Buna anlam vermekte
insan zorlanıyor elbette. Dünyada eşi ve benzeri olmayan bir güzellik neden yok edilmek istenir ki? Bu neyin düşmanlığıdır? Bunun hiçbir izahı yok. Yapılanlar katliamdan ve vahşetten de
öte. Her tarihi anıt tek tek yerinden kaldırılıyor ve sözüm ona bir kilometre
ilerideki bir alana taşınıyor. Aynı şey mi bu? Bana göre sahtelik diz boyu. Kime ne
diyebilirsiniz ki. Elimiz, kolumuz bağlı.
Her geçen gün Mardin’in
bu paha biçilmez yapısı da Hasankeyf gibi değişmiyor değil. İnceden inceye çiseleyen bir yağmur
sonrası toprağın üstüne çıkan mantarlar misali, yükselen beton binalar, adeta insanın üstüne üstüne geliyor. Dünyada eşi benzeri olmayan kadim bir şehir tarihi ile yok oluyor. Mezopotamya’nın
gerdanlığı Mardin’imiz bu betonlaşma ile büyük tahribata uğruyor. Anlatmaya
çalıştığım şeyler bilinenler. Ama içim yandığı için es geçemiyorum. Tekrarın
tekrarı olsa da bu vahşet daha çok anlatılmalı. Ama korkarım çok geç kaldık.
Atı alan Üsküdar’ı acımasızca ardına bakmadan geçti.
Bu şehirde her insan beni
tanıdığı gibi, el emeği göz nuru olan yerde ve yapılarda yer alan, abartıya kaçmıyorum, adeta dile
gelen her taş da beni tanır, kurdukları iletişimle ilişki kurarlar. Yerdeki taşlara onları incitmeden
yer çekimini en aza indirerek seke seke basarım. Burada her taş bir şiirdir. Sürekli bir değişim var, ki hayatın özü değil midir, zaten değişimin kendisi.
Biz küçük sokaklara “zabok,”
geniş olanlarına ise “ishak” diyoruz. Gerek yerdeki taşlara, gerekse yapılarda
yer alanlara büyük saygım vardır. Taşa elbette saygı olur. Onlar da bizim gibi
bu gezegenin birer kıymetli parçası. Duvarları oluşturan taşlara
ulaşabildiklerime ellerimle dokunur, onları adeta bir sevgili gibi okşarım.
Peşim sıra gelen ve can kulağı ile anlattıklarımı dinleyenler de benimle aynı
anda yükselir ve onlar da aynı taşlara dokunurlar. Bazıları bunun bir ritüel
olduğunu sansalar da çoğu kişi de beni aynen taklit ettiği halde, kendileri de
buna pek anlam veremezler. Ama görmelisiniz çok eğlenceli oluyor. Hele de
grupta birkaç tane çocuk varsa, gülmekten yıkılıyoruz. Çocuklarını böylesine
şen şakrak gören anne ve babalar da palyaçolar gibi içi kan ağlayan bir
rehberin, çocuklarını bu kadar eğlendirmesi hoşlarına gidiyor.
Çocuklardan ne zaman söz açılsa, çok bulanık geçen kendi sefil çocukluğum aklıma gelir. Her defasında bir kez daha çok da parlak olmayan çocukluğuma dalar giderim. Bildiğim o ki; fakirliğin çok onur kırıcı olduğudur. Buna bir de etnik kimliğinizden dolayı, sizinle aynı gezegeni paylaşanlar tarafından horlanmak da eklenince, "var olmanın dayanılmaz hafifliği" değil, tam tersine bu ikili ile kum torbaları misali iyice ağırlaşan varlığınızın ağırlığı, dayanılmaz olur. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, boşuna efor harcamış olursunuz ve bu ağırlığın atından kalkmazsınız. Sıkılmış bir limon gibi değersizce bir kenara fırlatılırsınız. Kimseler bi yol dönüp bakmaz. Biraz amiyane olacak ama, "bu duygu anlatılamaz, ancak yaşanır."
Mardin’de ve köyümüzde bütün akrabalarımızla birlikte mensubu olduğumuz sülale kalabalık bir nüfusa sahip. Ama bu akraba yoğunluğunun arasında maddi durumu
en kötü olan benim ailemdi. Beş yaşlarındayken aylardır işsiz olan babam
Mardin’de yapılan o beton binaların inşaatında amele olarak işe girdi. Babam işe
giderken, Laz Bakkal Mahmut Amca’ya mutlaka görünmesi ve o nereye gittiğini sormasa da bir yol bulup iş bulduğunu söylemesi için sıkıca tembihledi. Böylelikle biz de veresiye defterine acil ihtiyaçlarımızı yazdırabilecektik. Anneme göre bu ölüm kalım meselesiydi.
