26 Eylül 2013 Perşembe

LEYLIM LEYLIM


LEYLIM LEYLIM

"Uy havar!.... Oy sevmişem ben seni" sesi derin kuyulardan gelir gibidir. Yüreği kor şişlerle dağlanmışçasına, sevdiğine, aynen böyle haykırmıştı Ahmet Arif. İniltili haykırışından da anlaşılacağı gibi, sevmek ki tarifi olmayan bir sevmek. Günümüze kadar bunu kime haykırdığını, kimin "hasretinden prangalar eskittiğini", kimi "anlatamadığını" hep merak etmiştim. 23 Eylül' de çıkan Leylim Leylim adlı Ahmet Arif' in, gözleri "yangın mavisi" olan Leyla Erbil' e 1954-59 yılları arasında yazdığı mektupları içeren kitap çıktı ve bu merakımızı gidermiş oldu. Kim bilir uzaklarda kalmaya devam eden ben, bu kitabı ne kadar zaman sonra elime alıp koklayacağım, oyuncağı ile yatan küçük bir çocuk misali, edindiğimde kitap ile belki yatacak kadar abartmayacağım, ama uzun uzadıya bir sevgili gibi okşayacağım kesin ve öpmemeye çalışacağım, her ne kadar bu konuda emin olmasam da.
Bu güzelim ve belki de dünyanın en güzel sözcükleri ile anlatılan, alabildiğine insani olan aşktan çok derin etkilendim. Şiirler gençliğimizin baş döndüren dizeleriydi. Ve onlarca yıl sonra, şiirler kadar güzellikteki aşkın tarafları olan insanların kimliklerini öğrenince, geçliğimizde dilimize pelesenk olan sözcükler, daha bir büyüleyici hal aldı. Gönül rahatlığı ile, kendi kendime tam yerini bulmuş desem de, sanki platonik bir aşk olduğu kanısı ile biraz da içim burkulmadı, yüreğinin yükü duygu olan şaire acımadı değil.
1995 yapımı, baş rollerini Clint Eastwood ve Marly Streep gibi büyük sanatçıların paylaştığı "The Bridge of Madison Country" (Türkçesi-Yasak ilişki) hafızalardan silinmeyen aşk filmini izleyenler, tabir yerinde ise tam bir "deja vu" yaşayacaklardır. Geriye kalan, çok büyük bir aşkı tepeden tırnağa hücrelerine kadar yaşayanların iki insanın hayata veda etmelerinin ardından, bu ilişkide de gün ışığına çıkan mektuplar olacaktır. The Bridge of Madison Country filminin karelerini gözlerinizin önünde yavaşça kaydırıp, Clint Eastwood' un yerine Ahmet Arif ve gizemli bir güzelliği olan Marly Streep' in yerine de aynı güzelliği aratmayacak Leyla Erbil'i itina ile yerleştirdiğinizde, değişen pek bir durum olmayacaktır.
"Gitmek,
Gözlerinde gitmek sürgüne.
Yatmak,
Gözlerinde yatmak zindanı
Gözlerin hani?"
Bin bir çeşit narin çiçeğin burcu burcu koktuğu Mezopotamya' nın Kırlarından-dağlarından, şehirlere bağıra bağıra şiirler yazan dünyanın en büyük şairlerinden biri (bence) olan Ahmet Arif, Mecnun olup, "Kulluğumla ellerini, gözlerini öperim" dediği, Sevgili Canım-Zalim Leyla diye hitap ettği, (ki, kanımca ancak Ahmet Arif böyle seslenir) gönlünü kaptırdığı, kör kütük aşık olduğu şehirdeki büyük yazar, güzeller güzeli Leyla Erbil' e, her mektubunda muhteşem girizgahlarla, salt kendi lugatında yer alan, bal tadında-damıtılmış nice bakir sözcükle daha neler neler yazmıştır. O' nu bu denli ölümsüz ve ünik şiirler yazmasına neden olan aşkını, insanın okuduğunda mest olacağı, hayranlık bıraktıracak hangi harikulade cümleler ile dile getirmeye çalışmıştır. Doğrusu çok merak ediyorum. Siz de merak etmiyor musunuz?
"Leylim - leylim
Ayvalar, nar olanda
Sen bana yar olanda.
Belalı başımıza
Dünyalar dar olanda."

17 Eylül 2013 Salı

ÜLKEM İÇİN

















ÜLKEM İÇİN

Bana ellerini ver.
Dağların kokusu,
nergizler ve
kar ile doldurayım.
Bana, Godot' u beklerken aklaşan gözlerini ver.
Şehitlerin al kanı
Zaferin ve yenilginin renkleri ile
doldurayım.
Bana kulaklarını ver.
kurşun sesleri,
yiğitlerin öldürülmeleri anındaki çığlıkları,
Ve ülkemin sevilen "Newroz" şiirleri ile doldurayım.
Bana burnunu ver.
Atom, siyanür
Kokmuş çocuk cesetleri
öldürülen martıların
ve yakılan ağaçların kokuları ile doldurayım.
..............................................
..............................................
                   Venus Faiq
                   Hollandacadan çeviri: Aydın Yılmaz



10 Eylül 2013 Salı

ACI



ACI


İki kadın,
Biri Türk,
Biri Kürt,
Zeliha birinin,
Şirin diğerinin adı,
İkisi de ana.
Yoksulluklarının payına,
"Vatan-millet-sakarya,"
Dağ başlarında,
Yok yere,
Yitirmek düştü yiğitlerini,
Yıllar yılı,
Yitirdiklerini bilseler de gözlerinin bebeklerini,
Şehriyeli nefis pilavını, bir bardak fazla yapar Zeliha ana.
Ve sahandaki mis kokulu tereyağına, iki yumurta daha kırar Şirin ana.
Olur à  yiğitleri gelir diye...


