25 Kasım 2021 Perşembe

BİLO




BİLO

 

“Elinden geleni yaptıktan sonra,

hala olmuyorsa, sıra ayağından geleni yapmakta;

gitmek gibi mesela.”      Sunay Akın

 

 

Adını her ne kadar ballı şekerlemelere bandırıp kendisini kısaca Bilo olarak tanıtsa da asıl adı Bilal’di. Kendilerinin arzusu, adının kısaltılması, şirin delikanlı olarak şekerlenmesi yönünde olduğuna göre, o halde biz de onun gönlünü hoş tutalım ve öykümüzün başından itibaren kendilerine Bilo olarak hitap edelim. Perde sonuna kadar açılsın ve gurbetçi Bilo’nun hikayesi başlasın. 

Seksenli ve doksanlı yılların cazip furyası, bir yolunu bulup tez elden yurt dışına sıvışma modasıydı. Bu moda kaçış furyasına kapılan pek çok insan gibi Bilo da doğduğu toprakları terk etmek zorunda kaldığı yıllar, ülke insanının hayatı alışılageldiği üzere her geçen gün, daha bir zorluklara doğru hızla evriliyordu. Ülkede insan yaşamı tam anlamı ile katman katman halkın üzerine üzerine geliyordu.Varsıl olmayan, büyüklüğü hatırı çokça sayılacak oranda sayılacak olan kesimin çokça aşinası olduğu ise “bugünün, dünü çok bariz bir halde mumla aratmasıydı." İnsanı onursuz kılan şirazesi hepten kaymış yoksulluğa bodoslama gark olan halk huzursuz, mutsuz ve aynı zamanda biçareydi. Zaten ondan öncesinde de hükümranlığını süregelen kömür karası yazgı adaletsizliğiyle bir değişiklik göstermiyordu. Öyle gelmiş ve fora yelken tam gaz öyle de gidiyordu. Yoksul insanların serzenişi ayyuka çıkadururken, işsizlik diz boyu, pahalılık katlanılır gibi değildi. Ülkenin mavi göğünde “gezen tavuklar” misali dolaşım halinde olan kara bulutlar, yumurtlamadıkları bir yana; insanların çehrelerindeki gülümsemeyi hepten siliyor, küçük çukurluklardan oluşan gamzeler yüzlerde kayboluyor ve onları daha da asık suratlı kılıyordu. Bu oldukça karamsar tablonun sergilendiği üç tarafı denizlerle çevrili geniş alanda, daha yirmi beşinde tığ gibi bir delikanlı olan Bilo da soluğu bir Avrupa ülkesinde almak ve mümkünse, bir yerlere kapağı atıp orada kalıcı olmak istiyordu. Burada kalması halinde kendisi için biçilmiş, ama doğru olmayan bir hayatla cebelleşip duracaktı. Bunu yaşanır bir hayat haline getirmek de oldukça zor olacağa benziyordu. Onun da her derde çare olan nane ile limonun dahi iyi gelmediği sıkıntıları vardı. O nedenle gitmeliydi. Belki de uzaklara, ta uzaklara gitmeliydi.

Geçen zamanla birlikte yurt dışına çıkmak üzere gereken koşulların, bir anda oluşması ile Bilo da derin soluğu, daha yeni edindiği gıcır gabardin paltosunun iç cebine koyduğu otuz sekiz sayfalı pasaportunu, anne, baba ve kardeşleriyle helalleşmesinin ardından, bindiği bir Boing 777 Türk Hava Yolları uçağı ile laleler ve sarışın Maria'ların diyarı Hollanda’nın Amsterdam kentinde, elbiselerini tıkıştırdığı siyah bir valizin ağırlığı altında eğilip bükülmelerle aldı.

Bilo’yu havaalanında yakınları karşıladı. Yakınları ile hasretlik gidermesinin ardından, beraberinde getirdiği “pılısı ve pırtısını” geldikleri evde kalması için gösterilen bir odaya yerleştirdi. Artık yaban elde o da soluk alıp veriyordu. Önünde çözmesi gereken çok fazla sorun vardı ki, bunlardan en önemlisi oldukça yabancısı olduğu bu yeni ülkede konumunu legal kılmaktı. Bunun için de sadece iki yol vardı. Ya burada belli nedenlerle iltica etmesi veya bir kadınla evlilik yapmasıydı. Bu iki durumun dışında bir de öğrencilik yolu ile buradaki konumunu geçici olarak kalıcı kılabilirdi, ancak bunun için de belli bir harcama yapması gerekirdi. Bunu yapmaya gabardin paltosunu satsa da imkanları elvermeyeceği gibi yakınlarının da buna durumu çok da elverişli değildi.   

Dünya şehri Amsterdam’da sonbahar mevsiminin son günleriydi. Hollanda’ya geleli iki hafta kadar bir zaman geçmiş, Bilo bulunduğu ortama daha tam olarak alışamamış olmasına rağmen, şans eseri arada bir yüzünü gösteren bir iki son pastırma yazı günleri, onun dışarı çıkmasına ve etrafı biraz tanıyıp kolaçan etmesine yardımcı oldu. Alışık olmadığı, bir anda bıçak gibi inen kara akşamlar ve yağmurun aşık olduğu bu topraklara günlerce durmaksızın usul usul kıl inceliğinde yağması da onu şaşırtmaya yetti. Görünen o ki; henüz yeni adım attığı yaban elde kış sert geçeceğe benziyordu. Çeşitliliği çokça olan ağaçtan düşen sonsuz sayıdaki yaprak yerlerde ve özellikle de parkların içinde birbirleri ile kesişen patika yollarda en usta ressamın tuvallerini kıskandırır cinstendi. Bütün dünyada olduğu gibi bu ressamlar ülkesinde de en büyük ressam doğanın bizzat kendisiydi. Her mevsimde böylesi güzel manzaraların birbirinden güzel farklılıklarla kendiliğinden oluşması ile dünyanın en büyük ressamlarından Vincent van Gogh ve diğerleri gibi dehalar da haliyle eksik olmuyordu. 

Günler hızla geçiyor ve artık Bilo’nun da Hollanda’da kalıcı olmak için bir şeyler yapması zaruri hale geliyordu. Evlilik gibi bir durum, Bilo her ne kadar iyi bir kazanova olsa da bu kısa sürede gerçekleşeceğe benzemiyordu, her şeyden önce hatunların lisanını bilmiyordu. Geriye tek çözüm geçici bir müddet için de olsa öğrencilik yolu ile legal bir statüye kavuşmaktı. Bunun için yoğun bir lisan kursunu takip etmesi gerekiyordu. Gerekli koşulları yakınlarının yardımı ile oluşturdu ve bir yıllık geçici bir oturum sahibi oldu. Hollandaca lisanı oldukça zordu. Gecesini gündüzüne katıp çok çalışması kaçınılmazdı. Ne yapıp edip maddi külfeti de büyük olan öğrenci statüsünden çıkıp kalıcı bir oturma müsaadesini elde etmeliydi. Bunun tek yolu da evlilikti. O nedenle öğrenci konumunu geçici de olsa zorluklarla sürdürüp evlilik için bu diyarda şöyle eli yüzü temiz bir hatunu bütün cazibesini kullanımla ikna etmeliydi. Aynı zamanda bunun zeminini yaratması, kollarını sıvazlayıp,  uygun hatunu bir an evvel bulması şart olmuştu.

Hollandaca kurslarına yoğun devam etti. Kurs boyunca tek ders alıyordu ki, o da malum Hollandacaydı. Fakat bu ders dört ayrı bölüme ayrıldığından Bilo dönem karnesinde çok çabalamasına rağmen bölümlerin hepsinden zayıf notlar aldı. Bu yakınları tarafından “Bilo bir dersten dört zayıf getirdi,” olarak alay konusu oldu. Ama onun umurunda değildi. Zaten bu statüye geçici gözüyle bakıyordu. Bir an evvel evlilik yolu ile konumunu daha sağlam ve kalıcı hale getirmeliydi. Tek çözüm buydu.

Bu nedenle çevresinde bulunan yakınları ve dostları böylesi birisi için etraflarını kolaçan edip aramaya başladılar. Çok geçmeden Hoorn şehrinde bulunan Bilo’yu iyi tanıyan ve ona yardımcı olmak isteyen karı-koca Ahmet ve Zeynep mahallelerinde çocuklarının okulunda müstahdemlik yapan Hollandalı bir bayanı bu birliktelik için uygun buldular. Bu konuyu Bilo’ya da çıtlattılar. Bilo çok sevindi. Bu çöpçatanlığı dostlarından bir an önce yapmaları için sabırsızlıkla beklemeye koyuldu.

Hollandalı bayanın adı Maria idi, güzel yüzlü, ancak dünyada kapladığı hacim boyutu doksan beş kilo ağırlıkla biraz fazlacaydı. Maria’nın gönlü yapıldı ve sonrasında Bilo ile buluşmaları için gerekli randevu ayarlandı. Maria’nın aile boyu olması her ikisi için de fazla bir sorun teşkil etmiyordu. Görüşmenin hemen ardından her ikisinin de gönüllü olduğu görüldü. Bir hafta boyunca her gün görüşen yeni çift kısa süre sonra da Bilo’nun Maria’nın evine taşınması ile de yeni bir boyut kazandı. Mutluydular. İyi vakit geçiriyorlar, gülüyorlar ve eğleniyorlardı. Kısa sürede birbirlerine alışmışlardı. Oturum meselesinin halledilmesi için biraz daha zamana ihtiyaçları vardı. Bu adım atıldıktan sonra gerisi de çorap söküğü gibi gelecekti.  

Lakin bir süre sonra evdeki hesabın çarşıdakiyle hiç de uyumlu olmadığı görüldü. Yaklaşık bir ay gibi bir zaman birlikteydiler.  El ele güle oynaya birlikte evlerine geldikleri bir gün, posta kutusunda buldukları bir mektup bütün huzurlarını kaçırdı, onları tedirgin etmeye yetti. 

