BİLO
“Elinden geleni yaptıktan sonra,
hala olmuyorsa, sıra ayağından geleni yapmakta;
gitmek gibi mesela.” Sunay Akın
Adını her ne kadar ballı şekerlemelere bandırıp kendisini kısaca Bilo olarak tanıtsa da asıl adı Bilal’di. Kendilerinin arzusu, adının kısaltılması, şirin delikanlı olarak şekerlenmesi yönünde olduğuna göre, o halde biz de onun gönlünü hoş tutalım ve öykümüzün başından itibaren kendilerine Bilo olarak hitap edelim. Perde sonuna kadar açılsın ve gurbetçi Bilo’nun hikayesi başlasın.
Seksenli ve doksanlı yılların cazip furyası, bir yolunu bulup tez elden yurt dışına sıvışma modasıydı. Bu moda kaçış furyasına kapılan pek çok insan gibi Bilo da doğduğu toprakları terk etmek zorunda kaldığı yıllar, ülke insanının hayatı alışılageldiği üzere her geçen gün, daha bir zorluklara doğru hızla evriliyordu. Ülkede insan yaşamı tam anlamı ile katman katman halkın üzerine üzerine geliyordu.Varsıl olmayan, büyüklüğü hatırı çokça sayılacak oranda sayılacak olan kesimin çokça aşinası olduğu ise “bugünün, dünü çok bariz bir halde mumla aratmasıydı." İnsanı onursuz kılan şirazesi hepten kaymış yoksulluğa bodoslama gark olan halk huzursuz, mutsuz ve aynı zamanda biçareydi. Zaten ondan öncesinde de hükümranlığını süregelen kömür karası yazgı adaletsizliğiyle bir değişiklik göstermiyordu. Öyle gelmiş ve fora yelken tam gaz öyle de gidiyordu. Yoksul insanların serzenişi ayyuka çıkadururken, işsizlik diz boyu, pahalılık katlanılır gibi değildi. Ülkenin mavi göğünde “gezen tavuklar” misali dolaşım halinde olan kara bulutlar, yumurtlamadıkları bir yana; insanların çehrelerindeki gülümsemeyi hepten siliyor, küçük çukurluklardan oluşan gamzeler yüzlerde kayboluyor ve onları daha da asık suratlı kılıyordu. Bu oldukça karamsar tablonun sergilendiği üç tarafı denizlerle çevrili geniş alanda, daha yirmi beşinde tığ gibi bir delikanlı olan Bilo da soluğu bir Avrupa ülkesinde almak ve mümkünse, bir yerlere kapağı atıp orada kalıcı olmak istiyordu. Burada kalması halinde kendisi için biçilmiş, ama doğru olmayan bir hayatla cebelleşip duracaktı. Bunu yaşanır bir hayat haline getirmek de oldukça zor olacağa benziyordu. Onun da her derde çare olan nane ile limonun dahi iyi gelmediği sıkıntıları vardı. O nedenle gitmeliydi. Belki de uzaklara, ta uzaklara gitmeliydi.
Geçen zamanla birlikte yurt dışına çıkmak üzere gereken koşulların, bir anda oluşması ile Bilo da derin soluğu, daha yeni edindiği gıcır gabardin paltosunun iç cebine koyduğu otuz sekiz sayfalı pasaportunu, anne, baba ve kardeşleriyle helalleşmesinin ardından, bindiği bir Boing 777 Türk Hava Yolları uçağı ile laleler ve sarışın Maria'ların diyarı Hollanda’nın Amsterdam kentinde, elbiselerini tıkıştırdığı siyah bir valizin ağırlığı altında eğilip bükülmelerle aldı.
