UÇAN KAZLAR VE MUHİTTİN
Her evin önünde bir kaz
sürüsünün olması, Kesikköprü Köyünde kimilerine göre yeni bir moda akımı,
kimilerine göre de olmazsa olmazlığın kıyasıya yarışıydı. Köyün kırmızı
çamurla sıvalı evlerinin aralarında ve Kesikköprü’ye Nil Nehri kadar önem
kazandıran, hemen alt kısımda boylu boyunca kıvrımlarla uzanan suyun kenarında,
kümeler halinde gezinen kazlar, birer istila ordusunu andırıyorlardı. Her evin
kaz ordusu, başka evlerin kazlarına karışmadan, ama kimi zaman da gruplar halinde
birbirlerine gözdağı vermeden edemiyorlardı.
Kazlar karşı tarafa tam bir teyakkuz durumuna geçmezse de verdikleri gözdağı, “bana bak, ayağını denk al, sakın
başını sağa sola sallamayasın,” niteliğindeydi. “Hele de yavru kazlarımıza bir
zarar verirseniz, Alimallah hepinizi bir kaşık suya dahi gereksinim duymadan,
boğarız.” Bu uluorta tehditler bir yerde küçüğünden, büyüğüne kadar insanın da
dahil olduğu bütün canlılara karşıydı.
Meydan okumalarını,
kazlara özgü, tipik boyunlarını mümkün olduğu kadar sündürmelerle ileri doğru
uzatmaları ve her an “bana bakın gözünüzün yaşına bakmam, ısırırım,” edasında,
hafifçe açtıkları gagalarından çıkardıkları “tıs tıs” sesleri eşliğinde
yapıyorlardı. Saldıkları korku azımsanacak türden değildi. Görünüm itibari ile
tehdit anında, oldukça ürküntü veren bir halleri vardı.
Kesikköprü’de herkesin
kazları olduğu halde, köy muhtarı Ali Tosun’un karısı Edul’un ellerini beline
koyup komşularını hasetten çatlatacak tek bir kazı yoktu. Bu binbir çalımlı
haller sürekli komşularından geliyordu. İki büklüm eğilip evinin balkonunu
süpürürken, her defasında komşularından gördüğü bu nahoş muamelelerin ardından,
elindeki süpürgeyi bir tarafa atıyor, işini yarım bırakıp anında eve kapanıyordu.
Artık kendisine gelenler geliyor ve onun da kapısının önünde bir kaz sürüsünün olmasını
ısrarla istiyordu. En kısa zamanda, kendi kapısının önünde komşularına gözdağı
veren, tıs tıslayan bir sürünün varlığını hissettirmesi lazımdı. Görenler bu
kazların hepsi Edul’un demeliydi. Bunun başka yolu yoktu!
Bu çok yerinde isteğini,
kocası Ali Tosun’un kulağına eğilip çıtlatmak maksadı ile onun iyi bir gününü
kolladı. Muhtar Ali Tosun’un köyde ve çevresinde hatırı sayılır saygın bir
kişiliği vardı. O nedenle evinde misafir hiç eksik olmazdı. Muhtarlık
görevinden dolayı bir yerde devleti temsil ettiğinden, asayişin çetrefilli
berkemalliğini sağlayan jandarmadan, kaymakam ve milletvekillerine kadar bütün yetkililer
onun evine misafir oluyorlardı. Bunu bilen Edul, pek taraftar olmayacağını
tahmin ettiği ve “Elo” diye seslendiği kocasına, bunu da göz önünde
bulundurmasını söyleyip, isteğini kabul ettirecekti.
Mevsim yazdı ve dışarıda
sarı bir sıcak hakimdi. Muhtar Ali Tosun evinin bahçesinde mis gibi kokan bir
iğde ağacının gölgesinde dinlenmeye çekilmişti. Edul yaptığı orta şekerli
köpüklü kahvesinin yanına bir bardak su ve bir tane de güllü lokum koydu. Acele
ile kocasının yanına geldi. Kahvesini ikram etti. Sonrasında, an bu an deyip
titrek bir sesle söze girdi.