Babam evden çıktıktan yarım saat sonra, annem telaş
içinde elimden sıkıca kavradı. Nereye gideceğimizi bilmiyordum. İstikametimizin Laz
Bakkal Mahmut Amcaya doğru olduğunu anlayınca, belki annem bana da gofret alır
diye içimden sevindim. İçim ılıklaştı. Çocukluk umudu olsa gerek. Dükkandan içeri büyük bir özgüvenle adımımızı attık. Memo rüyalar alemindeydi. Yiyebileceğim o kadar çok tatlı şey vardı ki, gözlerime bir kez daha inanamadım. Annem Türkçe dili ile alış veriş yapmasını biraz öğrenmişti. Daha önceki bakkal bizim
gibi Mardinli bir Kürt olduğu için o zamanlar annemin Türkçe konuşacağım diye
kendisini zorlamasına gerek duymuyordu. Laz Bakkal annemi görür görmez, acelesi varmış gibi ve patlak görünümlü gözlerini de daha bir belerterek, tezgahının ardında, kareli gömleği ile örttüğü iri göbeğini kaşıya kaşıya söze girdi.
“Feleknas Hanım, bu sabah
Ömer’i gördüm. İşe cittuğuni söyledi.
Hayırlı olsun. Demek sonunda o da iş buldi?” İşte bu iyi bir haberdi. Annemin fazla alacağı yoktu. Bir hayli birikmiş olan borcumuzdan dolayı Laz Bakkal Mahmut Amca dırdır edebilir ve istediklerimiz çok olmadığı halde onları da vermeyebilirdi. Çünkü çok da okunabildiğini sanmadığım o karmaşık el yazısı ile kayıt edilen borcumuz daha da kabaracaktı. Zamanı geldiğinde de kapımıza dayanıp bu parayı tahsil etme konusunda tereddütleri vardı. Annem çok da
kabarık olmayan listesini, bir çırpıda, o güzelim şakır şakır dökülen Türkçesi ile sıraladı.
“Hee... Mehmut Amce... Kocam Ömer işe getti. Sen bir ekmeği,
bir sene yağini yaz deftere.” Laz Bakkal önce annemi ve sonrasında benim küçük bedenimi tepeden tırnağa süzdü. Görünen k ki; onun gözünde sınavımızı geçmiştik. Ardından annemin istediklerini verirken, ben de
annemin kolundan ısrarla çekiştiriyordum.
“Daye… Daye… Ji mira ji gofret. –
Anne… Anne… bana da gofret.” Annem anında köpürmüştü.
“Kızılqurt… Çı… Çııı gofret?
– Zıkkımın kökü… Ne… Ne gofreti?” Arada saniyelik bir zaman birimi bırakmadan kulağıma
yapıştı. Annem Laz Bakkaldan alacağını almış ve birazdan çıtır çıtır somun ekmeğinden
kopardığı parçaya sana yağını sürüp bana verecekti. Yine hayaller dünyasındaydım. Gofrete ne gerek vardı?
Sokaklarda Türkçe, Kürtçe, Arapça, İbranice,
Ermenice ve Süryanice gibi diller akraba dillerdi. Çocukluğumda Laz Bakkal
Mahmut Amcanın gelişi ile Lazca da bu dillere katıldı. Bütün bu akraba diller
birbirlerinden kelimeler alıp vermelerle daha da büyüdü, zenginleşti.
Kimi zaman benim hayat
hikayemi merak edenler de yok değil. Eğer onların iyi insanlar olduğunu
sezinlersem, yavaş yavaş açılıyor ve aynen şöyle başlıyorum.
“Saçlarımda yer yer kırlar gözden kaçmasa da size yirmi dört yaşında
olduğumu söylemiştim, Fikret Bey. Bildiğiniz gibi adım da Mardinli Rehber Memo. Mardin'den çıkıp Kızıltepe yoluna girdiğiniz zaman ilk önce benim köyümü görürsünüz. Bilmiyorum bu yola hiç girdiniz mi? O zaman görmüşsünüzdür. Yeşillikler içinde sebze ve meyvesi bol olan bir köy. Bir zamanlar ailemizde hiç huzur yoktu. Bu huzursuzluk da ne yazık ki, bir daha hiç gelmeyecek olan çocukluğumu elimden aldı. Çok tatsız olaylar yaşandı. Çocukluğumda bizim sülalemizden biri başka bir sülaleden birisini öldürmüştü.