Bilo’dan önce Maria mafya ayaklarına takılan Şükrü adlı, belalı biri ile üç yıl birlikte olmuştu. Bunu Bilo’ya söylemeyi sakıncalı bulan Maria ketum kalıp bu konuya hiç değinmemişti. Şükrü yaklaşık beş aydır kodesteydi ve daha bir süre orada yatması gerekiyordu. Bilo ile Maria’nın birlikteliğini gören belalı Şükrü’nün yakınları bu durumu hemen kendisine duyurmuşlardı. Şükrü bunu duyar duymaz küplere bindi. Adeta kudurdu. Hücresinin parmaklıklarına var gücü ile asıldı, bu kalın demirleri aralayıp duruma müdahale etmek için saatlerce çırpındı. Lakin bunu başaramadı. Sonunda büyük tehditler içeren bu mektubu kendisinin eski, Bilo’nun yeni yavuklusu Maria’ya yazmıştı. Her an hapisten kaçıp soluğunu bu iki mutlu kaçamağın ensesinde alması an meselesiydi. Maria onu aldatmamalıydı. Bunu kabullenemezdi. O nedenle yeni yavuklu çift ayaklarını denk almalıydılar. Durum bir hayli vahimdi.     

Ayrılmaya karar verdiler. Birlikteliklerinin son günüydü. Kopma vakti yaklaşıyordu. Maria kafasını usulca Bilo’nun kucağına koydu. Boncuk mavisi gözleri ile Bilo’nun kestane gözlerinin derinliklerine durdu. Bilo'nun esmer yüzüne büyük bir gülümseme yayılsa da gözlerinde gidip gelmeyeceğini ifade eden bakışlar vardı. Maria beklemediği bir anda kendisi için çıkıp gelen bu genç adamı çok sevmişti. Bakışları ile onu ne kadar sevdiğini ve olup bitenden dolayı özür dilediğini söyledi. Oldukça üzgündü. Uzun uzadıya büyük bir kederle baktı, baktı... Buraya kadardı. Yapabileceği bir şey yoktu. İstememesine rağmen sevdiceği Bilo, “yolcu Abbas” olmuş, bağlasa da o yanında kalmayacaktı. Haksız da değildi. Çünkü, Şükrü oldukça belalı biriydi. Bu durumu hazmedemez ve başlarına olmaz işler açardı. Bilo’nun uzaklaşması hem kendisi, hem de onun için daha iyi olacaktı. Maceraya atılmaları onlar için kötü sonuçlara doğurabilirdi. Acıyan yüreğini bastırmaktan başka çaresi yoktu. Bilo da üzgündü. Aslında Maria çok iyi bir insandı. Ona da yardımcı olacaktı. "Yandı keten helva!" Şimdi umutlarının sahibinden ayrılıyordu. Yüreğindeki utku son buldu. Birlikte olmalarının önündeki engeller oldukça yüksek burçluydular.

Bilo daha fazla zaman kaybetmek istemiyordu. Bu tehlikenin her an yaklaşması demekti. Tez elden eşyalarını taşımak için uygun bir minibüsü olan ve abisi gibi gördüğü Kerem’i aradı. Kısaca meramını anlattı. Kerem abisi, çok anlayışlı ve yardımseverdi. Onunla hemhal oldu. Eşyalarını elbirliği ile çarçabuk minibüse yüklediler. Zaten fazla da eşyası yoktu. Hepi topu bir kaç kitap, elbiseleri ve ufak tefek eşyalardan ibaretti. Bilo, Maria’sı ile uzun uzun kucaklaşıp vedalaştı. Bu onunla son kucaklaşmasıydı. Ne yazık ki, rengini bilmediği, gözleri kör olası kaderinin önüne bir kez daha geçememişti. Ters bir akıntıya kapılmıştı, bakalım akıntı onu nereye götürecekti. Gabardin paltosunun düğmelerini çözdü. Ön tarafta Kerem abisinin yanına oturdu. Maria yumuk elleri ile durmaksızın el salladı. Bilo da başını önüne eğdi ve o da el salladı. Bir ara Kerem abisinden utanır gibi oldu durakladı ve el sallamayı bıraktı. 

Büyük bir köprüden geçiyorlardı ki, Bilo önce minibüsün arkasına yerleştirdiği eşyalarına ve ardından da direksiyondaki ağabeyi Kerem’e hüzünle baktı. Ardından da geldiği yörede çok revaçta olan Kırşehirli Çekiç Ali’nin bir türküsünü mırıldandı.

“Sarı yazma yakışmaz mı güzele
Sarardı gül benzim de
Döndü gazele of of

Aman ben gidiyom da
Sen yarini tazele, tazele.

…………………………...”

         Sevdiğiceği üzerinde kendisine pek yakışan sarı montu ile geride kalmıştı. Onun belalı da olsa, eskisi ile yeniden tazeleyeceği yari belliydi ve Dersimlilerin dediği gibi; "Maa... Odur orda bekliyordu." Oysa Bilo doksan beş kilo ağırlığında, hacimli sevdiceğine bir karahindiba tüyü gibi üfleyip uzaklaşmıştı. Maria dosyası henüz yeni açılmışken kapanmak zorunda kaldı. Bilo da yeni bir yar tazelemesine açıktı. Adaylar tehlike içermeyen hayat öyküleri, bir fotograf ve ikametgah ilmühaberi ile başvuruda bulunabilirlerdi.                          “Buyurun sıradakiii… Parayla değil sırayla!”

 

Amsterdam, 25 Kasım 2021

 

 





22 Ekim 2021 Cuma

ARPACIK KUMRUSU





ARPACIK KUMRUSU

 

 

“Bir sarhoşun gazete 

kağıdına sararak içtiği 

şarap gibi seviyorum seni.

Ulu orta, ama gizli gizli.”   Can Yücel

 

Hava nasıldı? derseniz. Sıcaktı. Yürüdü... Sıcak havada ağır adımlarla yürüdü. Birkaç adım daha yürüdü ve olduğu yerde apansız çakılıp kaldı. İçinden; “İşte bu olur.” dedi . Sevincinden bir bağırmadığı kaldı. Kollarını çocukça çırptı. Yüzünde görülür görülmez bir tebessüm yayıldı. Olan neydi? Ne olacak? Kopuk bir uçurtma gibi kah uçup kah yerlere çakıla çakıla geldiği harman yerinde, bu sıcak yaz gününde üzerine oturmak için aradığı ve nihayet bulduğu büyükçe bir taştı. Bunu hep yapıyordu. Ne zaman kendisini sıkıntılı hissetse buraya gelirdi. Bu düz ve yoğun ayrık otları ile kaplı düz alan, ona kendisini iyi hissettiriyordu. Üzerine oturmayı planladığı taş düz ve kocamandı. Her yanı bahar aylarından kalma nemin etkisiyle zümrüt rengine donanmıştı. 

Çok vakit kaybetmeden, bir arpacık kumrusu gibi yeşil taşa oturdu. Etrafına usulca bakındı. Kimseler yoktu. İnler ve de cinler belki de top oynuyorlardı. Ama o onları göremedi. Onun göremediği Camili Köyünün harman yerinde inlerin ve cinlerin maçı, 3-0 cinlerin galibiyeti ile devam ediyordu. Maçın bitmesine dakikalar vardı.

Çıt çıkmıyordu. Kendisini boşlukta hissetti. İnsanı içine alan, sarıp sarmalayan sıcak bir boşluk. Etrafta tembelce kanat çırpan birkaç eşek arısının vızıltısı duyuluyordu. Bu vızıltıların haricinde, harman yeri adeta ölü sessizliğindeydi. Eşek arıları buradaydı, ama hatırı sayılır çokluktaki Camili Köyünün cümle eşekleri her ne hikmetse bugün harman yerinde değillerdi. Eşek arılarından biri kulağının ardına konmaya cesaret ettiyse de o zamanında yumuk eli ile onu kovdu. Derken bir diğeri bedenine cesurca konmaya yeltendi, İsmo vızıltılı ve şeffaf kanatlı bu küçük yaratığı bu kez de kovmasını bildi. Aksi halde o sivri iğnesini bir yerlerine sokması halinde günlerce acı çekecekti. Üstelik de annesinden bir güzel azar işitecekti. Öyle ya; “Eşek gibi ne işi vardı harman yerinde? Eşek arısı onu sokmasın da ne yapsın? Çünkü hak etmişti.” Anlat bakalım anlatabilirsen. Yüreğinin sızısını ve hissettiklerini annesine nasıl açabilirdi. Yüreğini annesinin avuçlarına koysa, "Aha anacığım buyur bak. Bak da oğlunun yüreğinde neler oluyor?" Anlamazdı. Annesi ve de babası bunu hiç yaşamamışlardı ki. Birbirlerine yakınları tarafında uygun görülmüşlerdi ve evlendirilmişlerdi. Onun için yüreğini açmanın bir faydası yoktu.  Açsa da o bunu elbette ki anlamanın uzağındaydı. “Oğlum senin daha yaşın başın kaç?" diye küplere binerdi. Belki de hemen babasına yetiştirirdi. Ondan sonra; "Ayıkla ayıklayabilirsen Tosya'nın risotto pirincinin taşını."

Harman yeri köyün hemen dışındaydı. Camili Köyünün eşekleri de dünyanın diğer kısımlarında yer alan arkadaşları misali, iştahla otlanmaları esnasında burunlarından art arda “fırrr fırrr” sesleri çıkarıp, bu saatlerde ayrık otlarını büyük eşek dişleri ile çatırtılarla koparıyor olmaları gerektiği halde, bu denli dalgın ve üzgün olmasına rağmen İsmo'nun da dikkatini çekmiş ve bugün görünürlerde bir tanesi dahi yoktu. İsmo elini siper edip eşekleri arandı. Çimlerin yüzeyinde kestane gözlerine tatlı bir menevişlenme belirdi. Bir an ürperdi. Az ileride bulunan köy ilkokulunun gölgelik duvar dibinde birkaç tanesini tembel tembel uzanır halde gördü. Görünen o ki; cümle eşeğin karnı toktu. Uzandıkları yerde keyifleri yerindeydi. Büyük cam gözleri ile birbirlerini süzüyor ve aynı zamanda sohbet ediyorlardı. Sohbet esnasında Katran Eşeğin anlattıkları ile hemfikir olmayan Kercan'ın serde olan eşekliği tuttu, ardından yüksek sesle uzun uzadıya anırıp konuya müdahale etti ve itirazda bulundu. 

“Hayır. Hayır bu asla kabul edilecek bir durum değil. Bence ortada büyük bir haksızlık var. Bendeniz Kercan Eşek olarak nerede bir haksızlık varsa, bunun karşısında durmayı şiar edindim. Güçlü dört ayağım üzerinde dimdik durur, kuyruğumu sallar, kulaklarımı diker, billur gözlerimi belertir ve gerekli olan tavrımı sonuna kadar koyar, direnirim. Kimseler kusura bakmasın. Sonra vay ben görmedim, vay ben duymadım, türünden sızlanmalar hiç olmasın derim. Hepinizin karşısında bunu söylüyor ve bunu duvarının dibinde olduğumuz ilim irfan okulunun bu gri duvarına da toynağımla altını çize çize yazıyorum. Katran Efendi bu tavrından bir an evvel vazgeçmelisin. Bunun sana zararı büyük olur. Kim alınırsa da alınsın. Vız gelir tırıs gider. Eşeklik büyüklüğü bende kalsın.” türünden uzun bir tiratta bulundu. Çok hiddetli görünüyordu. 

