9 Ocak 2021 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜ





DOĞUM GÜNÜ

 

        “Seni düşünürken

        Bir çakıl taşı ısınır içimde

        Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar

        Bir gelincik açılır ansızın

        Bir gelincik sinsi sinsi kanar

        Seni düşünürken

        Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır

        Deliler gibi dönmeğe başlar

        Döndükçe yumak yumak çözülür

        Çözüldükçe ufalır küçülür
        

         Çekirdeği henüz süt bağlamış

        Masmavi bir erik kesilir ağzımda

        Dokundukça yanar dudaklarım“         

                                            Bedri Rahmi Eyüboğlu

 

Onlarca yıl öncesinde, onu tarihi İstanbul Sirkeci Garı'ndan alıp, o zamanlar çok yabancısı olduğu Hollanda’ya getiren kömür karası bir trendi. Yirmi yaşındaydı. Gençti, ama onun da al olan kanı deli mi, yoksa akıllı miydi, bugün sorsanız o da bilemezdi. Ve ona doğumundan iki gün sonra, anne ve babası Arhan adını vermişlerdi. Yirmi yaşına kadar olan vasat yaşamında, o ilk kez İstanbul’a geliyor, ilk kez bir trene biniyor, ilk kez ülke sınırlarının dışına çıkıyor, ilk kez pek çok ülkenin içinden transit geçiyor ve yine ilk kez dağlar-denizler ardında bulunan, doğduğu topraklardan binlerce kilometre uzaklıktaki Hollanda’nın çok kültürlü toplumunda  üfürülen bir toz zerreciği gibi kayboluyordu. 

Öncesinde geldiği İstanbul’un büyüklüğü, balık istifi şehre sığmayan kalabalığı, insanların iç içeliği, akla gelebilecek her şeyin ayaküstü satılıyor olmasının şaşkınlığı, bağırış-çağırışlar, yaşanan hengame, klakson sesleri, trafiğin yumak misali karmaşıklığı, ak bulutları delen binlerce minare, dört bir yandan zangır zangır ezan sesleri, fırsat kollayan yankesiciler, dönen dolaplar, ayakta kalmakta zorlanan tarihi binalar, meraklı-bir o kadar da renkli turistler, martılar, deniz, balıkçı kayıkları, çözülmeye çalışılan balıkçı ağları, denize sarkıtılan oltalar, sandallar, güvercinler, feribotlar, raylarda hareket halinde trenler, simitçiler, sarhoşlar, dilenciler, travestiler, dolmuşçular, taksiciler, kapkaççılar, kokoreççiler,  ayakkabı boyacıları ve İstanbul’u İstanbul yapan, kendisine özgü daha yüzlerce şaşılası motifin yadsınamayan varlığı.

Arhan için yaban elde tutunmak hiç de kolay değildi. Onca farklılığa alışmak kolay olmayacaktı. Biraz zaman alacağa benziyordu. Elbette en büyük engellerden biri de dil sorunu olmalıydı. Bunu aşmak ve bu konuya hakim olmak da ayrıca onu hayli zorlayacaktı.

Yukarıda sayılan onca ilki bir anda yaşamak üzere yola çıkmadan önce, kendisini uğurlamaya gelenlerden sevdiği ve ağabeyi olarak gördüğü büyüğü, vedalaşma anında sol elini omuzuna koyup kulağına fısıldamıştı.

“Hadi koçum, tez zamanda iyi haberlerini bekliyorum. Bana hemen yaz. Yapacağın ilk işin hızla dil öğrenmek olsun. Oranın dilini öğrenirsen, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ha… Bir de kulağına küpe olsun. Dil dile değmeyince dil öğrenilmiyormuş. Bu işin erbapları öyle söylüyorlar. Ben onların yalancısıyım.  Onun için ne yapacaksın? En kısa zamanda sarışın bir hatun bulacaksın. Şöyle kardeşimin duygusal yüreğine seslenen, onun gönlünü hoş tutan, mutlu kılan ve kocaman bir kalbi olan. Göreyim seni. Yüzün hep gülsün. Hadi yolun açık olsun. Güle güle git.”