Zamanla her iki sülale arasında bu ölüm her iki taraftan altı kişinin daha
öldürülmesine sebep oldu.
O zamanlar on üç yaşlarındaydım. Sülalenin ileri
gelen varsılları, yoksul olan babama para verip onu kandırdılar. Beni karşı taraftan yine
fakir olan bir ailenin kızları ile evlenmeye, kız kardeşim Azime'yi de şu an karım olan
Meryem’in kardeşi Elo’ya vereceklerdi. Oysa ben okuyacaktım. Hayalimde herkes gibi büyük adam olmak vardı. Çocuktum ve kız
kardeşim de benden bir yaş daha küçüktü. Çocukluğumda hep bir bisikletim
olmasını isterdim. Evliliğin ne olduğunu bilmiyordum. Bütün çocukluğum boyunca bir bisiklet için yanıp
tutuşuyordum. Bu zaafımı gören babam ve akrabalarımız, 'Tamam sana bisiklet alacağız.' diye
söz verdiler. Hayalimdeki bu ödül karşılığında ben evlenmeyi kabullenince, benim gibi evlilik nedir bilmeyen kız kardeşimi
de kandırdılar. Karşı taraftaki çocuk kurbanlara da başka yollarla bunu zorla
kabul ettirdiler. Zengin akrabalarımızın katkıları ile düğünlerimiz yapıldı.
Böylelikle her iki taraf arasında barış sağlanacak ve karşılıklı olarak akraba
olacaktık. Düğün sonrası ilk işim bisikletimi sormak oldu.”
Babam beni yakamdan hırpalarcasına çekiştirip karşısına
çekti ve iyice belerttiği gözleri ile korku salmayı da ihmal etmeden, aynen şöyle söyledi.
“Bak oğlum Memo, ne
bisikleti. Ayıptır lan... Sen artık evli barklı adamsın. Bu söylediğini duymamış
olayım. Utanmaz arlanmaz herif, gözüm görmesin seni. Hassiktir, şimdi defol ve karının yanına git. Bisiklet falan alamam, sen çocuk değilsin artık!” Anlayacağınız; babam salınan Mardin güvercinleri gibi üst üste taklalar attı. Ben de aç uyuz bir it gibi kuyruğumu ayaklarımın arasında saklaya saklaya evcilik oynadığımız odamıza, karım Meryem'in yanına gittim. Sonbahar misali bütün yapraklarım bir anda döküldü. Hıçkırıklarla ağlıyordum. Meryem de ağladı. Boncuk boncuk akan tuzlu gözyaşlarımız birbirine karıştı. Şairin dediği gibi; 'Kurşun değmiş güvercinlere dönmüştük.' Bizi anlayan yoktu ve bu bizi çok korkutuyordu. Yalnızdık!
Yüzmeyi öğrensin diye büyük bir havuza atılan, korkusuz bir bebek gibi hayata atıldım. Boğula boğula, derin bir uçurumda tutunan bir bitki misali hayata tutundum, yüzmeyi çok sonraları öğrenebildim, diyebilirim. Aslında bu yaşımda artık evli
barklı bir çocuktum. Bir tek sakalım ve bıyıklarım yoktu. Karım da benim gibi daha çocuktu. Birlikte oynuyor, eğleniyor ve büyüyorduk. En çok da saklambaç oynamasını seviyorduk. O diğer kız çocukları
ile seksek oynarken ben de onu izliyordum. Bana göre seksek daha çok kız çocuklarının oyunuydu. Ben erkektim ve bunu oynayıp evli bir erkeğin kabarık karizmasını
çizdiremezdim. Anlayacağınız Fikret Bey çocuk yaşta evlenmiştim. Rüyalarımda
bisiklete biniyor ve kadim şehrimiz Mardin’in altını üstüne getiriyordum. Zaman
zaman düşüp yaralandığım ve hemen ardından uyandığım da oluyordu. Ama kırpıştırmalarla gözlerimi açtığım zaman, ne dizlerimde kanayan yaralar, ne de mavi bisikletim ortalarda yoktu. Çocuk yüreğimde alabildiğine sızlayan bir acı vardı.