Sıcaktı. Yakıcı güneşin etkisiyle İsmo’nun dolgun yanakları İzmir narı gibi kızardı. Ama sıcaklık onun umurunda değildi. Daha on beş yaşına yeni girmiş ve bu yaşında Ankara’da oturan ve akrabalarının kızı Aslı’ya gönlünü kaptırmıştı. Aslı köyde evlerinde annesi ile bir hafta kalmış sonrasında da Ankara’ya evine dönmüştü. Bir hafta boyunca onunla dışarıda oynamış, gülmüş, sevinmiş, koşmuş ve çok çok mutlu olmuştu. Ama Aslı şimdi yanında değildi. Uzaklardaydı. Öyle ki sanki onu yüzyıl öncesinden tanıyor, ama daha dünkü gidişiyle de beş yüz yıldır ondan ayrıydı. Şu an elini uzatsa onun dalgalı saçlarında yumuk eli kaybolmayacaktı. Hayranlıkla baksa, harman yerinde üzerinde oturduğu yeşil taşı andıran Aslı’nın gözlerine duramayacak ve bu bozkırda beliren uçsuz bucaksız bir ormanı andıran gözlerinde kaybolmayacaktı. İşte bu harman yerinde şimdi, onsuz, bir taşın üstüne tünemiş halde yapayalnız ve bir başına kalakalmıştı. Dünya sanki boğazına yapışmıştı. O nedenle soluğu, kendisine iyi geleceğine inandığı bu harman yerinde almıştı. Burası her zamanki gibi genç, ama kederli ruhuna iyi geliyordu. 

Aslı’yı aklından atamıyordu. O her an, her saniye gözlerinin önündeydi. Gülümsüyordu. Çok uzun bir geçmişi olmayan hayatında hiç bir zaman bu denli mutlu olmamıştı. Mutluluğa boğuluyor, denizler ve ırmaklar gibi coşuyor, çağlıyor akabinde de derin bir yardan köpükler, sular ve seller halinde hızla aşağılara düşüyordu. Her düşüşün ardından ürpertilerle kendisine geliyor ve yeni coşma, çağlama ve uçurumlardan aşağı intiharı andıran düşüşlerinin önüne geçemiyordu. Mutluluğu her defasında zirve yapıyordu. Bir saniyesinin dahi geçmesini istemediği, birlikte oldukları bu hafta boyunca Aslı sürekli yanı başındaydı. Yumuk elleri onun kumral dalgalı saçlarında kayboluyor ve zümrüt gözlerinde kayboluyor ve o tutunamadan düşüyordu.

Çok sevmişti onu. Her ne kadar, ona sevdiğini söyleyemediyse de bunu hareketleriyle belli etmişti. O da onu sevmişti. Onunla aynı yaştaydı. Aslı’nın da onu sevdiğinden emindi. Sevmese o kadar kendisine yakın olur muydu? Bir de giderken o ok kirpikleri gizlediği gözyaşları ile top top olur muydu? Olmazdı elbette. O da kendisine karşı güzel şeyler hissediyordu. Aslı'nın kalbindeki yerini kapmıştı. O da seviyordu. Hem de yüreğinin en derininden. Bütün bunları düşünedururken nar gibi kızaran yanaklarının yanı sıra gevrek bir gülümseme de gelip yüzüne oturdu. Dünya o an bir bahar bulutu misali yumuşadı. Harman yeri güllük gülistanlık oldu. Dört bir yanı rengi renk kır çiçekleri sardı. Papatya, gelincik ve bin bir çiçeğe bezeli bir tarlanın ortasındaydı. Kendisine geldiğinde ne yazık ki, Aslı yine yanında değildi. 

Zorunlu okulların açılmasını bekleyecekti. Okulların yeniden açılmasıyla birlikte, o da Ankara’ya gidecek ve böylece yüreğini yangın yerine çeviren Aslı’sını her fırsatta görebilecekti. Böylece giden gelmez olmayacak. Bu korkudan da bir an önce arınmış olacaktı. O nedenle, ilk defa okulların bir an önce açılması için can atıyordu. Yaz tatilinin bir an evvel bitmesini istedi. 

Harman yerinde yavaş yavaş hareketlenmeler görüldü. Uzun bir karınca konvoyu dört bir yandan bulduğu tahıl ağırlıklı ganimetleriyle, askeri bir disiplin dahilinde yuvalarına dönüyordu. Okul duvarının gölgesinde pinekleyen eşekler tartışmalarına noktayı koydular. En nihayetinde aralarında uzlaşı sağlandı. Kercan Eşek liderleri olarak, diğerlerine haksızlıklar karşısında suspus kalmamaları konusunda uyarılarda bulundu, gerekli göz dağını verdi. Sessizce, Camili köyünde olup bitenlere bir kez daha göz atmak için merakla evlerin arasında kayboldular.  Ama İsmo’da herhangi bir hareketlenme olmadı. Tünediği taşın üzerinde, al yanaklarıyla kıpırtısız oturmaya devam etti. 

Akşam vakti sökün etmek üzereydi. Güneş bugün de telaşlı bir vedalaşma hazırlığındaydı. Karşıdaki irili ufaklı tepelerin ardına önce kızıl ışınlarını alabildiğine yaydı ve ardından da her tepeyle şehvetli öpüştü. Helallik istedi. Öyle ya, ola ki; “Gidip gelmemek, gelip görmemek vardı.”

İsmo’nun annesi Fate oğlunu her yerde saatlerce arandı. Konu komşuya sordu. Gören duyan olmamıştı. Bulamadı onu. En son harman yerine bakmak aklına geldi. Küplere binmiş halde, harman yerine doğru köy evlerini ardında bırakmıştı ki, oğlunu ileride karartı halinde gördü. Avazı çıktığı kadar kızgınlıkla bağırdı, çağırdı, küfürler savurdu. Duyan olmadı. Şaşkınlıkla oğlunun yanına geldi. Kulağına hızla yapıştı, koparırcasına kıvırdı. İsmo sol kulağının acı ile yandığını hissetti. Aslı’nın sıkıca tuttuğu elini, duyduğu acıya rağmen bırakmadı. Az ileride dikeldiği yerde İsmo’yu gözetleyen bir tarla faresi Fate’nin korkusuyla yuvasının derinliklerinde kayboldu. Akşam ezanı cami minaresinden köye dalga dalga yayıldı. Büyükcamili Köyünde bir kez daha gün akşam oldu.

 

 

Amsterdam, 22 Ekim 2021

15 Ekim 2021 Cuma

ŞAİRDEN ALINTILAR VE EDİNİLEN İZLENİMLER



ŞAİRDEN ALINTILAR VE EDİNİLEN İZLENİMLER

 

 “Nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep.” der, bir yerlerde memleketlim şair Şükrü Erbaş. İnsanın hep ona, yani, sevdiceğine yürüyor, güzele doğru gidiyor olması gibisi var mı? Yolunuz nereye çıkar veya gideceğiniz yer neresi olursa olsun, gönül ister ki; yöneliminizin sevdiğiniz, canınızdan öte canınızdan yana olmasıdır. İşte o zaman insanın gözüne ne yol görünür, ne de üzerinize çöreklenen yorgunluğu. Düşünüzün hep aşka erişim olması halinde yaşayacağınız güzelliğe diyeceğiniz olmayacaktır.

        Devamla memleketlim aynı şairin bu paragrafda ve ilerleyen satırlarda da dile getirdiği başka güzelliklerde ortaya çıktığı gibi; “Sevincini bir barış, bir bayram sabahı gibi taşıdım içimde.” Koyulduğunuz aşka vuslat yolculuğu esnasında taşıdığınız sevinci aynen şairin belirttiği şekilde yüklenirsiniz.

         “Ağzımdaki meneviş sendin insanlara şiirler okurken.” Güzergahınız esnasında ağzınızdaki meneviş yârin tam da kendisi olduğundan, dilinizden aşk ve coşkuyla sevda şiirleri art arda dökülür. Tam anlamı ile gıpta edilecek bir şölen yaşarsınız. Ruhunuz, ol bedeniniz ve yüreğiniz mest olur.

         “Dönüp dönüp sana geldikçe anladım özgürlüğün aşk olduğunu. Çocuklar dünya karşısında yenik büyüyordu.” Sana doğru sevinç ve coşkuyla koşa koşa gelirken, elbette en büyük aşkın özgürlük olduğunu beyninizde depremler yaşayarak, çok geçmeden fark edersiniz. Ama dünya karşısında yenik büyüyen çocuklar, boynunuzu bir günebakan çiçeği misali bükmeye yeter. Neden kirlenmemiş, kar beyazlığında tertemiz yürekli bu küçük insanların dünya karşısında yenik başlamasına şaşakalır ve onlar için bir şeyler yapma arzusu bir kuş tüyü misali gelir hassas vicdanınızda bir köşeciğe konar. Bu uğurda vermeniz gereken mücadeleye bir Bursa çakısı gibi bilenirsiniz. Büyük insanlığın saflarında, ellerini yüreklerinin üzerinde tutan çok ama çok fazla insanın olması için yüreğinizin umutla çarpmasının önüne geçemezsiniz. Buğulu gözlerinizde Abidin Dino’nun yapamadığı mutluluğun resmini büyük bir güzellikle zorlanmadan ortaya koyarsınız.

        “Kaba adamların kalın sesi örtmüştü ülkeyi.” Ne de çok kalın sesli kaba insanlar vardı bu ülkede. Dört bir yanı ayrık otu gibi sarmışlar, her yanda iğrenç böğürtüleri duyuluyor. İnsanlar böğürenlerin önünde diz çöküyor ve bir bir kaba adamların ardında sürüye katılıyorlar.

        “Güzellik, insanların gelecek düşlerinden çıkmıştı.” Çünkü sürünün gelecek düşleri olmadığı gibi olmayan düşlerde zaten güzelliklerin zerresine rastlanamazdı. Gelecek zifiri karanlıktı.