“Elo, diyorum ki, bize de
birkaç tane kaz alsak. Gelen bütün misafirlere tavuk ve horozları kese kese
bitirdik. Hem kaz daha verimli ve eti de daha çok ve bereketli. Bir tavuk veya
horoz kestiğimizde, ne misafirlere ne de bize yetiyor. Allah vere senin
misafirlerinin de sonu gelmiyor. Hani tavuk ve horozların bir lokmacık canları
var. Oysa kaz öyle mi? Bütün aile yese doyar ve artar bile. Birkaç tane kaz
alırsak, onlar da yumurtlar ve kuluçkaya yatarlar. Derken bizim de sürüyle
kazımız olur. Bak koca köyde herkesin evinin önünde sürüler halinde kazları
var. Hem kazlarımız olursa, her defasında, gelen misafirlere kesmek için bir
tavuk veya horozu telef etmek zorunda kalmayız. Ne diyorsun? Tavuklar aynı
zamanda yumurta için de lazımlar. Kaz öyle değil. Ne diyorsun, alalım mı?”
Ali Tosun derinlere
daldığı düşüncelerinden, hiç beklemediği bu sözler ve zorlu sorular üzerine,
bir anda sıyrılmasını bildi. “Bu kaz meselesi de nereden çıkmış ve gündeme
bomba gibi oturmuştu? Bu söyledikleri karısının nereden aklına geliyordu. Bunun
üzerinde önce bir müddet düşündü. Oluru var mıydı, aynı zaman da yeri ve zamanı
mıydı? Önce bu çok önemli konu hakkında iyimser düşünmedi. Ancak sonrasında
Edul’un söyledikleri aklına yattı ve yabana atmadı.
Evet, kazlar diğer kümes
hayvanlarından çok farklıydılar. Onlar için nerede akşam orada sabahtı. Sürekli
köyün dört bir yanında seyri sefer halindeydiler. Yavrularını canları pahasına
koruma içgüdüleri de takdire şayandı. Onun için yavrularına talip olan her
salyası akana, kolay kolay pabuç bırakmayan yaman yaratıklardı. Bir de
istedikleri yerde karınlarını doyuruyor, çayır çimen doğada, su ise gölden,
derken senden yem beklentisi dahi olmuyordu. Sonrasında da başlarında
beklemene, koruyup kollamana da ihtiyaçları yoktu. Köyü günde on kez gezip
kolaçan ediyorlar ve ardından da tam takım, sağ salim eve dönüyorlardı.
Yapmanız gereken tek şey evde oldukları zaman büyükçe bir kapta onlar için
dışarıda su bulundurmaktı. Tek lüksleri buydu.
Edul uzun pazarlıklar
sonunda kocası Muhtar Ali Tosun’a istediğini beklediğinden daha kolay kabul
ettirdi. Bunun üzerine köyde satılık kaz aramaya başladı. Bir haftanın ardından
on tane kaza sahip oldu. Şimdilik bu kadarı yeterliydi. İleride kestikçe azalan
kazların yerini, kuluçka döneminin ardından yumurtalarını çatlatıp dünyaya
gözlerini acemice açacak olan yavrularla doldururdu. Önemli olan bu başlangıcı yapmaktı. Artık, bundan sonrasında o da etrafa korku salan kazları ile komşu
kadınlara havasını atabilirdi. Ancak kazların bir arada birbirlerine ve eve
alışmaları için bir hafta kapalı bir alanda kalmaları gerekiyordu.
Aslında yabani mi, yoksa
evcil mi oldukları hakkında insanların zihinlerinde çok da netlik kazanmayan bu
hayvanlar, bu özellikleri ile de farklılık gösteriyorlardı. Ama bir haftanın
ardından en azından evin avlusundan gitmelerine destur vermeniz halinde, er ya
da geç eve dönerlerdi. Öyle dışarı gezmeye giden evin kızı gibi, havanın
kararması ile anne ve babanın ikide bir saatlerine bakıp “Nerede kaldın?” diye
paralamalarına gerek yoktu. Ne zaman geleceklerine özgür kazlar karar
verirlerdi. Bir tavuk veya horoz kendisini evin avlusunun dışında kurtaramaz
ama, kazlar öyle değildi. Kafalarını attırmaya görün, gerekirse her biri zırhlı
birer tanka dönüşür, düşman görünümlünün hakkından gelirdi.