Ağabeyi olarak gördüğü Zeki’ye karşı nasıl da utanmıştı. Ama  içi de hoş olmadı değil. Evet güzel günlerin, çok daha güzel günlerin kendisini beklemiyor olmaması için hiçbir neden yoktu. Azim, sahibini günün birinde elbette düzlüğe çıkarırdı.

Derken zaman yıl yıl geçti. Bir başına zor yıllar. Dil de öğrendi. Belki dilini dillere değdirerek değil, ama öğrendi. Derken günlerden bir gün, bir yerde tesadüfen görüşüp tanıştığı birisine yüreğini kaptırdı, hem de ne kaptırma. Öyle ki; kısa sürede alev alan sevdası dağları yerinden oynatabilirdi. O yürekten geçen bin bir türlü hoş, ılık, şekerli, ballı, şerbetli, ekşi, tatlı ve tutam tutam baharatların serpiştirildiği duygular anlatılamazdı. Bunu görebilmek için o an Arhan’ın hareli acemi yüreğini lime lime edip bin bir parçaya bölüp, her zerrecikte onu hoş tutan olgulara tek tek bakmak gerekirdi. Bu kısımda şekerler, bakın bakın şerbet nasıl da sızıyor, balın parlaklığına bakar mısınız? Ne hoş.. ne hoş. Kahve falına bakar gibi; ya şu bulutların üzerinde uçuşan renk cümbüşü kelebeklere ne demeli? Hayır… Hayır bir insan yüreği sevgi adına bu kadar güzelliği barındıramaz ki, patlar o yürek. Ya şu boncuklar misali patır patır düşenler gözyaşları mı acaba? Yazık! Şu alt tarafta gökkuşağını görüyor musunuz? Bayıldım, bayıldım renklerine. Umutlanmak bu olsa gerek. Dört bir yan kır çiçekleri. Uçuşan arılar. Kuş sesleri. Baş döndüren mis kokular. Her zerrecikte tarifi zor ayrı bir güzellik.

Arhan’a göre ne hoştu, ne hoştu o. Anlatmak için onu “kelimelerin kifayetsizliğinden daha büyük bir kifayetsizlik yoktu.” Güzeldi. Apak tenli, çilliydi yüzü. Bal bakışlıydı ve ay gülümsemesiyle bir sevda şiiri olurdu. Helen’di adı. Ufacık tefecik, ama kocaman yürekli. Minnacıktı burnu. Fındıklara benzetmek istemiyordu onun burnunu. O da ne fındık. Yok… yok. Okşanasıydı onun burnu. Saçları saman sarısı. Tamam. Memleketlisi şair de doğduğu topraklardan uzakta ki sevdiceği Vera'sının saçları için aynen böyle demişti. Varsın o da söylesindi. İmlemenin bir anlamı yoktu. Nasılsa “kelimelerin kifayetsizliği bile bu kifayetsizliği anlatamıyordu.

Günlerden bir gün; “İl Postino” adlı muhteşem filmde, şair Pablo Neruda’nın İtalya’daki sürgünlüğünü anlatan hikayesini büyük bir hayranlıkla izlemişti. Film daha çok şair ile onun dünyanın her tarafından gelen mektuplarını ona  getiren postacısı arasındaki diyaloğunu konu alıyordu. Filmde postacı da aynen Arhan misali bir dilbere gönlünü kaptırıyor. Ama onun gönlünü kaptırdığı uzun, selvi boylu. Helen gibi ufak tefek değildi. Üstelik yüzü çilli de değil. Postacı bir buluşmalarında, hep bir metafor olarak gördüğü ve adı Beatrice olan sevdiğinin yüreğinde daha çok yer edinmek için Neruda’nın bir şiirini, kendi şiiriymiş gibi sesinde titremelerle okuyor. Sonrasında da gelip bunu Neruda’ya anlatıyor. Büyük şair küplere biniyor.