        “Kimsenin ortak türküsü yoktu ve kimse türküsünü bir başına söyleyemiyordu.” Sürüye katılım yoğundu ve tek ortak türküleri olmadığından, yedi-yirmi dört, koyunlar misali meliyorlardı.

          “Bir yere gitmeden, gelecek birisini bekliyordu herkes.” Sürü dışında kalanlar ise, inisiyatif alıp bir yerlere gitmek ve böğürenlere karşı mücadele etmek yerine, yerlerinde mıhlanıp gelecek birilerini, Godot’yu beklercesine bekliyorlardı. İbrahim Peygamber oğlu İsmail’i gözleri bağlı kurban ediyor, ama göklerden gelip onun kurban edilmesinin önüne geçenler yoktu. Haliyle birilerini beklemek nafileydi.

   “Koro halinde susuluyordu ve yalnızca yüksek sesle konuşanlara inanır olmuştu insanlar.” Kocaman ülkede koro halinde yığınlar, kitleler halinde susuyor, suskunluğun günlerden bir gün onları da bekledikleri sırada derdest edip enselerinde boza pişireceklerinin bilincinde değillerdi. Yüksek sesliler, böğürtüleri ile hak etmedikleri saygıyı görüyordu. Şimdilik sürüye katılanlara dokunmanın uzağında olan yılanlara, binlerce yıl yaşamaları reva görülüyordu.

           “İncelik yalnızlığa dönüşe dönüşe bitmişti.” İnceliğin bu topraklarda mum misali bir anda bitmesi, böğürtü halinde bağıran kaba insanlardan geçilmemesi, incelikli insanların dudaklarını uçuklatıp hayal kırıklığına uğratıyordu. Kaba sabalık diz boyuydu.

           “Kararan gümüşler gibi duracağım.” Kararan gümüşler gibi Godot’yu veya birilerini beklemenin hiçbir faydası olmadığı halde bekleniyor… bekleniyordu. Kararan sadece gümüşler değildi. İnsanların yürekleri de kararıyordu.

           “Kalkıp pencereden hayata bakacağım.” Pencerenizi açtığınızda evinize taze hava doluşsa da yaşadığınız toprakların hayat manzarası aynen böyleydi. Değişen olmuyor, hamamda tas da tarak da farklılık göstermeksizin yerlerini koruyorlardı.

           “Bütün bir ülke özür dilemeyi öğreneceğiz. Lunapark palyaçolarından başka üniforma kalmayacak dünyada. Güzel anılar kadar güzel olacak ölüm…” Ne zaman ki bütün insanlık beş yaşındaki çocuktan, kurttan, kuştan, çakıl taşından, karıncadan, kirpiden, börtü böcekten özür dilemesini bildiği-öğrendiği zaman, insanların üzerlerindeki üniformalara gerek kalmayacak, onlardan bir çırpıda arınacaklar ve ölüm dahi güzel anılar kadar güzel olacak. Yeryüzü, Tanrı tarafında peşinen sunulmuş bir cennete dönüşecek ve öngörülen veresiyeye umut bağlanmayacak. O zaman enselerin karartılmasına gerek kalmayacak!

 

Amsterdam, 15 Ekim 2021


26 Eylül 2021 Pazar

GÜLE GÜLE





GÜLE GÜLE

 

 

Benim payıma düşen; kimi zaman tatlı, kimi zaman acı veya ekşi geçişler yapan, ömür olarak adlandırılan yaşam sürecimin büyük bölümünü Hollanda’da geçirmek oldu. Baba ocağı yaptığım el kapısı bu çiçekli diyara, yıllarca önce İstanbul Sirkeci Garı’ndan bir tren dört gün ve gecede alıp getirmişti. Tarihi gardaki vedalaşma anında, babam takındığı sert yüz ifadesiyle omuzlarımdan sıkıca tutup yüzüme baktı. Dövecek gibiydi. Her zaman hissettiğim kötümser, tok ve kararlı ses tonuyla o güne değin sürekli tekrarladığı tek bir nasihati oldu.

 

“Oğlum bak, uzaklara çok uzaklar, yaban ele gidiyorsun. Ne yap et, ama adam ol. Bu nasihatimi mıh gibi aklında tut ve asla unutma!” Karmaşık bir kavram olan “adam olmanın” nasıl olduğunu neyle benzerlik gösterdiğini o zamanlar kavrayamadığım gibi, şimdilerde de onca zaman sonra, doğrusu kavramış değilim. Kavrayamadığım adam olma nasihatinde bugüne değin hiç kimselere bulunma gereği bulamadım. Önce bunu benim anlamam ve de dediğim konuyu kendi kişiliğimde ne denli gerçekleştirdiğimden emin olmam gerekiyordu. Bunun okulu var mıydı? Bilmiyorum, duymamıştım. Ben ne denli adam oldum, orasını deşmemeyi, yeğliyorum. Belki babamın istediği gibi, belki de onun “adam olma” kriterlerinin çok uzağına düştüm. Lakin şimdi de oğlum ve gelinim, bulunduğumuz “gurbet elden başka gurbete,” hem de uzak diyarlara, Amerika’ya gidiyorlar. Benim onlara herhangi bir nasihatim yok. Çünkü onlar nasihate ihtiyacı olmayacak kadar bilinçli ve aklı başında insanlar. Ama tavsiyelerim var. Ve onlar aynen şöyle sıralanıyorlar.

 

“Sıralı dağlar, okyanuslar, denizler ve ovalar ardında, uzak diyar Amerika yolcusu dünya güzeli çocuklarım:

İnsanlar var oldukları andan itibaren çoğunlukla flu görünümde olan bilinmeyen geleceklerini her koşulda garanti altına almak istemişlerdir. Şu an bulunduğumuz ülkede de geleceğiniz güneş gibi parladığı halde, siz bunu daha da ileri götürmek adına dünyanın en güçlü ülkesine, uzun bir zaman bizlerden çok uzak diyarlara gidiyorsunuz. Elbette ki, sizleri çok özleyeceğiz. Her an aklımızda ve yüreğimizde olacaksınız. Çünkü yıllardır yaşadığımız gurbetten başka bir gurbete gidiyorsunuz.

Uzaklarda yapmanız gereken; öncelikle birbirinize sahip çıkmanızdır. Bunu en güzel şekilde yapacağınıza olan inancım tam. O nedenle mümkün olduğu kadar birbirinizi asla üzmemelisiniz. Elinizde olmadan üzdüyseniz de birbirinizi affedin ve çok geçmeden özür dileyin. Size yakışan da bu olur.

 

Sizin sizden başka kimseniz yok. Sizler artık birbirinize aitsiniz. Birlikte muhteşem bir bütünlük oluşturuyorsunuz. Bundan sonrasında bu zorluklarla dolu hayatın her alanında birlikte ve el elesiniz. Ellerinizle birbirinize sıkı sıkıya tutunun ve asla bırakmayın. Benim hayatta görebileceğim en güzel manzara bu olacaktır.

Doğayı, insanları, kurdu, kuşu, böceği, arıyı, kelebeği, kirpiyi, dağı, taşı, ağacı, çiçeği, dikeni ve dünyadaki her şeyi çok sevin. Yuvasından yere düşen serçe yavrusunu incitmeden, o küçük kafasına öpücük kondurduktan sonra tekrar yuvasına koyun. Yapabiliyorsanız en büyük uğraşınız dünyadan acıyı silmek olsun. Canlıların kalplerini kırmamaya ve onların onurlarını sarsmamak sizi daha da mutlu ve insani kılacaktır. Kuşların, kelebeklerin uçuşlarını izleyin. Elinizden geliyorsa tedavilerini yapın. Doğayı en büyük ilhamınız kılın. 

Dünyanın sadece insanlara ait olduğunu asla düşünmeyin. Biz sadece dünyayı diğer canlılarla paylaşıyoruz. Bu gerçek, her daim aklınızda olsun. Başka bir gerçek ise; doğanın biz insanlar olmadan da var olmaya devam edeceği ve bizim doğa olmadan yaşayamayacağımızdır. Dolayısıyla bizim hayatta kalmamız tamamen doğayla barışık ve ona zarar vermeden yaşamımızı sürdürmemiz halinde mümkündür.

Gününüz o tatlı gülümsemelerinizin eşliğinde geçsin. Kulaklarınızda dünyanın her yanından en güzel müzikler, melodiler çınlasın. Müziğin hayatınızdaki yeri çok büyük olsun. Kaliteli olmak koşuluyla her türlü müziği dinleyin. Klasik, caz ve blues türü müzikleri dinlemediğiniz gün olmasın. Dünya müzik olmadan da döner, ama biraz kabak tadında olur.

Duvarlar boyu güzel kitapların yer aldığı metreler boyu bir kitaplığınız mutlaka olsun. O kitaplığa koymak için dünyanın her köşesinden en güzel kitapları bulun. Her kitabı alıp okşayın, okuyun, notlar alın, kendinizi o güzelim bilgilerle donatın, ruhunuzu zengin kılın, bilgi yoksunu olmayın. Kitaplığınızın birkaç metre gerisine çekilip dünyanın en güzel manzarasını, çiçeklere bezeli kırları, boncuk mavisi denizi ve gökyüzünü seyreder gibi dalıp gidin. Kitaplarınızın size kattığı zenginlikten dolayı onlara iyi davranın, gülümseyin. Fikirlerinizle karanlıkları delin.

Vaktiniz oldukça güzel kitaplar okuyun, asla şiir yoksulu olmayın. Sevda ve özgürlük şiirleri serpin yüreklerinize. Sevgiye, şiir ve aşka sığının. Sanatın kraliçesi edebiyat ve diğer dallarıyla yakından, bütün yüreğinizle ilgili olun. En büyük hedefiniz sürekli iyiden, güzelden yana olmak olsun. Kendinizi sürekli geliştirme uğraşısı içinde olun, kültürel olarak göz kamaştıran bir donanım edinin. Şairin dediği gibi: Yârin yanağından gayri her şeyi paylaşma yoluna gidin. Paylaşımlar mutluluğunuza mutluluk katacaktır. Sakın ola aşksız yaşamayın.

Büyüklerinize karşı saygıda kusur etmeyin. Küçüklerinizi sevin, koruyun. Asla kin tutmayın. Çünkü; kin içten içe sinsice yer bitirir sizi. Affedin... Affedin! Affetmek en büyük terapi ve aynı zamanda, insan yüreğini huzura kavuşturan en büyük güzelliktir. Kin ve nefretin ise ömür törpülediğini unutmayın.