Bilo’yu havaalanında yakınları karşıladı. Yakınları ile hasretlik gidermesinin ardından, beraberinde getirdiği “pılısı ve pırtısını” geldikleri evde kalması için gösterilen bir odaya yerleştirdi. Artık yaban elde o da soluk alıp veriyordu. Önünde çözmesi gereken çok fazla sorun vardı ki, bunlardan en önemlisi oldukça yabancısı olduğu bu yeni ülkede konumunu legal kılmaktı. Bunun için de sadece iki yol vardı. Ya burada belli nedenlerle iltica etmesi veya bir kadınla evlilik yapmasıydı. Bu iki durumun dışında bir de öğrencilik yolu ile buradaki konumunu geçici olarak kalıcı kılabilirdi, ancak bunun için de belli bir harcama yapması gerekirdi. Bunu yapmaya gabardin paltosunu satsa da imkanları elvermeyeceği gibi yakınlarının da buna durumu çok da elverişli değildi.
Dünya şehri Amsterdam’da sonbahar mevsiminin son günleriydi. Hollanda’ya geleli iki hafta kadar bir zaman geçmiş, Bilo bulunduğu ortama daha tam olarak alışamamış olmasına rağmen, şans eseri arada bir yüzünü gösteren bir iki son pastırma yazı günleri, onun dışarı çıkmasına ve etrafı biraz tanıyıp kolaçan etmesine yardımcı oldu. Alışık olmadığı, bir anda bıçak gibi inen kara akşamlar ve yağmurun aşık olduğu bu topraklara günlerce durmaksızın usul usul kıl inceliğinde yağması da onu şaşırtmaya yetti. Görünen o ki; henüz yeni adım attığı yaban elde kış sert geçeceğe benziyordu. Çeşitliliği çokça olan ağaçtan düşen sonsuz sayıdaki yaprak yerlerde ve özellikle de parkların içinde birbirleri ile kesişen patika yollarda en usta ressamın tuvallerini kıskandırır cinstendi. Bütün dünyada olduğu gibi bu ressamlar ülkesinde de en büyük ressam doğanın bizzat kendisiydi. Her mevsimde böylesi güzel manzaraların birbirinden güzel farklılıklarla kendiliğinden oluşması ile dünyanın en büyük ressamlarından Vincent van Gogh ve diğerleri gibi dehalar da haliyle eksik olmuyordu.
Günler hızla geçiyor ve artık Bilo’nun da Hollanda’da kalıcı olmak için bir şeyler yapması zaruri hale geliyordu. Evlilik gibi bir durum, Bilo her ne kadar iyi bir kazanova olsa da bu kısa sürede gerçekleşeceğe benzemiyordu, her şeyden önce hatunların lisanını bilmiyordu. Geriye tek çözüm geçici bir müddet için de olsa öğrencilik yolu ile legal bir statüye kavuşmaktı. Bunun için yoğun bir lisan kursunu takip etmesi gerekiyordu. Gerekli koşulları yakınlarının yardımı ile oluşturdu ve bir yıllık geçici bir oturum sahibi oldu. Hollandaca lisanı oldukça zordu. Gecesini gündüzüne katıp çok çalışması kaçınılmazdı. Ne yapıp edip maddi külfeti de büyük olan öğrenci statüsünden çıkıp kalıcı bir oturma müsaadesini elde etmeliydi. Bunun tek yolu da evlilikti. O nedenle öğrenci konumunu geçici de olsa zorluklarla sürdürüp evlilik için bu diyarda şöyle eli yüzü temiz bir hatunu bütün cazibesini kullanımla ikna etmeliydi. Aynı zamanda bunun zeminini yaratması, kollarını sıvazlayıp, uygun hatunu bir an evvel bulması şart olmuştu.
Hollandaca kurslarına yoğun devam etti. Kurs boyunca tek ders alıyordu ki, o da malum Hollandacaydı. Fakat bu ders dört ayrı bölüme ayrıldığından Bilo dönem karnesinde çok çabalamasına rağmen bölümlerin hepsinden zayıf notlar aldı. Bu yakınları tarafından “Bilo bir dersten dört zayıf getirdi,” olarak alay konusu oldu. Ama onun umurunda değildi. Zaten bu statüye geçici gözüyle bakıyordu. Bir an evvel evlilik yolu ile konumunu daha sağlam ve kalıcı hale getirmeliydi. Tek çözüm buydu.