Amsterdam, 10 Eylül 2013



3 Ağustos 2013 Cumartesi

ALİ BABA'NIN ÇİFTLİĞİ


ALİ BABA'NIN ÇİFTLİĞİ

Çoğu sandalye gibi, onlarca yıldır kullanılagelen hasır örgülü iskemlenin de dört ayağı vardı ve sol arka ayaǧı hafif kısa olduǧundan, en küçük bir harekette durmadan yalpalıyordu. Bu bir ayağı topal sandalyeye oturan, uzun kır sakallı, mavi gözlü adamın başı öne eğik ve oldukça yorgundu. Öyle ki; bütün bedeni ile, başına gelen her türlü oluşumun yorgunuydu O. Karmaşık düşüncelerin bulutlar halinde yoğunlaştığı beyni, kanatlanan kalbi, tüyleri, ciǧerleri, kolları, elleri, ayakları, gözleri, bıyıkları, kır sakalları ve saçlarının dipleri dahi bitkindi. Hasır örgülü, emektar-topal sandalye gıcırtılarla sallanıyor, kırçıl sakalları kırçıllaşıp uzuyor,  yorgun boncuk mavisi gözleri buğulanarak, derya olup daha da mavişleşiyorlardı.
Derin insani düşünceleri, dünyaya sığmayan hayalleri, bütün insanları kucaklayan idealleri, aklı, zekası, rüyaları, düşleri, bitmeyen özlemleri, hasretleri, derin sevgileri, güzellikleri, çiçekleri, gülümsemeleri, bayramları, yakılan köyleri, köylerinden yükselen dumanları, köylerinin yalnızlıǧı, kelepçeleri, geleceǧi, geçmişi, şimdisi ve sonrası bitap düşmüştü.
Oysa O da, milyonlarla ifade edilen bir halka mensuptu. Ezilen, yok sayılan ve zaman zaman ortadan kaldırılmak istenen, işkencelere, prangalara, kelepçelere, zindanlara, karanlıklara, yağmalamalara, talanlara, linç edilmelere, tecavüzlere, dili, kültürü yasaklara maruz kalan bir halktı.  
Yorgun adamın mazlum halkı, yine milyonlarla ifade edilen başka bir halkla, aynı toprakları paylaşıyordu. Bu başka halk, yorgun adamın halkı binlerce yıldır bu topraklarda yaşarken, bin yıl kadar önce çok uzaklardan sökün edip, geldiler. Yorgun adamın insanları misafirperver insanlardı. Yıǧınlar halinde, çok uzaklardan, at üstünde gelen bu çekik gözlü beklemedikleri misafirlerine; "başımız gözümüz üstüne geldiniz" deyip, ayranlar ikram ettiler, koyunlarını, kuzularını kesip, onları en güzel şekilde aǧırladılar. Ardı arkası gelmeyen sunumlarda bulundular. Söz arasında misafirleri yaşamak için bir yer aradıklarını, isterlerse ev sahipleri ile aynı dini kabul edebileceklerini de söylediler ve öyle de yaptılar. Yorgun adamın insanları oturdukları toprakları, misafirlerini kardeş görüp onlarla paylaştılar. Lakin misafir halk bir süre sonra süzme zeytinyaǧı misali üste çıkıp, ev sahiplerini ezip, bütün insani haklarını gasp ettiler. Yoǧun bir zulüm uygulayıp, barbarlıǧın son kertesine çıktılar. Uzun bir süre sonra ilk gelişlerinde, geldikleri yoldan soluklanıp, susuzluklarını gidermeleri için sunulan ayranı dahi, kendilerinin milli içeceǧi olarak duyurdular.
Sandalyede oturan adam yorgundu. Ali Baba’nın çiftliǧinde bulunan horozlar, kediler ve diǧer canlılar dahi kendi dillerinde gıdaklıyor, ürüyor veya miyavlıyorlardı. Ama yorgun adamın sesi, soluǧu uzaklardan gelen, empatiden bihaber beklenmedik misafirleri tarafından yasaklandı. Her alanda tabular oluştu. Yorgun adamın halkı kardeşlikten, kendilerinin de haklarının olduǧundan bahsettiklerinde, farklı olduklarını her ima ettiklerinde, kafalarına sopa ile vurulup, susturuldular. En aǧır cezalara çarptırıldılar. Kültürlerini anlatma çabasıyla, bunu yaşamaları gerektiǧini, zenginlik ve renklilik olduǧunu dile getirmeye çalıştıklarında da anlaşılmadılar. Birlikte aynı topraklarda yaşayanlardan misafirliǧi bitmeyenler, her zaman tek taraflı olarak kendi kültürlerini dayattılar. O’nun yaşam tarzına iǧne ucu kadar saygı gösterilmedi. Oysa onlar evlerinin, gönüllerinin ve topraklarının kapılarını, misafirlerine sonuna kadar açtılar. Birlikte yaşamayı ev sahibi olarak, kendileri önerdiler. Kardeşçe bir yaşam dilediler. Ama olmadı. Bütün bunlardan yorulan adamın insanları; “ne zaman ki bak benim de kendimce bir kültürüm var dediklerinde,”  Can Yücel’in deyimi ile, “Siz Mem û Zin dersiniz, bizimkiler limuzin anlar” oldu. Mezopotamya’da binlerce yıldır yaşayan, bu kadim halkın kültürüne düşmanlık duyuldu, dilinden tek kelime olsun öǧrenme gereksinimi duyulmadıǧı gibi, dili yasaklandı. Yorgun adamın halkı misafirlerine her şeye raǧmen yine de hep kardeş gözüyle baktılar. Onun kültürüne, çoǧu evrenselliǧi yakalamış, deǧerli yazar, şair, çizer ve sanatçısı ile katkıda bulundular. Yorgun adamın insanlarından biri olan Cemal Süreyya’nın da dediǧi gibi; “Mutlu olmanın yolunu, karşıdakini mutlu etmek sanıyorduk. Çünkü ne kadar mutlu ettiysek, o kadar yalnız kaldık.” Misafiri mutlu edelim derlerken, yalnız kalan, ötelenen, hor görülen, dışlanan ve itelenenler, hep onlar oldular.
Salt onların mutluluǧu için, öncesinde büyük vaatlerle Çaldıran, Mercidabık, Trablus Garp, Kırım, Yemen, 93 harbi cephelerinde, Avrupa kapılarında, Balkan Harblerinde, Çanakkale, Dumlupınar, Kocatepe ve daha pek çok cephede misafirlerinin önüne geçilemeyen histerileri için, omuz omuza savaştılar. Su yüzeyine yazılan vaatler ve verilen sözler, her defasında tuzla buz oldu. Bu arada Memo zaten her zaman ki gibi; iki kat daha uzun süre nöbetteydi, ev sahipleri de birer "kro" ydu. Daǧdan gelen de baǧdakini kapı dışarı edince, misafirlerin dili de, bu deyimle zenginleşti.   
Evet sandalyedeki adam, hem de çok yorgundu. Kendini anlatamamaktan, anlaşılmamaktan, misafirine uzattıǧı kardeşlik elinin havada kalmasından, minik öğrencilerin varlıklarının, her sabah misafirin varlığına armağan olmasından, dünyaya bedel olmamalarından, on yılda açık alınla bir yere çıkamamalarından, asker olarak doğmayı başaramamaktan, yok edilmek istenmesinden ve yok sayılmasından dolayı yorgundu. Onlarca yıldır kokuşmuş, küflenmiş, örümcek ağı bağlamış bilimin uzağında, kafa tasçı, evrensel boyutta kabul görmeyen, garip, 'faşinismus' hastalığının ötesine bir milim gitmeyen, dar görüşlerin; yoǧun ve bağnaz, dikta dayatmalarının, tek tekçilerin - tek millet/dil/bayrak, postal meraklılarının bezginiydi. Rahat ve konforlu bir koltuǧa oturmanın zamanı bir türlü gelmediǧi gibi, kardeşlik hasır örgülü sandalye gibi hep sallanıyordu. Bu nice kardeşliktir, hiç bir zaman için bilinmedi, hayata geçirilmedi. Kardeşlikler her nedense sadece cephede oldu ve derin kazılmış siperlerin ardında kaldı
Yorgun adam maviş gözlerini kapattı, tam anlık bir uykuya dalacaktı ki, gıcıklık veren gıcırtılarla gidip gelen sandalyede sendeleyip, yeniden uyandı. İnsanca yaşamaya dair olan düşleri, hayalleri ve rüyaları her defasında fiyasko ile son buluyordu. Yaşadığı toplumun zenofobisi, gün geçtikçe daha da artıyordu. Sandalyedeki adamın, tarifsiz tarihi bir kırgınlığı, küskünlüğü vardı ve çok yorgundu. Hasır sandalye de bir o kadar yorgundu.