Başkalarıyla konuşurken, onların gözlerine bakın. Sizinle konuşurken gözlerine bakmayanları sözlerine inanmayın. 

İnsanları, daha doğrusu hiçbir canlıyı küçümsemeyin. Her canlı kendi güzelliğini içinde barındıran ayrı bir dünya ve zenginliktir. O nedenle bu gizli dünyalarda ne tür hazinelerin olduğunu görebilmek için önce onları tanımak gerekir. Hollandalıların da dediği gibi: ‘Tanımak sevmektir.’ Bilmeden küçümsediğimiz insanların, belki de bizden çok daha nitelikli olabileceklerini kesinlikle göz önünde bulundurun. Ön yargılı olmayın. 

Kullandığınız suyu, elektriği ve her türlü enerjiyi bilinçli, tasarruflu kullanın. Gelecek kuşakların da bizler gibi bunlara ihtiyacı olacağını asla unutmayın. Her damla suyun kıymetini bilin. Yiyebildiğiniz kadar pişirin, israftan olabildiğince kaçının. Yeryüzünde milyonlarca çocuğun aç olduğunu asla unutmayın.

Güzel ve temiz giyinin, güzel kokular sürünün, güzel gıdalarla sağlıklı beslenin. Her türlü güzelliği kendinize layık görün. Toplum kurallarına mutlaka saygı gösterin. Tanımasanız dahi insanlara, mimiklerinizle de olsa selam verin, gülümseyin. Bu hem size hem de onlara iyi gelecektir.

Hiç kimse mükemmel değildir. Bilmeden hata yapmak normaldir. İnsanlar hatalarıyla doğruları bulur. Ancak hatalardan ders çıkarılmalı, yanlış yaptığınızı fark ettiğiniz anda, kısa zamanda bu gidişattan dönmek en büyük kazanımınız olacaktır. Her insan yüreğinde taşıdığı hümanizm, vicdan, güzellik ve iyilik kadar insandır. Yürekleriniz güzelliklerle, iyiliklerle, sevgi ve saygıyla dopdolu olsun. Beş yaşındaki bir çocuğu dahi ciddiye alın.

Dünyadaki hiçbir nesneye, canlıya ve bitkiye zarar vermeyin. Fakir insanları hor görmeyin, imkânlarınızdan onlara mutlaka, küçük de olsa pay ayırın, yardımcı olun. Gönlünüz hep bol ve insani güzelliklerden yana olsun.

Her ikiniz de son derece gurur duyulacak güzellikte genç insanlarsınız. Birbirinizi bulduğunuz için mutlu olun. Sizler tabiatın birbirinize bahşettiği en büyük armağanlarsınız. Birbirinizi çok ama çok sevin. Özverili olun ve altını çizmek gerekirse, yeri geldiğinde özür dilemesini bilin. Bir yaşındaki bebekten de gerekirse özür dileyin. İnsani erdemlere sarmaşıklar misali sıkıca sarılın, bu sizin büyüklüğünüz olacaktır. 

Evinizin bir köşesinde, ruhunuza iyimserlik katacak, saksılarda ve vazolarda renk renk çiçekleriniz hiç eksik olmasın. Çiçeklerin kokusu evinizin içine doluşsun. Aldığınız her nefeste güzelim çiçeklerin mis kokularının katkısı olsun. İnsan hayatı zaten içinden çıkılamayacak girift, ama sizin gözleriniz dünyanıza mutluluk saçsın.

Sizler buradayken de sizleri çok az görüyordum. Şimdi ise çok uzaklara, uzunca bir zaman için gidiyorsunuz. Artık sizleri daha çok özleyeceğim. Gökyüzünün maviliğine, bal renkli güneşe aynı anda bakamayacağız. Siz sabah uyandığınızda, biz burada uyumak üzere yatağa gideceğiz. Her koşulda, aklımda ve yüreğimin en güzel köşesinde olacaksınız. Her gün ve her an neler yaptığınızı, nasıl olduğunuzu merak ediyor olacağım. Kalbimin her atışında sizler olacaksınız, o sizin için çarpacak. İki oğlum vardı, şimdi de güzeller güzeli bir kızım var. Sizlerden dolayı olan zenginliğim beni mutlu ediyor.

Biz anne ve babalarınızı mümkün olduğu kadar ihmal etmemeye çalışın. Ebeveynlerinize vakit ayırın. Arkasında durun. Sevgi ve saygınızı eksik etmeyin. Bundan sonrasında bizlerin sadece sizin sevginize ihtiyacımız var. Yaşlılığa doğru hızla yol alırken, sevginiz bizlerin en büyük tesellisi olacak ve bu paha biçilmez duyguyla ayakta kalacağız. İnsanlar ne kadar yoğun olurlarsa olsunlar, istedikleri zaman sevdiklerine her zaman vakit ayırabilirler. Hiçbir insanın günü yirmi beş saatten ibaret değildir. Yoğunluk bahaneleri onları önemsememek anlamındadır. Derler ki; bahane, istemeyenlerin oksijenidir. Kralların dahi günlük 24 saatleri vardır. Onlar da istedikleri zaman sevdiklerine günlerinin bir dilimini ayırırlar.

Sevdiğiniz her şeye rahatsızlık vermeden dokunun. Sevgiyle güzelleştirin, bu duyguyu usulca dokunmakla ifade edin. İnsan sadece sevdiğine dokunur. Ama en çok sevdiğinize dahi bütün alanınızı açmayın. Kendinize ait özel bir alanınız mutlaka olsun. Bu korunaklı alanın bekçileri sizlersiniz, salt size ait olan bu yere kimseleri almamaya çalışın. Kirpiler kış uykusuna yattıkları zaman, birbirlerine çok yaklaştıkları anda dikenleriyle acı verirler. Birbirlerinden milimlik uzaklaşmaları halinde ise üşürler. Hem üşümemek, hem de acı vermemek adına yine milimlik bir mesafeyle bu inanılmaz dengeyi sağlarlar. İnsanlar arasındaki ilişki de aslında kirpilerden farklı olmamalıdır. O mesafe korunmalı. O halde; sevdiklerimizi ne üşütmeliyiz, ne de acıtmalı!”

Son olarak şunu söylemeden edemeyeceğim. “Hayat, ancak kalbiniz yönünden, yani soldan bakarsanız, insani ve güzeldir. O taraf ki, tek gayeleri hayatı zehir olmaktan kurtarmanın çabası içinde, salt güzelliklerden yana olanların yanıdır. Sizleri kendi bakış açıma çekmek istediğimden değil, daha insani bir duruş olduğu içindir söylemim”.

 

Yazılacaklar o kadar çok ki, belki kitaplar dolusu. Bu naçizane yazdıklarımı nasihat olarak görmeyin lütfen. Evlatlarını canından çok seven bir babanın, onlar adına yüreğinden geçenler olarak algılarsanız sevinirim. Baba, sen bunları yaptın mı diye soracak olursanız, buna da verilecek cevabım yok. Belki yapabildiğim kadarıyla yapmışımdır.

Elbette bu oran, benim istediğim çıta yüksekliğinin çok altında kalmıştır. Ben sizden sadece imkânlarınız dahilinde çıtanızı yüksek tutmanızı istedim, her zaman ve her halinizle, sizlerle büyük gurur duyuyor olacağım. Bu da beni mutlu etmeye yetecektir. Hepsinden önemlisi; yokluğunuzda sizleri çok özleyeceğim ve de gerçek şudur ki, her ikinizi de çok ama çok sevdiğimdir. İyi ki, bütün güzelliğinizle varsınız. Anne ve baba olarak hayatımızın en güzel, en değerli varlıklarısınız. Babalar her ne kadar saklı sevseler de ben yine de bütün açıklığıyla söylemek isterim ve bilmenizi isterim ki, ben sizleri çok ama çok seviyorum! Sevgilerimle…              

 

 

 

Amsterdam, 23 Ağustos 2021 

 

 

28 Temmuz 2021 Çarşamba

NEVBAHAR



 NEVBAHAR

Önce; insanların kırpıştıradurduğu gözlerinden, ta içlerine keskince vuran safran rengi bolca, bolca ışık, ışık… ışık bir yerlerden süzüle geldi. Sonrasında, coşkulu nehirler misali dağların, ovaların ve kırların yüzeylerini allı güllü süsleyen bir renk yağmuru çıkageldi. Yeryüzünü mest eden mis kokular sardı. Tatlı bakışlı güneş; terletmedi, bunaltmadı ve yakmadı. Ancak güneşin bu büyülü sıcaklığı canlıların duygularını tutuşturmaya yetti. Onları mayıştırdı, gözlerini kamaştırdı, ağızlardaki pas tadını bir çırpıda giderdi ve kendilerini alabildiğine mutlu hissetmelerini de sağladı.

Gönlü razı gelmedi, vicdan eyledi tabiat. Var olalı hep yufkaydı yüreği. Çatırtılarla çatlayaduran doğa, kır çiçekleri ile bezeli basma entarisinde nesi var nesi yok, bir kez daha sunmadan edemedi. Şaşakaldım. Ne apansız çok… ne çok kuş ve çiçek açtı; filizlenen, pıtrak ağaçlar. Cıvıldadı güzel gagalı, kanat kanat kuşlar. Çiçekler renk renk mis kokulu, alımlı mı alımlı. Saymadım, sayamadım, irili, ufaklı ve rengârenk kuşları ve birbirlerinin ihtişamını kıyasıya gölgede bırakan muhteşem çiçekleri. Aşmıştır sayıları muhakkak milyonları.

Art arda yağdı, kimi zaman sulu sepken, kimi zaman ufaktan ufaktan çiseleyiverdi bereket yağmurları. Nasıl da sarıp sarmaladı, boydan boya gökkuşakları göğün deniz gibi mavileşen maviliğini.

Devasa bir cümbüş var, sazlı-sözlü, çalgılı ve çengili. Çalsın sazlar. Salınsın, raksa dursun ince belli, selvi boylu, çatal göğüslü, çeşm-i siyah-ela-zümrüt-kestane-maviş ve çakır kızlar.