Büyüdük. Hala, ne zaman ve hangi ara bu kadar hızlı büyüdük, buna şaşakalırım. Bu hayatta, bir yanım demeyeyim, ben hepten yarım kaldım. Bir bisikletim olmadı. İçimden koparıp atamadığım, kırık bir oyuncağın verdiği hisse benzer acımtırak burukluk her daim oldu. Yine de iyimser olalım dersek; ellerinizden öper iki oğlum var. Sekiz ve on yaşlarında dünya
güzeli çocuklar. Okusunlar ilim-irfan öğrensinler istiyorum. Ufukları geniş ve aydınlık olsun. Birer güzel insan olsunlar. Dünyada bulunan her şeye faydaları ve insani katkıları olsunlar. Başları dik ve onurlu olsunlar. Bir baba başka da ne isteyebilir ki?
Bize verilen hayatı böyle kuruttular. Hiç değilse ben çocuklarıma iyi örnek olayım diyorum. Onun için
önce dışardan orta okulu bitirdim. Şimdi liseyi bitirme sınavlarına
giriyorum. Birkaç aya kalmaz hayırlısı ile lise diplomamı da almış olacağım. Durmak yok.
Eğitimin ışıklı yolunda çevik adımlar atmaya devam.
Sizlerden iyi olmasın, kardeşten de öte, can ciğer olduğum, adam gibi adam-sözü özü doğru Süryani bir arkadaşım var. Bana telkâri sanatını öğretiyor. En iyi hobim haline geldi. Oldukça zevkli. O an dalıp gidiyorum ve dünyayı bütün kötülükleri ile yüzüstü kendi halinde bırakıyorum. Yaptığım takıların hepsini eşim Meryem'e hediye ediyorum. Çok severek takıyor. Bu da beni mutlu ediyor. Bazen, karşı taraftan Elo ile evli olan, benim gibi kader kurbanı kız kardeşim Azime'ye de bu takılardan hediye olarak verdiğim oluyor. Onun da gönlünü almış oluyorum.
Zaman zaman şiirler kendimce yazdığım da oluyor. Tema yelpazem oldukça geniş. İnsan, sevgi, aşk, doğa ve barış konularını çokça işliyorum. Ama şiir yazmak insanda ayrı bir donanımın olmasını gerektirdiği kanısındayım. Okunması kolay, yazması zor. Benim yazdıklarıma da bilmiyorum şiir denir mi? Onu da ancak okuyucu bilir. Bolca okuyorum. Eşimin okumasını da teşvik ediyorum. Okuduğum klasikleri ona anlatıyorum. Can kulağı ile dinliyor beni.
Okuduğumuzu gören çocuklarımız da hemen küçük ellerine birer kitap tutuşturuyorlar. Büyük oğlum bir kaç gün önce bir ziyaretçimizi kendisine hediye ettiği Küçük Prensi okuyup bitirdi. Evimizin arkasındaki küçük bahçemizi kendi gezegeni ilan etti. Bahçedeki tek gül ağacımızı Küçük Prens gibi sahiplendi. Ağacı kendince buduyor, su veriyor ve bakımını yapıyor, üzerine titriyor. Ağacın tepesinde bir anda kocaman kızıl bir gül fışkırdı. Mis kokusu bütün evimize yayılıyor. Oğlumun gezegeninde henüz bir tilkisi yok. Açtığım kollarımla uçak taklidi yapıp gezegenine iniş yapan pilot da oluyorum. Küçük oğlum bütün tatlılığı ile güle oynaya ağabeyini taklit ediyor, etrafında fır dönüyor. Hal böyle olunca, işte ailede eğitim bu diyorum. Hayatı yarım yamalak bu tür oyalanmalarla bu kerteye getirdik. Bundan sonrası için Hüda kerim. Benim hikayem bu. Şunu da unutmadan söyleyeyim,
çocuklarımın ayakları yere basar basmaz kendilerine birer bisiklet aldım. Benim bisikletim hiç olmadı, ama onların birer bisikleti var. Benim rüyalarımda yaptığımı, onlar gerçekte yapıyorlar. Sadede gelecek olursak; bu benim hikayemdi. Umarım
başınızı ağrıtmamışımdır?