Amsterdam, 3 Aǧustos 2013











30 Temmuz 2013 Salı

BARIŞ ÇİÇEĞİ






BARIŞ ÇİÇEĞİ

Alacanım – Murathan Mungan
alacânım,
mil yeşili gözlerin
dindirdi gözlerimi
kaç körü birden öldürdün bende
mahsur kaldım, eksik oldum, kapına düştüm
ben yandıkça
ezber ettin ayazın demirini
alacânım,
indi mi göğsüne heves?
hangi duvarın halısında
gördün, bildin, vurdun beni
kaç ormandan geçti
içinde kaybolduğumuz o büyük takip
içimizde bunca gurbet dururken
yol ettik uzaktaki sılayı
şimdi burdayız
kanlar içinde
alacânım
indi mi göğsüne heves?

Kısa parmaklı yumuk avuçlarımı  yukarılara kaldırıp, olabildiǧince yaradana yakın kılmaya çalışıyorum. Yıllardır yaptıǧım gibi, gören tek gözümü iyice açarak, oldukça yükseklerde bulunduǧuna inandıǧımız Tanrıya, kendimce çaktırmadan, ayyuka çıkardıǧım, hani kısa bir tarifle, bir önceki cümlede gözlerinizin önüne de getirdiǧim, ellerime altan bakıyorum. Kendisi için dua ettiǧim, benim dilimden sizlerin okumanız ve aynı duyguları paylaşmak amacı ile bu satırları yazan, Camilili Aydın’ın meşhur anasıyım ben. Kabul eylerlerse, hiç bir fark gözetmeksizin bütün dünya insanlıǧı için her fırsatta dua ediyorum. Elimden gelen sadece bu. Haksızlıkların karşısında yüksek burçlu, dimdik bir kale gibi durmayı ben de isterdim. Kendimce susmayışımın nedeni, her insanı kendim gibi-insanlıǧa ait görmemdendir, haykırışım pek yüksek olmasa da.

etimdeki eksik yangın, sindi yüreğim
seyreldi tenim sahtiyan tarih
mahsur kaldım, meçhul oldum, şehit düştüm,
alacânım,
indi mi göğsüne heves?“ 
Namım bir hayli yayıldı, bu benim kim olduǧumu biliyorsunuz artık demektir, Kör Zewe. Saǧ olsun, ömrüne bereket oǧlum, pek bi sever beni. Yalvarırım; yine sen mi diye, kendi kendinize söylenmeyin. Daha önce de, oǧlumun yazdıǧı bir kaç öyküye konu oldum. Ne yaparsınız, “her insanın bir hikayesinin olduǧu“ söylenir, bu durumda; benim biraz fazlaca demek ki. Bir yandan da, oǧlum da yazmak için konu mu bulamıyor nedir, iki de bir beni konuşturuyor, diye düşünmüyor deǧilim. Yaşlıyım artık, konuşmaya bile mecalim yok desem yeridir. Ama anne yüreǧi dinmek nedir bilmez ki. Daha önceleri de uzun uzadıya anlattım. Bırakın oǧlumun yazdıǧı birbirini kovalayan satırlar; çimen yeşili, deniz mavisi, kömür karası, ela, soǧuk kış aylarında kebabı dahi yapılan kestane rengi, güzelim gözlerinizin önünden su misali akıp, gitsinler. Sizler de bilirsiniz ki; söylenecek, hele de annelerin dile getireceǧi, aktaracaǧı, içini dökeceǧi pek çok konu her daim var oldu. Bi yol, bir şeyler daha anlatmama müsaadeniz olsun.  Sıkılacaǧınızı sanmıyorum, genç ve yaşlı, çeşitli ömür aralıklarında olan hanımlar ve de beyler. Demem o ki; anlattıkça, daha bir rahatlar gibi olur anneler. Söylenmesi gerekenler dile getirildikçe; anlatımların etkisi, yufka ekmeǧe çırpılan serin ve berrak su gibi gelip yerini bulurlar. Serpiştirilen su damlacıkları yufka ekmekte ve gönüllerimizde kadifemsi bir yumuşama saǧlar. Ardından evlat sevgisi ile dopdolu olan kalplerimizin yaǧları, ansızın eriyiverir.
alacânım,
rahat et ben gölgene ilişeyim
her belanı ben göreyim
yüreğimi ihbar et,
bana bir uçurum ver, gideyim
alacânım,
indi mi göğsüne heves?
biliyorsun adımın kıblesini
bir meşhur hâfızla, meşhur bir şehvet
alacânım,
şuramda sinsi bir sızı
gel öldüğümü farz et
senden gelen her habere
canımdan uçurduğum şahin
pençesinde kaldı bileğim, yazım, harflerim
bir yanım onla uçtu, sende kaldı, ben bittim
alacânım,
indi mi göğsüne heves? 
Oǧula ve kıza dair olan renk yelpazesi nakışlı heybelerimizin yükü; özlem, umut, güzellik, barış, saǧlık, başarı ve var olan bütün iyi dileklerdir. Her anne yüreǧinin bir kıyıcıǧında, kutsal bir emanet gibi, kendisini de ayakta dimdik tutan, bütün bu hisleri sımsıcak saklar. Gönüllerinden evlatlarının her geçişinde; Dünya yuvarlaǧının her santimetre karesine karşı kocaman gülümser. Yüreǧi alaca kanatlı bir kuş olur, pır pırlarla, masmavi okyanusları andıran semalarda telaşla uçar ve tekrar sol göǧsünün altındaki, sıcak yuvasına usulca döner.
alacânım,
yakılmış bir köyün adıydı adın
görmedi kimse
içinde ben de yandım
o gün bugün kalbimin doğusunda tüten duman
nerede olursan ol göğündeyim kanlı tarih her zaman
Mardin'im, Midyat'ım
ah benim altından avaze sesim
kardeşlerimdi ölen de, öldüren de
aranızdaki duvarda
gömülü kaldı“ 