Toprağa cemre ve buğu indi. Çimlere inci taneleri çiğler bir koldan yürüdü. Gümüş yapraklı iğde ağaçları çiçek bulutlarına dönüştüler. Meyveye durdu onlarca türüyle ağaçlar. Rüzgarla salındı sevgiye duran terütaze, mağrur çiğdemler ve nergisler. Aman Tanrım nasıl da burcu burcu koktu yaseminler. Avuç dolduran zakkumlar. Salkım salkım sarktı akasyalar. Kahkahalarından geçilmedi hatmilerin, duvarlara tırmandı sarıp sarmaladı begonviller. Gecikmedi çıka geldi; kirpiler, arılar, yollara koyulan kervan kervan karıncalar, tilkiler, kaplumbağalar, solucanlar, kertenkeleler ve kanatları renk cümbüşü kelebeklere dönüşen boğumlu tırtıllar. Milimlik bir denge ki, güzelliğin dengesi. Ne olur, istirhamım o ki; saklasınlar yaramaz ellerini, uzak dursunlar, tek bir karıncaya dahi zarar vermesin insan görünümlüler.

Göğün erguvani rengi, sihirli bir dokunuşla büyüleyici kızıla döndü. Pek çok ışıltılı yıldızla döşendi gök. Ve şairin yüreğinde kımıl kımıl depreşen duygulara hakim olması elbette beklenemezdi. Kaleminden dökülen dizeler aynen şöyleydi.

          “Derdim başka

          Sanma ki derdim güneşten ötürü;
          Ne çıkar bahar geldiyse?
          Bademler çiçek açtıysa?
          Ucunda ölüm yok ya.
          Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
          Güneşle gelecek ölümden?
          Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
          Her bahar biraz daha âşığım;
          Korkar mıyım?
          Ah, dostum, derdim başka..” Orhan Veli

          Haberiniz var mı? Ne oldu, biliyor musunuz? Duymadınız, görmediniz mi? Müjdeler… müjdeler olsun. Bir anda çiçeklendi insani duygular. Elleri kolları kiraz çiçekli dallarla dolu, sevgili gülüşlü, gül kokulu bir hayat sunumuyla şiirsi bir bahar daha patladı. Evimin içine tıka basa doldu bahar. Bir kez daha soluklandı koca dünya. Hoş geldin, başım gözüm üzerine geldin,  mevsimler kraliçesi Nevbahar!

 

Amsterdam, 5 Nisan 2021

 

19 Haziran 2021 Cumartesi

ŞANZELİZE'NİN ŞUKUFE'Sİ




ŞANZELİZE'NİN ŞUKUFE'Sİ

 

“Birde Fransız yazarı öldü.
Gazetede okudum.
Adını bile duymamışsındır.
Çok ihtiyardı zaten,
üstelikte egoist, sinik,
cenabet herifin biri.
Her şeyle alay etmiş ömrü boyunca.
Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş,
bir köpeklerle kedileri,
ama yalnız kendininkileri.”      N. Hikmet

 

Orta Anadolu’da yer alan, yüz haneli Beycumalı Köyü’nde altmışlı yıllardı. Dini bütünlüğü oldukça büyük hissettiren, kafasında çemberler halinde nur ışıklarının fır döndüğü görülen Hacı Orhan’ın genç kızıydı Fadime. Baba değiştirmek türünden bir lüksü ve isteği de yoktu. Fadime hakkın rahmetine kavuşana kadar da yusyuvarlak bir top bütünlüğünde dini inanışı kale misali sağlammış gibi görünen Hacı Orhan’ın kızı olarak kaldı, hep öyle anıldı ve fani dünyaya gözlerini aynı babanın kızı olarak yumma şerefine nail oldu.

Köylüler arasında yaşı evlilik için artık uygundur diye konuşulmaya başlandığı zaman, Fadime’nin de bir iki talibi oldu. Bunlar ne yazık ki “nice pilotlar, doktorlar ve mühendisler” diyeceğimiz türden değillerdi. Adayların sayısı bir elin parmakları kadar olmasa da yarısından yarım parmak eksikti. Birinci talip zamanında Fadime daha çok küçüktü. İkinci adayın talebinde de Hacı Orhan ayaklarına gelen fırsatı hem kaçırmamak, başlık parası almak ve hem de evde tereyağlı bulgur pilavına sallanan kaşıklardan birini, bir an evvel azaltıp tasarruf etmek istiyordu. O nedenle daha kız isteme faslının yarısındayken, elindeki Osmanlı laleleri ile bezeli kahve fincanını bir tarafa bıraktı. Bir anda ayağa kalktı ve dolu dolu bir ağızla, işaret parmağını sallamalarla sağladığı destekle, iki kelimeden oluşan cümlesini büyük bir şevkle söyledi. Bu güdük cümle, kız isteme ritüellerinde, kız tarafının ailecek oy birliği ile olumlu tavır takınmaları halinde sıklıkla söylenen bir cümleydi. Hacı Orhan'ın gafı sadece zamanlama konusunda biraz aceleci olmasıydı. Söylev zamanını öne almıştı.

“Verdim gitti,” diye yüksek sesle ortalığı çınlattı. Başını hararetle salladığından göbeğinin üzerine doğru düşen kıvırcık, tel tel sakalları titredi. Başının üzerinde dönen nur çemberleri bir anlık iç içe geçtiler. Çakır gözleri iyice belerdi. Ak sakalların çevrelediği çehresinde, Abin Dino’nun dahi çizemeyeceği mutluluk, tomurcuk tomurcuk belirdi. Damat adayı Hüseyin, annesi ve babası da bu acele, ama kendileri açısından olumlu cevaba her ne kadar şaşırmış olsalar da tüm çabalarına rağmen memnuniyetlerini gizleyemediler. Naz evi olarak bilinen kız evinde, böylesi bir emare ile karşılaşmamaları işlerini kolaylaştırdı. Tereyağındaki kıl kolayca çekilip alındı. Tereyağı pis kıldan arındı.

“Biz kendi aramızda bir düşünelim, bir de sevgili kızımız Fadime’ye soralım, fikrini alalım,” o nedenle "bugün gidin-yarın gelin" benzeri bürokratik bir engel çıkmadı. Görünen o ki; Fadime'nin fikri yoktu. Genç sözlüler, yaklaşık iki ay kadar “yatacağız – kalkacağız” diye karşılıklı sayışmalarının ardından, basit bir kutlama ile dünya evine girdiler.

Evliliklerinin üzerinden tam tamına dokuz ay ve inatla bu sürece ilave olmak isteyen birkaç gün geçmişti ki, çok sıcak bir temmuz günü, nur topu demeyelim de esmerce, kömür karası saçları olan bir kızları oldu. Anne ve baba kızlarının adını Şukufe koydular.

Şukufe açmamış çiçek, diğer adı ile tomurcuk anlamına geliyordu. Bir diğer anlamı da çiçek veya çiçek motiflerine dayanan süsleme sanatının da adıydı. Bir de çok az bilinen, nadide isimlerden biriydi. Öyle Ayşe, Fatma, Sultan falan değildi. Biricik ve aynı zamanda ismi ile müsemma kızlarına çok uygundu Şukufe adı.

Şukufe’nin babası Hüseyin yakışıklı bir adamdı. Anne ve babası allem kellem edip onu kaşla göz arasında, albenisi biraz bozkır toprağı ile paralel düzeyde seyreden, yükselti göstermeyen Fadime ile evlendirmiş ve akabinde bir de kızları olmuştu. O sıralarda Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine gitme furyasında piyango Hüseyin’e de çıktı. İş ve İşçi Bulma Kurumu'ndan Hüseyin’e ulaşan mektupta, bir an evvel hazırlığını yapıp Fransa’ya çalışmak üzere yolculuğa çıkması isteniyordu. Bu oldukça güzel bir haberdi ve aynı zamanda Hüseyin’i daha iyi bir geleceğin beklediğinin de muştusuydu.

         Müjdeli haber üzerine Hüseyin kısa sürede pasaportunu ve gerekli evrakları hazırlayıp Fransa’ya çalışmak üzere giden kafileye katıldı. Yeni bir dünyaya açılıyordu. Zaten Beycumalı Köyü’nde de kendisine artık gına gelmişti. İş güç yoktu. Tarla tapan da kıt kanaat yetiyordu. Bir an evvel buralardan sıvışma imkanının doğması imdadına yetişmişti.

          Paris’in bir banliyösünde bir oda ve salondan oluşan bir ev tuttu. Artık o da bir Parisliydi. Asla Beycumalı değildi. Allah yazdıysa da en kısa zamanda bozsundu. Lakin Hüseyin, Paris’e bir gitti, pir gitti. İki yıl boyunca ne karısı Fadime’yi, ne annesi, babası ve Şukufe’sini aradı. Tek bir mektup yollamadığı gibi, tek bir Fransız Frangı da göndermedi. Fadime ve Şukufe aç ve açıkta, perperişandı. Yiyecek bir lokma ekmekleri yoktu. Fadime’nin canına tak etti. Daha fazla dayanacak gücü kalmadı. Hani beş kilometre ileride bir köy de değildi ki, yoldan çevirdiği bir eşeğe binip Paris dedikleri soyka yere ayaklarını sallaya sallaya gitseydi. Bulsaydı erini, yakasına yapışsaydı ve hesap sorsaydı. “Öldün mü kaldın mı?” diye kulağının dibinde bas bas bağırsaydı. Yok. Bu kadarını yapamazdı. Korkardı. Şukufe’yi doğuracağı gün bile dövdüğü gibi yine veryansın edip onu pataklardı. Ağzını burnunu gavur ellerinde kan revan eylerdi. Yapamazdı. Kocasından öcü gibi korkuyordu.

         Kızı Şukufe ile kayın babasının yanındaki iki odalı dama sığınmışlardı. Yemek bulmakta zorlanıyorlar ve kayınları da onlara hiçbir konuda el uzatmıyorlardı. Sabah, öğle ve akşam öğünlerinde dönüşümlü olarak dört kayınının evini gözetleyip onların el etek çektiği sofralarını kaldırmadan, arta kalanlar ile karınlarını doyuruyorlardı. Gerek küçük Şukufe’nin gerekse Fadime’nin elbiseleri eski, yırtık, kirli ve döküktü. Bir iplik çekseniz kırk yama düşecek gibiydi.

         Anne Fadime, aslında zeki bir kadın olduğu halde, geçen zamanın beraberinde getirdiği sıkıntılarla birlikte iyice aptallaştı ve kızına dahi artık annelik yapamaz hale geldi. Şukufe, ortada olmayan babanın ve akıl sağlığı artık iyice normalin altında seyreden anneden sevgi nedir görmedi, tatmadı.