Anlayacağınız, aslında içim alev alev yangın yeri gibi. Çok yanan yüreğimi okyanuslar söndüremezdi. Bu yangını, içimdekileri ve hissettiklerimi bir kez daha bu yolla boca ettikten sonra biraz daha hafifledim. Yüreğini yıkatabilir misin, abi? Oysa ben hep yüreğimi, bizim buralarda meşhur olan kilolarca 'bıttım sabunu' ile yıkamayı düşünmüşümdür hep. Aslında demem o ki: İnsan olan, insana kötülüğü, çirkinliği kondurmamalı. Ama benim en yakınım babam, bana kötülüklerin en büyüğünü yaptı. Çocukluğumu gasp etmekte hiç sakınca görmedi. Çocukluk istasyonlarımı hızla geride bıraktım. Her şeye rağmen, kendimden yeni bir ben doğurmaya çalıştım. Üzerinden yeryüzünün geçti de diyebileceğimiz Mardinli Rehber Memo’nun hikayesini dinlediğiniz için
teşekkür ederim.”
Bu konuşmalar genelde
gezilerimizin sonrasında grup tarafından benim de davet edildiğim restoranlarda
oluyor. Sizinle de paylaşayım dedim.
Yoğun bir şekilde gelen
grupları Mezopotamya’nın gerdanlığını bu güne değin görmediyseniz, dileğim
mutlaka Mardin’e gelmenizdir. Şehrimize geldiğiniz zaman adımı söylerseniz,
beni kolaylıkla bulabilirsiniz. Beni bulmanız şart değil elbette. Bu işi benden
daha iyi yapan arkadaşlarımız da var. Ama olur ya hikayeme bir de siz kulak
vermek ve Mezopotamya’nın havasını birlikte solumak isterseniz bekliyorum. Başım gözüm üstüne!
Hikayem, bir seyahat öyküsüne dönüşsün istemiyorum. Ama bu kısa açıklamayı yapmadan da rahat edemeyeceğim. Madem zahmet edip buralara kadar gelip bizi şereflendirdiniz, Mardinli bir rehberden naçizane tavsiyem: "Bu kadim şehre gelmişken, güzel bir restoranda, mutlaka bir kadeh rakı için." Derler ki; rakı bardağı Mardin'de buğulandığı gibi dünyanın hiç bir yerinde bu güzellikte buğulanmaz." Kadehinizi "güzel insanlığa" kaldırırken cam bardağın dış yüzeyinde oluşan yağmur incilerini anımsatan görsele bayılacaksınız. Bir de Tanrı'nın akşamları ışıkları söndürmesinin ardından saçlarınıza dökülen yıldızları, evinize dönmeden önce silkelemeyi unutmayın. Bu yıldızlar Mezopotamya'ya ait oldukları için bulundukları diyarda kalmalılar. Benden söylemesi. Güzel insanlığın gülümsemesi hep büyükçe olsun. Şerefe!
Öyle bir zamanda
yaşıyoruz ki artık. Çocukluğumuzda, babamın aylar sonra ilk defa işe gittiğini gören Laz Bakkal Mahmut
Amca, annemin isteği olan “bir ekmeği, bir sene yağini” sağ olsun, deftere yazıyordu.
Şimdilerde değil yazdırmak, beş kuruşunuzun eksik olması halinde o sıra sıra
marketlerden bir ekmek dahi alamazsınız. Es vermeden geçeduran zaman, bu hızlı geçişleri ile birlikte, insanlığı daha da ucube kılıp iyice güdükleştirdi. Allah rahmet etsin, babam üç yıldır kara toprakta, dokuz tahtanın altında yatıyor. Günahı ile sevabı ile babamdı. Çocuk yüreğimi, belki de bilmeden çoraklaştırdı, bildiği o kadardı. Mekanı cennet olsun.
Artık, benim de cebimde az çok bir para olduğu için her hafta kendime
ve çocuklarımın da yemeleri için büyük bir kutu kaymaklı olanından gofret alıyorum. Biraz kilo
yapıyor, ama benim işim yürümek olduğundan yediğimi kolaylıkla eritiyorum. Bunu yakın bir
zamanda çocuklardan ve hanımımdan kesmeliyim. Aksi halde obez olup çıkacaklar. Var olanı kabullendim. O nedenle; ben, gofretlerim, çocuklarımın bisikletleri, çocuklarım ve eşimle gelinen noktada her şeye rağmen mutluyum. Ama
hala çocuğum. Çocukluğunu yaşayamamış bir çocuk. Büyüyemedim. Belki de böylesi daha iyi. Buna müsaade etmediler. Çocukluğumu medeniyetler
şehri Mardin’de ıskaladım.
Amsterdam, 14 Şubat 2021