Bir haftanın ardında
kazlar yeni evlerine ve sürü olarak birbirlerine iyice alıştılar. Kazlar için
çoban gerekmediği halde, daha on yaşlarındaki oğlu Muhittin, Kesikköprü Köy
Muhtarlığının resmi ataması ve resmi gazetede atamanın yayınlanmasının ardından,
bu göreve yarı zamanlı çoban olarak getirildi.
Kaz çobanlığında deneyimi
olmayan Muhittin’in ilk mesai günüydü. Avlunun büyük demir kapısını gıcırtılar
dahilinde zorlanarak açan yeni kaz çobanı sürüsünü dışarı saldı. Dışarı
çıkmaları ile aynı anda kalkmak üzere olan bir savaş uçağı gibi kazlar hep
birlikte önce bulundukları pistte hızla koştular ve ardından teker teker elli
metreyi geçmeyen kısa bir uçuşla Muhittin’i artlarında bıraktılar. Tecrübesiz kaz
çobanı Muhittin olup biteni şaşkınlıkla seyretti. Artlarında koşsa da sürüye
aynı anda yetişemedi. Birkaç tane daha kısa uçuşun ardından kazlar soluğu
etraflarına tehdit savurmaları ve tıs tıs sesleri ile Kızılırmak’ın kenarında
aldılar.
Kesikköprü Barajından
ırmağın suyu o gün çekilmişti. Nehir yatağında sadece çok da derin olmayan
göletler vardı. Başka da su yoktu. Fakat suyun baraj tarafından ne zaman
salıverileceği bilinmediğinden, karşıya geçen kazlarla birlikte, çocuk çobanın
da geçmesi biraz riskliydi. Görünen o ki, Kaz Çobanı Muhittin çok önemli bir iş
icra ettiğinin farkındalığı ile gözü karalığını tereddüt etmeden takındı ve o
da sürüsü ile birlikte, çok iyi bildiği Kızılırmak yatağını ceylanlar gibi
sekmelerle karşıya geçti. Geniş nehir yatağının karşı tarafında hiç ev
bulunmuyordu. O yakada bulunan köyler de en az beş-altı kilometre gibi bir
uzaklıktaydı.
Kızılırmak’ın Kesikköprü
tarafında, çocuklar suların çekilmesi ile kıyıda, yerde çırpınan tek tük balık
yavruları ile oynuyorlardı. Bazı zamanlar büyük sazan balıklarının da yerde su
dışında, toprak üzerinde kaldıkları oluyordu. Bu balıkları köylüler sepetlerine
doldurup evlerine götürüyorlardı. Bu arada nehir yatağının içlerine daha fazla
gitmemek için temkinli davranıyorlar ve aniden bırakılacak suyu kollamayı da
tedbir amaçlı göz ardı etmiyorlardı.
Kenarda oynayan çocuklar
Muhittin’i ve kazlarını karşı kıyıda bir başlarına görünce tehlikenin farkına
vardılar. Çocuklardan biri koştura koştura Edul ve köy muhtarı kocası Ali
Tosun’na haber verdi. Edul ve kocası telaş içinde Kızılırmak’ın kenarına
geldiler.
Onlarla birlikte pek çok
köylü bağırış ve çağırışlarla ırmak kenarında toplandı. Kalabalık, zaman
geçtikçe büyüdü. Biriken kalabalık küçük çocuğun bir çözüm bulunana kadar orada
kalması taraftarıydı. Edul ve Ali Tosun oğulları için oldukça endişelendiler. Ya bu tarafa geçerken barajdan o an su yeniden bırakılsaydı, o zaman oğulları suya kapılacaktı. Yok... Yok! Orada kalması daha iyiydi. Bu tehlikeyi göze alamazlardı. Yanlarında bulunan köylüleri ve akrabaları da aynı kaygılarla Muhittin’in nehri
geçip gelmesinin tehlikeli olduğu bilinciyle, “Çabuk bu tarafa geç,” mesajını
iletmediler.