Bu nedenle çevresinde bulunan yakınları ve dostları böylesi birisi için etraflarını kolaçan edip aramaya başladılar. Çok geçmeden Hoorn şehrinde bulunan Bilo’yu iyi tanıyan ve ona yardımcı olmak isteyen karı-koca Ahmet ve Zeynep mahallelerinde çocuklarının okulunda müstahdemlik yapan Hollandalı bir bayanı bu birliktelik için uygun buldular. Bu konuyu Bilo’ya da çıtlattılar. Bilo çok sevindi. Bu çöpçatanlığı dostlarından bir an önce yapmaları için sabırsızlıkla beklemeye koyuldu.
Hollandalı bayanın adı Maria idi, güzel yüzlü, ancak dünyada kapladığı hacim boyutu doksan beş kilo ağırlıkla biraz fazlacaydı. Maria’nın gönlü yapıldı ve sonrasında Bilo ile buluşmaları için gerekli randevu ayarlandı. Maria’nın aile boyu olması her ikisi için de fazla bir sorun teşkil etmiyordu. Görüşmenin hemen ardından her ikisinin de gönüllü olduğu görüldü. Bir hafta boyunca her gün görüşen yeni çift kısa süre sonra da Bilo’nun Maria’nın evine taşınması ile de yeni bir boyut kazandı. Mutluydular. İyi vakit geçiriyorlar, gülüyorlar ve eğleniyorlardı. Kısa sürede birbirlerine alışmışlardı. Oturum meselesinin halledilmesi için biraz daha zamana ihtiyaçları vardı. Bu adım atıldıktan sonra gerisi de çorap söküğü gibi gelecekti.
Lakin bir süre sonra evdeki hesabın çarşıdakiyle hiç de uyumlu olmadığı görüldü. Yaklaşık bir ay gibi bir zaman birlikteydiler. El ele güle oynaya birlikte evlerine geldikleri bir gün, posta kutusunda buldukları bir mektup bütün huzurlarını kaçırdı, onları tedirgin etmeye yetti.
Bilo’dan önce Maria mafya ayaklarına takılan Şükrü adlı, belalı biri ile üç yıl birlikte olmuştu. Bunu Bilo’ya söylemeyi sakıncalı bulan Maria ketum kalıp bu konuya hiç değinmemişti. Şükrü yaklaşık beş aydır kodesteydi ve daha bir süre orada yatması gerekiyordu. Bilo ile Maria’nın birlikteliğini gören belalı Şükrü’nün yakınları bu durumu hemen kendisine duyurmuşlardı. Şükrü bunu duyar duymaz küplere bindi. Adeta kudurdu. Hücresinin parmaklıklarına var gücü ile asıldı, bu kalın demirleri aralayıp duruma müdahale etmek için saatlerce çırpındı. Lakin bunu başaramadı. Sonunda büyük tehditler içeren bu mektubu kendisinin eski, Bilo’nun yeni yavuklusu Maria’ya yazmıştı. Her an hapisten kaçıp soluğunu bu iki mutlu kaçamağın ensesinde alması an meselesiydi. Maria onu aldatmamalıydı. Bunu kabullenemezdi. O nedenle yeni yavuklu çift ayaklarını denk almalıydılar. Durum bir hayli vahimdi.