İki yılın ardında Hüseyin yine bir Temmuz gününde, Beycumalı Köyü’ne ilk defa izinli olarak geldi. Geldiğinde de onlarla çok da ilgilenmediği gibi, küçük bir hediye olsun getirmedi, para da vermedi. Bir iki gün köyde zoraki kaldıktan sonra, kalan iznini Ankara ve İstanbul’da geçirdi. Bu da benim kızım Şukufe diye bir kez dönüp bakmadı ve onu kucağına almadı. Şukufe, her ne kadar bu uzun boylu yakışıklı, yabancı adama hayranlıkla baksa da babası ona bir kez sarılmadı, ellerini tutmadı, esmer yanaklarına öpücük kondurmadı, küçük gözlerinin içine bir an durmadı.

İzinli olduğu günlerin bitmesine yakın son bir gün için valizini almak üzere gelen Hüseyin, Fadime’nin zorlaması ile koynuna girdi ve karısı ile beraber oldu. Ertesi günü de gitti ve yeniden sırra kadem oldu.

Fadime kadın doğurgan bir kadındı. Yine hamile kalmasını bilmişti, ama anneliği bir türlü öğrenememişti. Şukufe amcalarının evleri arasında burnundan sümükler aka aka, aç perişan, kir pas içinde büyüyordu. Bu arada yoksulluk içinde geçen dokuz ay ve olmazsa olmaz ilave birkaç günün ardından Şukufe’nin bir erkek kardeşi oldu.

Yıllar, yokluk içinde olsa da su misali akıp gidiyor ve kimseler perişanlık içindeki gidişata dur diyemiyordu. Yaklaşık her iki yılda bir aklına estiği zaman gelip bir uğrak veren Hüseyin, bir iki gün Beycumalı Köyü’nde kalıyor, Fadime’yi hamile bırakıp ardında koyuyor ve Fransa’ya yeniden dönüyordu. İki yılda bir izinlere gidip gele Şukufe’den sonra yarım düzine erkek çocuğu sırası ile dünyaya geldi. Fadime var olan yokluğu daha çok çocukla paylaşır oldu. Zaten annelik yapmaktan bihaberdi. Çocuklarını tamamen başı boş bıraktı. Becerikli bir kız olan Şukufe büyüyor ve annesinin yapamadığı anneliği yapmaya çalışıyordu. Kardeşlerine karşı katı bir disiplin, sertlik ve hiçbir konuda taviz vermeyen tutumu ile hakimiyetini sonuna kadar sürdürüyordu. Öyle ki; çocukların çişlerini yapmaya gitmeden önce Şukufe'den izin almaları gerekiyordu. 

Maddi yokluktan çok anne ve baba sevgisinin zerresinin olmaması, Şukufe dahil yarım düzine erkek çocuğunun boyunlarını büküyor, açlık ve yoksulluk da kamburlarını daha da görünür hale getiriyordu. Babaları Hüseyin, Fransa’da çalışıyor, gününü gün etmenin sınırlarını sonuna kadar zorluyor, tek bir başakta tek tahıl tanesinin kalmamasını istercesine har vurup harman savuruyordu. O artık Parisli dilberlerin kar beyazı çarşaflı yataklarının vazgeçilmez Don Juan’ıydı. Beycumalı Köyü ve oradaki ailesi aklının en minik köşesinden dahi geçmiyordu.

Şukufe edindiği acı hayat tecrübesi ile yokluğun da dayattığı zorluklardan dolayı, oldukça hırslı bir genç kız olma yolundaydı. Tuttuğunu kökünden koparıp hiçbir şeye daha fazla hayat tanımamanın yolunu kendisine şiar edindi. İlkokuldan sonra okuma imkanı olmamasına rağmen, öğrenmeye çok meraklıydı. Kimi zaman kalın kalın dünya klasikleri romanları dahi okuyor, çevresinde öğrenci arkadaşlar ediniyor, onlarla bir araya geliyor ve bir şeyler öğrenmeyi de ihmal etmiyordu.

Zaman geçedururken, Şukufe kara kuru bir kız olarak genç kızlığının solgun baharını da yavaş yavaş ardında bıraktı. Bu sıralarda daha yeni Fransa’ya yerleşmiş olan köylüsü Ayhan’ın ailesi evlenme çağına gelen oğulları için Şukufe’ye talip oldular. Annesi ve amcaları hiç direnmediler. Böylelikle Şukufe bu yoksulluktan sıyrılacak ve yurt dışında, çok daha kolay bir hayata adım atacaktı. Bu onun için bulunmaz, çok büyük bir şanstı.

Mütevazi bir düğünün ardından, Şukufe telli duvaklı, taze gelin olarak gidip Paris’e yerleşti. O, özde çok zekiydi. Tez elden kollarını sıvadı. Fransız lisanını öğrenmek için boyacı küpü yerine, zihnini lisan küpüne batırıp çıkardı. O zorlukları ile bilinen Fransız dilini bir sünger misali emdi. Kısa bir süre sonra Honore de Balzac, Gustav Flaubert, Victor Hugo, Alexandre Dumas, Voltaire, Marcel Proust, Montaigne, La Fonteine, Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre gibi dünyaca ünlü Fransız yazarların, filozofların büyük zahmetlerle edebiyata, felsefeye katkı sağlamak amacı ile kullandıkları melodik aşk dili Fransızcayı hırslı bir çaba ile öğrendi. Edit Piaf, Jacques Brel, Charles Aznavour, Zaz, Mireille Mathieu ve Leonard Cohen gibi ünlü Fransız şarkıcılarla birlikte aynı dilde, karga sesi ile şarkılar mırıldanma şerefine nail oldu. Edindiği hırs, onu için için yiyip bitirse de o durulmak nedir bilmedi. Kocası da kendisine bu konuda yardımcı oldu. Şukufe'nin tekerlerinin önüne gelen taşları kaldırdı. Takoz koymadı.

Babasından zerresini görmediği sevgiyi, haliyle o da başkalarına gösterme yetisini edinemedi. Ama, onun döşediği raylarda yürümesini çok iyi bildi. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevemiyor ve yakınlık duymuyordu. Derken iyi de bir işe kapağı atan Şukufe’nin üç tane de oğlu oldu. İşinin parasal getirisi azımsanmayacak kadar iyiydi. O nedenle bütün kapılar hazretleri için “buyursunlar Şukufe Hanım,” diye sonuna kadar art arda aralandı. Pervasızlığının önündeki, gözleri gibi küçük çıkıntılar halindeki engeller de ortadan kalktı. Sevgi yoksunluğu ile geçen çocukluğu ve genç kızlığının travmaları her geçen gün, birer boş plastik şişe misali su yüzüne vurdu. Her türlü olumsuzluğu, varlığını sürdüren gırla egosu ve sahte özgüveni ile ardında bıraktı. Ar perdesini milyonlarca parçacık halinde yırtıp karanlık görünmezliğe fırlattı. Hırçınlığı, kendisi ve başkaları ile barışık olamama durumu, insanlar arasında büyük hoşnutsuzlukların oluşmasına neden oluyor ve insanlar; her an patlama noktasında sevimsizliği ayyuka çıkan Şukufe’ye kocasının hatırı için katlanmak zorunda kalıyorlardı.

Öyle bir zaman geldi ki, sırtında bir kambur olarak gördüğü eşi Ayhan’dan da sıyrılıp yollarını ayırması gerekiyordu. Zamanı çoktan gelmişti. Ayhan olacak adamla aynı kulvarda yer almıyorlardı. Artık ayrı dünyaların insanlarıydılar. O artık sınıf atlamış, paralı bir kadındı. Bundan sonrasında tamamen özgür bir kadın olan, sevgi biriktirmek gibi bir lüksü edinemeyen Şukufe'nin cüzdanı kredi kartları ve Fransız Frankları ile dolu doluydu. İş sonrası soluğu Paris’in kalbi Şanzelize’de en lüks kafelerde alıyor, en iyi Fransız şaraplarını yudumluyor ve modanın merkezi Paris’te şık giyimi ile yokluk yıllarında oluşan dipsiz kuyuyu tez elden abartılı doldurmaya çalışıyordu. Haftada birkaç kez kucak dolduracak büyüklükte çiçek buketlerini bizzat kendisi, zat-i alilerine almadan etmiyordu. Kuyu dipsizdi, dolmak nedir bilmiyordu. Fransız arabalarına göz ucuyla dahi dönüp bakmıyor, onlar banaldi. Mercedes arabada karar kılamadığının ertesi günü sıkılıp, BMW arabasına biniyordu.

Gel zaman git zaman Şanzelize Caddesi’nin küçük gözlü, esmer yüzlü müdavimi oldu. Sanat galerilerine gidiyor ve rengini beğendiği her tabloyu oturma odasındaki halıya uyduğu için fiyatına bakmadan sardırıp evine gönderiyordu. Tanıdıkları onu “Şanzelize'nin Şukufe'si” olarak adlandırıyorlardı.

Ayrıcalıklı adı, her ne kadar tomurcuk anlamına gelse de, Şukufe sıkıca kapalı minnacık bir tomurcuk olarak kalmak istemedi. Tomurcukluğa isyan etti. Kabak çiçeği gibi boy boy açıldı, saçıldı. Dur durak bilmedi. Kabak çiçeği dolmasının vereceği lezzeti veremeyeceğinden ve hatta onun açılıp saçılan çiçeğinden iğrenç bir tat ortaya çıkacağından, dolması da yapılmadı. Ama unutulmamalıdır ki, Şukufe adının anlamı aynı zamanda sanatsal bir içeriğe de sahipti. Fransızca mırıldandığı şarkılarla ve evine doldurduğu renk cümbüşü tablolarla, sanat dünyasında da yerini kaptı ve adına müsemma olmayı da başarılarına kattı. Teşekkür ederim yerine, her defasında “mersi” der oldu.

Çocukluk ve genç kızlık yıllarındaki yoksulluğu, amcalarının eşleri ve çocukları ile oturdukları sofradan kalkmalarının hemen ardından arta kalan artıklara hücum ettikleri günlerin üzerine boylu boyunca kalın, gece karası bir çarşaf serdi. Unuttu. Aklının ucundan dahi geçirmedi. Bu evre hiç yaşanmamıştı. O, Şanzelize Caddesi'nin Şukufe'si olarak küçük gözlerini dünyaya açmış, bu ihtişamla sürdürdüğü hayata mümkün olduğu kadar uzun süre daha tutunacak ve yaşama öyle veda edecekti. Var olan dipsiz kuyu doldurulmasa, gözleri açık giderdi. Hayat, kendi elceğizleri ile ona Paris modasına uygun düşen böylesi bir kaftanı biçti.