Gönül istemez mi ki; koşullar el verse, çocuklarımız hep yanı başımızda, bir seslenme mesafesinde ve gözlerimizin önünde olsalar. Hasretlik hepten yer edinmese. Yüz yaşına da gelseler, yine de çocuk olarak gördüǧümüz evlatlarımızla, aramızdaki mesafeler daha kısa olsa. Baǧrımız yanmasa, gözlerimiz buǧulanarak her an uzak yollara takılı kalmasa ve aklımız onlara yönelik kaygılarla meşgul olmasa. Konu çocuklarımız oldu mu, bu derin bir iç çekiştir ve istemlerin ardı arkası gelmez. Onlar içinde yer aldıǧı bir hayal dünyasında yaşar, her şeyin en iyisini ve güzelini bütün benliǧinizle istersiniz.
Bizlerden birer parça olan varlıklarımızı, büyük güçlüklerle büyütüp saldıǧımız, kurtlar sofrasını andıran yeryüzünde; güzellik, huzur ve barış olsun istiyoruz. Defolsun kurtlar, bu diyar onlara dar olsun. Gözlerimizin bebeǧi, en deǧerlerimizin "karınca kararınca" bir yaşam sürdürmeye çalıştıkları dünyanın dört bir yanında, edindikleri imkanlar dahilinde, güzelliklerden ibaret, yeterince insani bir hayatları olsun.
etimden uçurduğum uçurum
meşhurdum, meçhuldüm, mahsurdum
bir hâfızken eskiden
mecnun kaldım şimdi
aşktan, senden, kendimden
n'olur sevmeden öldürme beni
alacânım,
söyle, indi mi göğsüne heves
Gün geçtikçe paylaşılamayanlar daha da çoǧalıyor. İnsanın kıymeti harbiyesi çer çöpün yanında tuzla buz oluyor. Hoşgörünün çok uzaǧına düşenler, bir çakıl taşını dahi paylaşılamayacak hale geliyor. Derken fındık kabuǧunu doldurmayacak, olur olmaz konularda hır gır çıkartılıyor, gayri insani bir kavga- döǧüştür almış başını gidiyor. Kum gibi yitirilen insanlık oluyor ve köküne hepten kibrit suyu dökülüyor. Durdurulması istenmeyen, kardeş kanı günümüze deǧin oluk oluk akıtıldı. İnsanlarımıza birilerinin bütün dünyaya bedel olduǧu, söylenirken etekleri kimsesizleştirilen daǧlara büyük harflerle  hayasızca başka renkler, diller ve kültürler hiçe sayılarak, bir ırka mensup olmanın, anlaşılamayan dar hacimli kafalılıǧın, ilimin çok uzaǧına düşen ve ırkçı duyguların getirisi ile duyulan bir mutluluk yazıldı. Semboller uǧruna insan kanın dökülmesi kutsanır hale gelindi. Bu daǧların başlarında binlerce yoksul genç kurşunlara, bombalara hedef oldu.
Paylaşılamayan neydi, ne oldu. Kardeşçe, barış ve huzur içinde yaşamak varken, belli grupların çıkarları doǧrultusunda, fakir, biçare ve bu kavganın çok uzaǧında, en hafif bir ilintisi, zerre kadar bir faydası olmayan insanlar, yıllarca acımasızca birbirlerine kırdırıldı. Cenazeler her daim yoksul semtlerin-köylerin eǧri minareli, bir kaç Isparta halısının serili olduǧu, Ahşap çerçeveli büyuk bir saatin gonladıǧı camilerde, başı kapalı kadınlar ve kirli sakalları ile şapkalı, aǧızlarındaki çürük dişleri sararmış kırsal kesimden erkekler tarafından kaldırıldı. Çocuklarının ne uǧruna ve ne için öldüklerini dahi bilemediler. Yıllarca süren yaslar tutuldu, yürek parçalayan aǧıtlar yakıldı. Vatan-Millet-Sakarya’da “ellerinin biri yaǧda, biri balda“ olanlar, oturdukları barlardan, uzandıkları sahillerden istiflerini bozmadan, cepheye sürdükleri, ömürlerinin baharında olan binlerce yoksul genci, vicdansızlıklarının sor kertesi ile kara toprakların altına yolladılar. Yaşanan ve devam edegelen zulüm, işkence, yakılan binlerce köy, sürgün edilen milyonlar, kesilip anahtarlık yapılan insan kulakları, yedirilen dışkılar, tecavüzler ve akla gelebilecek her türlü vahşilikler. Hat safhada kalmayı sürekli başarıp, kol gezen bir iǧrençlik. Dik tutulan başlar, yoksulların bir araya gelemeyen yakalarına iliştirilen şeref madalyaları, büyük puntolarla gazetelerde „on oǧlum daha olsa, onları da vatan uǧruna kurban ederim“ başlıkları, ölümlerinin ardından bir kaç günlüǧüne baǧlanan kesik elektrikler ve yıkılmakla yüz yüze gecekondularda, salındıkları evlerden daha büyük bayraklar. Onlarca yıldır kendisini yok eden bu gidişatı sorgulamayan, kutuplara ayrıştırılan bir halk. Kardeşlik yerine, düşmanlıklar, dayatılan gri tekdüze renkler. Koparılan çiçekler, dikenlikler haline getirilen gül bahçeleri. Başka dillere, melodilere, kültürlere, farklılıklara kapalı, gözler, kulaklar, aǧızlar ve duyular. Zerre kadar olsun, başkaları ile deǧil empati kurma gereǧi duymak, akıllarına dahi getirmeyen, gocunmayan ve bundan bihaber, saǧlıklı düşünemeyen kitleler.