Ayrılmaya karar verdiler. Birlikteliklerinin son günüydü. Kopma vakti yaklaşıyordu. Maria kafasını usulca Bilo’nun kucağına koydu. Boncuk mavisi gözleri ile Bilo’nun kestane gözlerinin derinliklerine durdu. Bilo'nun esmer yüzüne büyük bir gülümseme yayılsa da gözlerinde gidip gelmeyeceğini ifade eden bakışlar vardı. Maria beklemediği bir anda kendisi için çıkıp gelen bu genç adamı çok sevmişti. Bakışları ile onu ne kadar sevdiğini ve olup bitenden dolayı özür dilediğini söyledi. Oldukça üzgündü. Uzun uzadıya büyük bir kederle baktı, baktı... Buraya kadardı. Yapabileceği bir şey yoktu. İstememesine rağmen sevdiceği Bilo, “yolcu Abbas” olmuş, bağlasa da o yanında kalmayacaktı. Haksız da değildi. Çünkü, Şükrü oldukça belalı biriydi. Bu durumu hazmedemez ve başlarına olmaz işler açardı. Bilo’nun uzaklaşması hem kendisi, hem de onun için daha iyi olacaktı. Maceraya atılmaları onlar için kötü sonuçlara doğurabilirdi. Acıyan yüreğini bastırmaktan başka çaresi yoktu. Bilo da üzgündü. Aslında Maria çok iyi bir insandı. Ona da yardımcı olacaktı. "Yandı keten helva!" Şimdi umutlarının sahibinden ayrılıyordu. Yüreğindeki utku son buldu. Birlikte olmalarının önündeki engeller oldukça yüksek burçluydular.
Bilo daha fazla zaman kaybetmek istemiyordu. Bu tehlikenin her an yaklaşması demekti. Tez elden eşyalarını taşımak için uygun bir minibüsü olan ve abisi gibi gördüğü Kerem’i aradı. Kısaca meramını anlattı. Kerem abisi, çok anlayışlı ve yardımseverdi. Onunla hemhal oldu. Eşyalarını elbirliği ile çarçabuk minibüse yüklediler. Zaten fazla da eşyası yoktu. Hepi topu bir kaç kitap, elbiseleri ve ufak tefek eşyalardan ibaretti. Bilo, Maria’sı ile uzun uzun kucaklaşıp vedalaştı. Bu onunla son kucaklaşmasıydı. Ne yazık ki, rengini bilmediği, gözleri kör olası kaderinin önüne bir kez daha geçememişti. Ters bir akıntıya kapılmıştı, bakalım akıntı onu nereye götürecekti. Gabardin paltosunun düğmelerini çözdü. Ön tarafta Kerem abisinin yanına oturdu. Maria yumuk elleri ile durmaksızın el salladı. Bilo da başını önüne eğdi ve o da el salladı. Bir ara Kerem abisinden utanır gibi oldu durakladı ve el sallamayı bıraktı.
Büyük bir köprüden geçiyorlardı ki, Bilo önce minibüsün arkasına yerleştirdiği eşyalarına ve ardından da direksiyondaki ağabeyi Kerem’e hüzünle baktı. Ardından da geldiği yörede çok revaçta olan Kırşehirli Çekiç Ali’nin bir türküsünü mırıldandı.
“Sarı yazma yakışmaz mı güzele
Sarardı gül benzim de
Döndü gazele of of
Aman ben gidiyom da
Sen yarini tazele, tazele.
…………………………...”
Sevdiğiceği üzerinde kendisine pek yakışan sarı montu ile geride kalmıştı. Onun belalı da olsa, eskisi ile yeniden tazeleyeceği yari belliydi ve Dersimlilerin dediği gibi; "Maa... Odur orda bekliyordu." Oysa Bilo doksan beş kilo ağırlığında, hacimli sevdiceğine bir karahindiba tüyü gibi üfleyip uzaklaşmıştı. Maria dosyası henüz yeni açılmışken kapanmak zorunda kaldı. Bilo da yeni bir yar tazelemesine açıktı. Adaylar tehlike içermeyen hayat öyküleri, bir fotograf ve ikametgah ilmühaberi ile başvuruda bulunabilirlerdi. “Buyurun sıradakiii… Parayla değil sırayla!”
Amsterdam, 25 Kasım 2021