“İyi de kardeşim, ama bu benim şiirim. Sen nasıl olur da benim şiirimi kendi şiirinmiş gibi sevdiğine okursun?” Şairin gereksiz kızgınlığını gören postacı sesinde aynı titreme ile postacı cevap veriyor.

“Bir şiir yazılana kadar şairindir. Ama yazıldıktan sonra kime lazımsa artık o şiir onundur.” Neruda’nın kızgınlığı geçiyor ve “haklısın” deyip postacısının sırtını sıvazlıyor.

Ne diyelim? Arhan’ın vurgunu olduğu sevdiğinin saçlarının saman sarısı, başka nasıl anlatabilir ki? Bu anlatımına Nazım da ters tepki göstermezdi elbette. Belki de kolaylık olsun diye cebine harçlık gibi bir birinden güzel daha pek çok kelime daha koyardı. Bu artık başka bir bahara kalsındı. Ama Helen güzeldi.

Maviliği solmuş kumaş çantası, yakası dantelli çiçekli bluzu, denizlerden Akdeniz maviliğindeki gözleri, ipeksi yumuk elleri, kıvrımlı dudakları, uzun kirpikleri ve çilli yüzü ile Arhan onu görmeye görsündü. Nasıl da büyük, yüzlerce kucağın açılımına sığmayacak bir güzellik kaplardı yüreğini. O an zaman, ne demeye geçisindi ki. Zaman geçmesin, dünya olduğu yerde titreşimsiz dursun, gözle görülebilen her yanda bütün renklerden çiçekler açsın, ağaçlar tomurcuklarını o an açsın, Tanrı yukarılardan gülümsesin, olmadı el de sallasın, kadehler dolsun, kuşlar bin bir dilde şarkı söylesin, piyanoların tuşları durmasın, dünyanın en eşsiz müzisyenlerinin eserlerini seslendirsin, Beethoven’ın “Moonligcht-Ay ışığı” sonatı mutlaka çalsındı. Sonrasında Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosundan” sadece “Bahar” çalsın, kış üşütürdü, kalsındı.

Şairler en güzel sevda şiirlerini, duygu yüklü kadifemsi sesleri ile mısra mısra okusundu. Öykücüler en güzel öykülerini, “Güzel bir ata binip giden,  gidişi ile dünyayı öksüz kılan Yaşar Kemal” geri gelsindi. Anavarza’yı, Çukurova’yı, Yılan Kalesi'ni, Gavur Dağı'nı, İnce Memed’i ve Hatçe’sini, Karıncanın Su İçtiği Yeri, Yağmurcuk Kuşu, Ağrı Dağının Efsanesi, Çakırcalı Efe, Höyükteki Nar Ağacı'nı gürül gürül anlatsındı. Sonrasında bir “dengbej” Yaşar Kemal’in yanı başına otursun, elini kulağına götürüp “Mem û Zîn”i yanık sesi ile anlatsın, ama kara çalı Beko’dan hiç söz etmesin, Mem û Zîn mutlaka kavuşsundu.

Dünya insanları kadınlı, erkekli ve çocuklu bir halaya veya “sirtakiye” dursun, yüzlerce kez gezegenlerini çevreleyen rakslarında, mutlaka her elde gökkuşağı mendilleri olsundu.

Vincent van Gogh aynı muhteşemlikte yeni resimler yapsın, cebinde resim malzemesi alacak, yaşamını idame ettirecek parası olsun, ağabeyi Theo’dan onuru kırılmalarla harçlık istemesin, resimlerini satabilsin, ama ne olur kulağını kesmesindi.

Bütün bunlar olup biterken, Arhan da Helen’in ay güzelliğindeki yüzünde çilleri saysaydı. Bir, iki, üç…  on beş… yok yok olmadı, çenenin altında iki çil daha varmış. Şaşırdım. Sil baştan yeniden. Bir, iki, üç, dört… Tamam altmış bir tane çil. Helen güzeldi. Ama artık yoktu. Arhan ise aşka aşık, hüzne dolaşık kişiliği ile şimdilerde altmış bir yaşındaydı!

 

Amsterdam, 9 Ocak 2021

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...