İSTEMEDEN ASKERE GİDEN BİR ASKERE ŞİİR
Korkmaktan
korkarak
gitti oraya
(Aman tanrım, köyümde
bıraktım kadınımı...)
Utanarak
gitti oraya
(Aman Tanrım,belki de bir çocuk öldüreceğim,
benim de iki yavrum...)
Oraya gitti
başkası istedi diye,
Oraya gitti ama
ne cesareti onundu
ne de nefreti-hiç
onun olmamıştı ya
Başkasının öfkesi
bulaşınca ona
o da öldürdü, öldürdü.
Ta ki bir gün
-bir hakaret gibi gelen
tam güneşi varken, umudu varken
kadını varken
oğulları anası ve mektubu
her şey varken
tepesine düşene dek
gagası sarı
kuyruğu kırmızı
korkunç bir kahkaha ile
el bombaları

Rui Nogar“

Camilili Aydın’ın pek bi sevdiǧi annesi, ben meşhur Kör Zewe derim ki; insanlıǧa reva görülen kötülükler olmasın. Barbarlık ve bunca vahşet artık bir son bulsun. Gayri insani olan her oluşuma, gayrık yeter denilsin. Binlerce yıldır, pek çok medeniyete ev sahipliǧi yapmış olan Anadolu’nun yorgun topraklarında yer alan, Türk, Kürt, Laz, Ermeni, Arap, Çerkez, Süryani ve diǧer milliyetlere yakışan budur. Ciǧerlerimize zeytin dallarının mis kokuları dolsun, pencerelerimizi barış çiçekleri süslesin, insanca yaşam milyon bin yıl sürsün, en büyük dileǧim; kardeşlik, barış ve huzur her daim olsun.

Amsterdam, 28 Temmuz 2013





27 Temmuz 2013 Cumartesi

ŞİİRİM GELDİ – ŞİİRİMSİ DUYGULAR...


GÜLDEREN
Güzeller güzeli ülkemin,
Karlı yalçın dağlarının,
Sarp kayalarının,
Gökkuşağı çakıl taşlarının,
Altın kumların arasından,
Olanca coşkun 
Ve billur berraklığınla, 
Süzülde gel.
Gel candan öte canım,
Bal kokulum,
Kızıl güller derenim,
Güller güzeli gülderenim.
Süzül ki yüreğime,
Canlansın yaralı-bitap yüreğim.
Dol ki kalbime,
Ipışıl geleceğimizi,
Kal ki yüreğimde,
Halkımın baştacı eylediği kavgasını,
Damla damla ak ki kalbime,
Ezilmişliğini biçare insanımın,
Anlatayım sen güzelime.
Hani dilim döndüğünce,
Hayasızca yok edilişini,
Yılanları bin yıl yaşatan
Vurdum duymazlığını,
Milyarlara varan,
Dünya insanlığının,
Kıpırdamayan kıllarıllarıyla,
Payeli sözde aydınların,
Demokrat görünümlü dinazorlarıın,
İnsanım diyenlerin,
Kahreden onursuzluğunu.
Dillendirmeye çalışayım sana,
En nihayetinde mutlak kazanacak olan,
Halkımın salt insanlıktan yana,
Mütevazi ve de alabildiğine insani rüyasını...