Şairin dediği gibi,
“karşı taraf memleket de değildi. O tarafta yer alan köyler uzaklardaydı. Oysa
aynı şiirdeki dizelerinde karşı taraf memleketti. Memleket olsa belki anne Edul
da bağırırdı.
“Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Kesikköprü’den. İşitiyor musun? Muhittiiinnn…. Muhittin…” Durum
başka türlü seyredince Muhittin’in annesi Edul da oğluna telaşla Kürtçe
bağırdı. Ne diyeceğini şaşırdı.
“Le la law law… Mühittin…
Ger tû di avê de dûçi ez ê werim û te bikujim! – Lo
lo… Muhittin eğer suda boğulursan, gelir seni gebertirim!” diye annelik
içgüdülerinin ağır basması ile bağırdı. Oğluna bir şey olacak diye olduğu yerde
çırpındı, ne yapacağını şaşırdı. Annelik zordu. Suyun aniden salıverilmesi ile
oğlunun karşıdan dönmesi ile suya kapılabilirdi. Bunu yapmaması gerekiyordu.
Çok tehlikeliydi.
Çok geçmeden gerek
ırmağın köy tarafında, gerekse kazlar ve küçük çobanın bulunduğu tarafta,
çareler aranmaya devam edildi. Muhittin birkaç yüz metre ileride yapımı devam eden
ama henüz bitmemiş, karşıya geçiş için inşa edilen köprüye geldi. Köprü daha
tamamlanmadığından, karşıdan karşıya geçiş için tehlikeliydi. Daha önce,
arkadaşları ile inşa halindeki köprüde oynadığından, riskli de olsa geçiş yerlerini biliyordu.
Kalabalık köprüye gitmemesi yönünde bağıra bağıra telkinde bulundular. Onu
tutan yanında yöresinde kimseler yoktu. Ama, diğer taraftan da bir süre sonra
karanlık bastıracaktı.
Büyük bir cesaret ve
atiklikle köprüden karşıya zamanında geçen Muhittin “memleket Kesikköprü’de,”
kıyıda bekleyen meraklı kalabalık tarafından alkışlarla karşılandı.
Edul’un kaz sürüsü karşı
kıyıda istiflerini bozmadan çimlerde tıs tıs sesleri çıkarmalarla akşam
yemeklerini yemeye devam ettiler. Edul oğluna kızmaya devam ettiği halde, küçük
kahraman çobanın babası Muhtar Ali Tosun onun gösterdiği cesaretten dolayı
kendisi ile gurur duydu. Muhittin’in sırtına bütün sevecenliği ile sıvazladı.
Edul kazlarından artık umudunu kesmişti. Komşularına benim de kazlarım var demesi kursağında kalmıştı.
Ancak iki gün sonra uyandığında bütün kazlarını avlunun içinde görünce sevinç
çığlıkları attı. Balkonunu süpürürken, süpürgesini elinde indirmeden dineldi.
İki elini beline sağlı sollu koydu ve Kesikköprü'nün içlerine ve Kızılırmak'ın kıyılarına doğru derin bakışlarla
baktı. Artık onunda komşularını hasedinden çatlatacağı bir kaz sürüsü vardı.
Akşam yemeği için
yakaladığı kazlardan birini kesip, oğlunun kazasız belasız karşıya geçmesinin
şerefine ev halkına ziyafet verdi. Edul ve birbiri ile akraba olmayan devşirme
kazları bir eksilme ile mutluydular. Kesikköprü Muhtarlığı kaz çobanlığından
Muhittin’e görevinde başarısız olması ve kazları karşı yakada bırakıp
kaçtığından dolayı, iltimas geçmeden el çektirdi.
Bozkırda yaz mevsimi bütün
sıcaklığı ile devam ediyordu. Muhtar Ali Tosun, orta şekerli köpüklü kahvesini iğde
ağacının kurşuni renklerle bezeli dallarının altında, gölgede beklemeye koyuldu.
Yanında bir bardak su ve bir güllü lokum da fena olmazdı. Edul her an kahve
sunumuna geçebilirdi.
Amsterdam, 11 Mayıs 2021