Amsterdam, 6 Mayıs 2006        







2 Temmuz 2013 Salı

CARPE DIEM



CARPE DIEM

Altın Yele, dörtnala, olanca hızı ile birbirinden narin bin bir çeşit kır çiçeǧi ile bezeli, yüksek tepeleri ve geniş ovaları kan ter içinde, dur durak bilmeden, ardında yoǧun bir toz bulutu bırakarak aşıyordu. Bu asil atın sırtında, gözleri çakmak çakmak olan genç, henüz on dokuz yaşında, yaşamının baharında Alin adlı bir delikanlıydı. Ardında kendisine sımsıkı sarılan, Çeribaşı Hıdır dayının kızı Poti’nin kömür karası saçları uçuşarak, Alin’in yüzünü kapatıp, görmesini engellese de, O buna dünden razıydı. Roman güzeli Poti’nin saçları mis gibi kokuyor, Alin kendisinden geçiyor, yüreǧi Hüsmen aǧanın davulu gibi, göǧüs kafesini zorlayarak gümbürdüyordu. Duyduǧu mutluluktan, kavak yellerinin alabildiǧine estiǧi, bulutları aşan başı, yüzüne oturan geniş bir gülümseme ile dönüyor, dönüyordu.
Sarıya çalan ipeksi uzun yelesinden dolayı, Altın Yele diye adlandırdıǧı atı ile O’nun arasına, Poti‘yi hariç tutarsa, kimseler giremezdi. Poti’ye bütün varlıǧı ile delicesine aşık, atına ise ölesiye vurgundu. Atının üzerinde kendisini, olduǧundan  daha hür ve doǧa ile iç içe hissediyordu. Altın Yele'ye dokunduğu, baktığı ve sırtına binip, dörtnala koşturduğu zaman, genç bedeninde özgürlüğü alabildiğine hissediyordu. 
Ve Alin'in atı durup, dinlenmeksizin, rüzgar olup, koşuyordu. O, Altın Yele'yi durdurmak için gemini var gücü ile çekiştirse de, atı başını inatla yukarı doǧru kaldırıp, saǧlı sollu sallayarak, dört nala var gücü ile koşmaya devam ediyordu. Az ileride bulunan uçurumdan, canından çok sevdiǧi Poti ve Altın Yele ile birlikte aşaǧı uçması an meselesiydi. Panik içinde avazı çıktıǧı kadar, baǧırıyor, Poti korku ile kendisine daha çok sarılıp aǧlıyordu. Ansızın tökezleyip, kendisi ile birlikte büyük bir gürültü ile yere düşen atını durdurmak isterken baǧrışması ile hem kendisi hem de, Camili Köyünün harman yerine kurdukları çadırda bulunan babası Hıdır, Annesi Zarife, on altı yaşındaki kız kardeşi Güllü ve daha on ikisindeki kardeşi Mirza Can‘ı da derin uykularından uyandırdı. Annesi gelip, Alin'in baş ucunda telaşla ne olduǧuna bakarken, kabus gören oǧlunun kızıla çalan ince bıyıkları, al al olmuş yanakları, açık gri gözlerini gölgeleyen uzun kirpikleri ter içinde kalmıştı.
Art arda hızla nefes alıp, verirken, Altın Yele’nin adını derinden sayıklayıp durdu. Bütün ailesinin meraklı bakışlarının kendisine doǧrulduǧunu görünce, bunun bir rüya olduǧunu anladı. Küçük kardeşi Mirza Can‘ın yanaǧını sevgiyle okşayıp, ailesine merak edilecek bir şey olmadıǧını ima ederek, gülümsedi. Annesi, gözünün bebeǧi oǧlunun boncuk boncuk terlerini silerken, babası da bir hayli kabarık olan bıyıklarını kulaǧına doǧru keyifle, çekiştirerek burdu. Babası Hıdır, Alin’e karşı çok ceberut olsa da, iyi bir günündeyse, pamuk olup, yumuşadıǧı da oluyordu.
“Korkuttun  bizi bea, deli kızanım. Artıkın sakinleş, ne olur.” deyip, O’nun kıvırcık kumral saçlarını şefkatle okşadı. Annesi allı güllü fistanını bir çırpıda toplayıp, telaşla;
“Ne oldu, ne gördün de rüyanda böyle çok korktun, be ya?”
“Yok bir şey anam, telaşlanma.  Rüyamda Altın yele ile bir uçurumdan az daha düşüyorduk, be ya. Ne yaptıysam, gem almadı Altın Yelem, durmadı, sonra tökezledi ve yere düştük. Poti de ardımdaydı, hani en çok da O’nun için korktum.”
“Alin’im, (h)adi be oǧul daha sabaha çok var. (H)adi ayırlısı diyelim. O zaman tekrar yatalım. Çeribaşı Hakkı dayın, Şuayip amcan, Ümmü teyzen ve Zürafiye yengen de sesini duymuşlar, onlar da telaşla geldiler. Baban, dışarıda Çeribaşı Hakkı dayının çadırının önünde O’nunla konuşuyor. Basur olasıca baban da gelir imdi. Hadi uyu benim güzel oǧlum. Güllü, bi yol bak be ya. Ramazanda geberesice. Sakil sakil (salak salak) bakınma etrafına. Maari, kırk yılın başı gacılıǧını bi gösteriver. Yardım et de, Mirza Can da uyusun bea.” Güllü cılız bir sesle;
“Tamam ana” deyip, Mirza’yı kolundan tutarak kendi yataǧına çekti ve sıkıca kardeşine sarıldı. Alin sırt üstü yataǧına uzandı. Ellerini kafasının altında birleştirdi. Gözlerini üst üste kırpıştırdı. Bakışları bir ara eğri büǧrü çadır direǧine asılı, şişesi iyice isli gaz lambasında gidip gelen ışıǧa takılsa da, O’nun gözlerinin önünde, içinde art arda güneşlerin patladıǧı, işveli roman güzeli, alımlı Poti’sinin gözleri vardı.
Camili Köyü’nun harman yerinde Hıdır ve diǧer on ailenin çadırlarının üzerine güneş ışık ipliklerini erken saldı. Her yer bir anda aydınlandı. Irklar üstü bir kültürün bireyleri olan Adana yöresinden gelen ve Cano aşiretine mensup romanlar da, Camili Köyü’nün harman yerinde kurdukları çadırlarında vakitlice uyandılar. Roman elleri, uçsuz bucaksız Dünya topraklarında; her daim göç halindeydiler. Onlar da, her roman gibi aynı zaman da gezgin birer zanaatkardı. Anadolu'da, devlet onlara tarih boyunca, iş olarak sadece cellatlıǧı reva görse de, kimselere dargın değillerdi. Oysa insanlıǧın ayrılmaz bir parçası oldukları halde, buçuk millet olarak adlandırılıp, onurları "gacolar" tarafından kırılan romanlar, devlet babadan hiç bir beklenti içinde olmadan, hayatlarını idame etmek için neler yapmıyorlardı ki; elekçilik, sepetçilik, kalaycılık, çalgıcılık, falcılık, hurdacılık, çöp toplama, köçeklik ve ayı oynatıcılıǧı bilinegelen meslekleriydi.
Alin genç yaşına raǧmen kalaycılıkta ve klarnet çalmakta roman aşiretleri arasında nam salmıştı. Bazı zamanlar kalay yaparken, kazan büyükse içine girip, dans eder gibi hareketlerle, erittiǧi kalayı iyice sıvarken, bir yandan da klarnetini öttürüyordu. 
"Ooo... mastika, mastika, sigarası marlbora...
………………………………...................
Ayılana gazoz, bayılana limon…
…………………………………………...

Al kızını koy çuvala, salla salla vur duvara…."
Saçları darmadaǧın, altları çıplak, çükleri açıkta çocuklar etrafına birikip, O’nu ilgiyle izliyorlardı. Alin klarnet çalmaya görsündü, yer yerinden oynar, roman ölülerinin ruhları dahi gelip, raks ederlerdi. Bir kaç ay önce, mart ortalarında “humbara”  ve mayıs ayında kutladıkları “kakava bayramlarında” kuzeni Tacettin darbuka vurmuş, Alin ise avurtlarını balon gibi şişirip klarneti ile herkesi öyle çılgınca eǧlendirmişti.
Alin kabus sonrası daldıǧı derin uykudan, daha süt emen bir bebek misali gerinerek uyandı. Dışarı çıktıǧında, annesinin Camili köyünden bir yıǧın kalaylık bakır tencere, tava ve tepsiyi çadırlarının dışına koyduǧunu gördü. İş başa düşmüştü. Sigara altı bir şeyler atıştırdıktan sonra, kalay işine koyuldu. Bir taraftan da gözleri Poti’yi aradı. Poti de annesi ile geçen hafta yaptıkları elekleri satmak üzere köye gitmişlerdi. Haberi Poti’nin on yaşındaki kardeşi Dino’dan aldı. Poti burada olmadıǧına göre, kalay yaparken sabahın bu vaktinde klarnet öttürmenin de bir anlamı yoktu. Acele ile işine koyuldu, özenle kalaylık kapları ısıtıp, pamukla her tarafa sıvadı. Her roman gibi, O da dünyanın hiç bir sorununu kendisine dert etmiyordu. Gün elbette bugündü. Yarına Allah kerimdi. Yüzlerce yıldır, Hint diyarından dünyanın dört bir tarafına göç etmiş olmalarına raǧmen, "carpe diem - anı yaşa" olarak adlandırıla bilinecek felsefelerindeki çizgi aynıydı. Kısaca ; "varsa bayram, yoksa ramazandı."
Poti annesinin ardından, yorgun argın gelip, çadırlarının önündeki mindere oturdu. Yan gözle komşu çadırına bakınca, Alin’in kendisini uzaktan süzdüǧünü fark etti. Alin çadırına gidip, annesinin vazosundaki plastik güllerden birini aldı ve Poti’nin yanına geldi. Plastik gül çiçeǧini Poti’nin saçlarına taktı. Sevdiǧinin beline sarılıp, etrafındakilerin bakışlarına aldırmadan, bir güzel öptü. Yüzlerce metre ileriden bakanların, bu mutlu ciftin düşüncelerinin dahi güldüğünü görüyorlardı. Uzaklarda Camili Köyü’nün eşekleri ile  harman yerinde otlamakta olan Altın Yele, kocaman gözlerinin yer aldıǧı alımlı kafasını gökyüzüne kaldırıp, keyifle kuyruǧunu sallayıp, uzun uzun kişnedi. Romanlar bir ellerinde ayna bir ellerinde cımbız dünyanın dört bir yanında, aynı ruh hali ile mutlu, barış içinde cennet eyledikleri yeryüzünde, kırtıpil bir hayatı sürdürmektense, gökyüzünü kucaklarcasına kollarını açıp, renge renk elbiseleri ile klarnet ve darbuka eşliǧinde, “şapii şapii - rina rinaaa” diye baǧırıp, dans ediyorlardı. Gökte eǧlence var deseler, merdiven dayayıp, çıkan romanlardan, kulaklarımıza çalınan güzel bir roman şarkısını duyar gibi oldunuz mu?
“Ayata ep aykiri ep aykiri gideriz.
Çünkü biz Edirne çingenesiyiz.
Şarabı çeker, yerimizde duramaz ep eyleniriz.
Atarız göbecikleri, yatarız yan gelip,
Akşama para bulursak beya,
Vururuz rakinin dibine
Yanında da balık.
Eyy babalık çal ordan 8-9 bir roman avası,
Bulalim kendi avamızı.”
Bir roman sms'i ile bitirelim öykümüzü: "Astayım mevlüde gelemem ama, akşama düǧüne gelirim."
Gacılar ve (h)ayat güzel mi güzel, bea… Sizce de deǧil mi?

Amsterdam, 1 temmuz 2013




 

1 Haziran 2013 Cumartesi

GÖKYÜZÜ





GÖKYÜZÜ

         Ulaşılması zor, sarp, meşe aǧaçları ile kaplı daǧların ardından, suların sevgiliye koşar gibi hızla aktıǧı derelerden ve bin bir çeşit albenili-kırılgan kır çiçeǧi ile bezeli yeşil ovalardan; yıllardır kulaǧına gelen asker, silah, bomba, helikopter ve savaş uçaklarının nahoş sesleri oldu. Sonrasında her ne olduysa, tam da olanca umudunu yitirip ve bu devran böyle devam edecek kaygısına kapılmışken, bu berbat gürültüler apansız dindi. Dört bir yan sessizliǧe büründü. Sökün eden bahar ile birlikte; onlarca yıl sonra ilk defa kuş, arı, cır cır böcekleri, kelebek kanatlarının çırpmaları ve kır çiçeklerinin narin goncalarının çatlama seslerini duyar oldu. Can almanın işareti olup, öd koparan, başat çirkin gürültüler, yerlerini doǧanın yaydıǧı düşük frekanslı, yıllardır duymadıǧı tatlı, ferahlatıcı, ruh okşayıcı, hayata daha baǧlayıcı, umutlandırıcı ve dinlendirici seslere bıraktılar.
         Duyduǧu silah, bomba, helikopter patırtısı ve kurşun hızıyla gökyüzünde daǧlara doǧru uçan savaş uçaklarının inlemeleri, yüreǧinin her defasında aǧzına gelmesine neden oluyordu. Bilinmeyen bir daǧın yamacında yine birilerinin hayatına, genç yaşında son verilecekti. Hem de karşılarındakinin kim olduǧunu, hayallerini, rüyalarını, yeni doǧan kızına aldıǧı bebeǧi cebinde taşıdıǧını, umutlarını dahi bilmeden, tanımadan. Oysa birbirlerinin tavuklarına da "kış" dememişlerdi. Ama onlar, ne yazık ki; birbirlerini öldürme ve yok etme misyonunu üstlenmişlerdi. Bu arada doǧa  hunharca bir talanla yerle bir ediliyor, dünyanın ciğerleri olan ormanlardan, savaş uçaklarından atılan bombalardan dolayı, geriye sadece ağaç külleri kalıyordu. Ve hiç kimse bu gidişata dur demiyordu. Naze Ana tüm bu olup bitenlerin ardından hüzünlenip, başını kederle yere eǧerken, yaralı yüreǧinden gelen göz yaşları, gözlerinden boncuk boncuk akıyorlardı.
         İki oǧlunu yıllarca önce, peşe peşe, yükseltileri süt beyazı karlarla kaplı, amansız daǧlara kaptırmıştı, Naze Ana. Daǧlar ciǧerlerini söküp koparırken, canından aldıǧı iki canı gerisin geri vermedi. Neler olup bittiǧine akıl erdiremeyen, bu altmışlı yaşlardaki, açık maviye çalan buǧulu gözlü, yuvarlak çehreli, kısa boylu küçük kadının, büyük yüreǧi iki yerinden kor şişlerle, derinden daǧlanmış gibiydi. Evlat acısı ile adeta her an boǧulur gibi oluyordu. Kim olursa olsun, gencecik insanların ölmesi, annelerin aǧlaması, yuvaların daǧılması ve bu acıları yaşayanların,  yalnızca yoksullar olması (ne gariptir ki), O’nu daha da hüzünlendiriyordu. Yoksul gençlerin anneleri olarak, ellerinden gelen bir şey yok gibiydi. Karşılarında duran karanlık güçler, zalimlikte rakip tanımıyor, her geçen gün daha çok kan akıtıyorlardı.          
          Oysa Naze Ana’ya göre, hangi kutsallık adına olursa olsun, kimsecikler ölmemeliydi. Hiç bir kavram, insan canından daha deǧerli deǧildi. Fakir insanların gencecik oǧuları ve kızları bir hiç uǧruna, kum taneleri gibi avuçlarından kayıp, gitmemeliydi. Onlarca yıldır devam edegelen bu vahşet, tez elden sonlandırılmalıydı.
         Ölen iki tarafın da cenaze törenlerine baktıǧında, sahne sürekli kırsal kesimden, eşarplı kadınlar, şapkalı erkekler, yoksullukları yüzlerinden okunan biçarelerdi. Acı çekip, dövünen ve kaybettikleri deǧerlerin ardından aǧıtlar yakanlar arasında en küçük bir farklılık yoktu. Aynı manzara, hiç bir ayrıcalık göstermeksizin, onlarca yıldır devam ediyor, katledilen fakirlerin sayısı her geçen gün daha da artış göstererek on binleri buluyordu. Şiddet devam ettikçe de, kandan beslenenler, kene misali emdikçe kanlanırken, yaşamlarının hiç bir bedeli olmayan, bu iǧrenç oyunun kurbanı olan yoksul çocukları art arda ölmeye devam edeceklerdi.
         Son zamanlarda söylenildiǧine göre, insan yüreǧine hafiften su serpen belli adımlar atılıyordu. Olumlu gelişmelerden dolayı, köylüleri son zamanlarda haberleri daha bir can kulaǧı ile dinler olmuştu. Çok şükür, son zamanlarda  ölüm haberleri gelmiyordu. Barış adına, insanlık adına bazı girişimler söz konusuydu.Türkçesi iyi olmasa da, haberleri yine torunu ile izlemeyi yeǧledi. Dört yıl önce kocası Ali kalp krizinden ölmeseydi, O’nunla birlikte izleyecekti. Aslında Ali’ye biraz kırgındı. Kendisini bu daǧın başında, tam da birlikteliǧe daha çök ihtiyaç duyduǧu bir zamanda, hiç sorup sual etmeden çekip, gitmiş, kendisini elleri böğründe bırakmış, gözleri ise hep gökyüzüne dönük kalakalmıştı. Acelesi neydi? Oysa kavilleri böyle deǧildi. Anca beraber, kanca beraber deǧil miydi? Göz yaşlarını kendisi mi silecekti? Görmediǧi iyi günleri neyse de, hepten acı olan günlerinde bir başına mı kalacaktı. Ali yanı başında olmayacak mıydı. Başını O’nun goǧsüne gömerek teselli bulmayacak mıydı. Ali’den yana yüreǧi kırık ve buruktu.
         Oǧlu Misto’ya seslenmeden önce ortalarda kuyruǧunu sallayıp duran, evin köpeǧine baktı. İçinden Zoro’ya acıdı. Kuyruǧunu mütemadiyen sallamasından belliydi, hayvancaǧız aç olmalıydı. Gelini, üç torununun annesi Hediye’ye avazı çıktıǧı kadar baǧırdı.
         “Hediye.... Kızım, Zoro  aç herhalde. Geçmişlerinin hayrına bi doyuruver hayvancaǧızı. Hadi çabuk ol kızım.” Hediye, sadece evlerinde deǧil, bütün köyde de büyük saygı gören ve belli bir otorite olan Naze Ana’nın bu direktifini yerine getirmek için, cılız bedenini hızla harekete geçirip, tandır damına yöneldi. Naze Ana sonrasında samanlıǧın duvarına sırtını yaslayıp, güneşlenen, kırk yaşında olmasına raǧmen, hala saygı mahiyetinde, kendisinden gizli keyifle sigarasını tüttürüp, ne düşündüǧünü belli etmeyen, daǧlarin kendisinden alamadıǧı burma bıyıklı oǧlu Misto’ya seslendi.
         “Misto, hele Helin’i çaǧır gelsin. Haberler başlıyor. Haberleri izlemek istiyorum,“ Helin Mustafa’nın kızıydı, kürtçede kuş yuvası anlamına geliyordu. Bu yuva yeteri kadar daǧılmıştı ve daha fazla talan edilmemeliydi. Anaların yaptıkları “helinleri” korumak için, kanatlarını bu güzelliǧin üzerine germeleri gerekiyordu. Türk , Kürt, Laz veya Çerkez demeden barış için el ele verip, bu gayri insani gidişata dur demeleri gerekiyordu.
         Helin’in babaannesinin gözlerine benzeyen gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kasabada lise son sınıfta okuyor ve üniversiteye gidip, avukat olmak en büyük hayaliydi. Böylelikle çaresiz bırakılanların savunucusu, kolu-kanadı olacaǧını düşünüyordu. Naze Ana, haberleri Helin ile birlikte izlemeyi çok seviyordu. Çünkü Helin izledikleri her haberin ardından, kendi yorumunu da katarak, babaannesine aktarıyordu. Torunun beyaz, kadife gibi ellerini, yer yer çatlamış, nasırlı avuçlarının içine alıp, O’nun yorumunu ve açıklamasını göz göze gelerek bekliyordu. Torunu ile haberleri izlerken, yüreǧi O’nun yüreǧine çarpar gibi oluyordu. Helin'in son zamanlarda verdiǧi haberler ise, birer müjde gibiydi.
         “Babaanneciǧim, sen o güzelim gönlünü ferah tut. Bugün de sevinebiliriz, ölen kimse olmadı. Kimselerin ocaǧına, şükürler olsun, ateş düşmedi. Barış görüşmeleri sorunsuz devam ediyor. Herhangi bir komplo olmazsa ve her şey yolunda giderse, herkesin yüzüne dünyanın en güzel-geniş gülümsemesi gelip, yerleşecek. Daha önemlisi de, bundan sonra analar aǧlamayacak.” Helin barışla ilgili her haberin ardından, maviş gözlerini mutlulukla kırpıştırıp, muştular gibi yorumlarını ballandırarak gelişmelere katıp, babaannesine olup biteni, bütün maharetlerini sergileyerek, bir çırpıda anlatıyordu.
         “İnşallah benim güzel kızım, inşallah.” deyip, torununun örgülü saçlarını okşayan Naze Ana, ellerini gökyüzüne kaldırıp, uzun uzun bildiǧi bütün duaları peş peşe mırıldandı. Her şey iyi olacak ve sonunda kazanan elbette insanlık olacaktı. Bu coǧrafyada da, nihayet barış olanca maǧrurluǧu ile hüküm sürecekti. İnsanlık dolu günler uzak deǧildi.
         Naze Ana torunun elinden tutup, dışarı çıktı. O’nun saçlarını okşamaya devam edip, pembe yanaǧına öpücükler kondurup, gönlünü aldı. Hava iyice kararmıştı. Köydeki evlerden cılız ışıklar saçılıyor, açlık sorunu olmayan köpekler koro halinde havlarken, cır cır böceklerinin çıkardığı tiz sesler kulakları tırmalıyordu. Akşam'ın siyahında; gökyüzü her zaman olduǧu gibi, erişilmeyecek uzaklıklarda ve biri diǧerinden daha parlak yıldızlarla dopdoluydu. Dünya; anaların bir damla gözyaşı dökmediǧi, muhteşem barış güzelliǧindeydi.

Amsterdam, 2 Haziran 2013




KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...