Sevgisiz kalmasının ceremesini en yakınlarına çektirmeyi büyük bir zevkle başardı. Acıma duygusu, minnettarlık, hoşgörü, empati ve diğer insani erdem ve değerlerle arasına deniz aşırı mesafeler koyarak, elinden geleni ardına koymamak için görülür görülmez büyüklükteki sığırcık yavrusunun gözleri görünümünde,  nokta büyüklüğündeki görme duyularını kırpmadı. İnadında diretti. Hıncını insanlardan acımasızca aldı. 

Şanzelizeli Şukufe olarak dünya şehri Paris’te dört bit yanda nam saldı. Şanzelize Cadde’sinde Şukufe’nin ritmik topuk sesleri her daim duyulur oldu. O, artık şehri Paris’in alacalı bulacalı müstesna bir rengiydi ve bu şehirde mutluydu. En büyük Şukufe idi, başka büyük yoktu. Paris, Paris olalı böylesi bir kişiliğe ev sahipliği yapmamıştı. Paris, topuk sesleri Şanzelize Caddesi'nde eksik olmayan Şukufe ile gurur duyuyordu. Hayat adlı öykü çok garipti.

 

 

Amsterdam, 20 Haziran 2021

 

11 Mayıs 2021 Salı

UÇAN KAZLAR VE MUHİTTİN



UÇAN KAZLAR VE MUHİTTİN

 

Her evin önünde bir kaz sürüsünün olması, Kesikköprü Köyünde kimilerine göre yeni bir moda akımı, kimilerine göre de olmazsa olmazlığın kıyasıya yarışıydı. Köyün kırmızı çamurla sıvalı evlerinin aralarında ve Kesikköprü’ye Nil Nehri kadar önem kazandıran, hemen alt kısımda boylu boyunca kıvrımlarla uzanan suyun kenarında, kümeler halinde gezinen kazlar, birer istila ordusunu andırıyorlardı. Her evin kaz ordusu, başka evlerin kazlarına karışmadan, ama kimi zaman da gruplar halinde birbirlerine gözdağı vermeden edemiyorlardı.

Kazlar karşı tarafa tam bir teyakkuz durumuna geçmezse de verdikleri gözdağı, “bana bak, ayağını denk al, sakın başını sağa sola sallamayasın,” niteliğindeydi. “Hele de yavru kazlarımıza bir zarar verirseniz, Alimallah hepinizi bir kaşık suya dahi gereksinim duymadan, boğarız.” Bu uluorta tehditler bir yerde küçüğünden, büyüğüne kadar insanın da dahil olduğu bütün canlılara karşıydı.

Meydan okumalarını, kazlara özgü, tipik boyunlarını mümkün olduğu kadar sündürmelerle ileri doğru uzatmaları ve her an “bana bakın gözünüzün yaşına bakmam, ısırırım,” edasında, hafifçe açtıkları gagalarından çıkardıkları “tıs tıs” sesleri eşliğinde yapıyorlardı. Saldıkları korku azımsanacak türden değildi. Görünüm itibari ile tehdit anında, oldukça ürküntü veren bir halleri vardı.

Kesikköprü’de herkesin kazları olduğu halde, köy muhtarı Ali Tosun’un karısı Edul’un ellerini beline koyup komşularını hasetten çatlatacak tek bir kazı yoktu. Bu binbir çalımlı haller sürekli komşularından geliyordu. İki büklüm eğilip evinin balkonunu süpürürken, her defasında komşularından gördüğü bu nahoş muamelelerin ardından, elindeki süpürgeyi bir tarafa atıyor, işini yarım bırakıp anında eve kapanıyordu. Artık kendisine gelenler geliyor ve onun da kapısının önünde bir kaz sürüsünün olmasını ısrarla istiyordu. En kısa zamanda, kendi kapısının önünde komşularına gözdağı veren, tıs tıslayan bir sürünün varlığını hissettirmesi lazımdı. Görenler bu kazların hepsi Edul’un demeliydi. Bunun başka yolu yoktu!

Bu çok yerinde isteğini, kocası Ali Tosun’un kulağına eğilip çıtlatmak maksadı ile onun iyi bir gününü kolladı. Muhtar Ali Tosun’un köyde ve çevresinde hatırı sayılır saygın bir kişiliği vardı. O nedenle evinde misafir hiç eksik olmazdı. Muhtarlık görevinden dolayı bir yerde devleti temsil ettiğinden, asayişin çetrefilli berkemalliğini sağlayan jandarmadan, kaymakam ve milletvekillerine kadar bütün yetkililer onun evine misafir oluyorlardı. Bunu bilen Edul, pek taraftar olmayacağını tahmin ettiği ve “Elo” diye seslendiği kocasına, bunu da göz önünde bulundurmasını söyleyip, isteğini kabul ettirecekti.

Mevsim yazdı ve dışarıda sarı bir sıcak hakimdi. Muhtar Ali Tosun evinin bahçesinde mis gibi kokan bir iğde ağacının gölgesinde dinlenmeye çekilmişti. Edul yaptığı orta şekerli köpüklü kahvesinin yanına bir bardak su ve bir tane de güllü lokum koydu. Acele ile kocasının yanına geldi. Kahvesini ikram etti. Sonrasında, an bu an deyip titrek bir sesle söze girdi.

“Elo, diyorum ki, bize de birkaç tane kaz alsak. Gelen bütün misafirlere tavuk ve horozları kese kese bitirdik. Hem kaz daha verimli ve eti de daha çok ve bereketli. Bir tavuk veya horoz kestiğimizde, ne misafirlere ne de bize yetiyor. Allah vere senin misafirlerinin de sonu gelmiyor. Hani tavuk ve horozların bir lokmacık canları var. Oysa kaz öyle mi? Bütün aile yese doyar ve artar bile. Birkaç tane kaz alırsak, onlar da yumurtlar ve kuluçkaya yatarlar. Derken bizim de sürüyle kazımız olur. Bak koca köyde herkesin evinin önünde sürüler halinde kazları var. Hem kazlarımız olursa, her defasında, gelen misafirlere kesmek için bir tavuk veya horozu telef etmek zorunda kalmayız. Ne diyorsun? Tavuklar aynı zamanda yumurta için de lazımlar. Kaz öyle değil. Ne diyorsun, alalım mı?”

Ali Tosun derinlere daldığı düşüncelerinden, hiç beklemediği bu sözler ve zorlu sorular üzerine, bir anda sıyrılmasını bildi. “Bu kaz meselesi de nereden çıkmış ve gündeme bomba gibi oturmuştu? Bu söyledikleri karısının nereden aklına geliyordu. Bunun üzerinde önce bir müddet düşündü. Oluru var mıydı, aynı zaman da yeri ve zamanı mıydı? Önce bu çok önemli konu hakkında iyimser düşünmedi. Ancak sonrasında Edul’un söyledikleri aklına yattı ve yabana atmadı.

Evet, kazlar diğer kümes hayvanlarından çok farklıydılar. Onlar için nerede akşam orada sabahtı. Sürekli köyün dört bir yanında seyri sefer halindeydiler. Yavrularını canları pahasına koruma içgüdüleri de takdire şayandı. Onun için yavrularına talip olan her salyası akana, kolay kolay pabuç bırakmayan yaman yaratıklardı. Bir de istedikleri yerde karınlarını doyuruyor, çayır çimen doğada, su ise gölden, derken senden yem beklentisi dahi olmuyordu. Sonrasında da başlarında beklemene, koruyup kollamana da ihtiyaçları yoktu. Köyü günde on kez gezip kolaçan ediyorlar ve ardından da tam takım, sağ salim eve dönüyorlardı. Yapmanız gereken tek şey evde oldukları zaman büyükçe bir kapta onlar için dışarıda su bulundurmaktı. Tek lüksleri buydu.

Edul uzun pazarlıklar sonunda kocası Muhtar Ali Tosun’a istediğini beklediğinden daha kolay kabul ettirdi. Bunun üzerine köyde satılık kaz aramaya başladı. Bir haftanın ardından on tane kaza sahip oldu. Şimdilik bu kadarı yeterliydi. İleride kestikçe azalan kazların yerini, kuluçka döneminin ardından yumurtalarını çatlatıp dünyaya gözlerini acemice açacak olan yavrularla doldururdu. Önemli olan bu başlangıcı yapmaktı. Artık, bundan sonrasında o da etrafa korku salan kazları ile komşu kadınlara havasını atabilirdi. Ancak kazların bir arada birbirlerine ve eve alışmaları için bir hafta kapalı bir alanda kalmaları gerekiyordu.

Aslında yabani mi, yoksa evcil mi oldukları hakkında insanların zihinlerinde çok da netlik kazanmayan bu hayvanlar, bu özellikleri ile de farklılık gösteriyorlardı. Ama bir haftanın ardından en azından evin avlusundan gitmelerine destur vermeniz halinde, er ya da geç eve dönerlerdi. Öyle dışarı gezmeye giden evin kızı gibi, havanın kararması ile anne ve babanın ikide bir saatlerine bakıp “Nerede kaldın?” diye paralamalarına gerek yoktu. Ne zaman geleceklerine özgür kazlar karar verirlerdi. Bir tavuk veya horoz kendisini evin avlusunun dışında kurtaramaz ama, kazlar öyle değildi. Kafalarını attırmaya görün, gerekirse her biri zırhlı birer tanka dönüşür, düşman görünümlünün hakkından gelirdi.

Bir haftanın ardında kazlar yeni evlerine ve sürü olarak birbirlerine iyice alıştılar. Kazlar için çoban gerekmediği halde, daha on yaşlarındaki oğlu Muhittin, Kesikköprü Köy Muhtarlığının resmi ataması ve resmi gazetede atamanın yayınlanmasının ardından, bu göreve yarı zamanlı çoban olarak getirildi.

Kaz çobanlığında deneyimi olmayan Muhittin’in ilk mesai günüydü. Avlunun büyük demir kapısını gıcırtılar dahilinde zorlanarak açan yeni kaz çobanı sürüsünü dışarı saldı. Dışarı çıkmaları ile aynı anda kalkmak üzere olan bir savaş uçağı gibi kazlar hep birlikte önce bulundukları pistte hızla koştular ve ardından teker teker elli metreyi geçmeyen kısa bir uçuşla Muhittin’i artlarında bıraktılar. Tecrübesiz kaz çobanı Muhittin olup biteni şaşkınlıkla seyretti. Artlarında koşsa da sürüye aynı anda yetişemedi. Birkaç tane daha kısa uçuşun ardından kazlar soluğu etraflarına tehdit savurmaları ve tıs tıs sesleri ile Kızılırmak’ın kenarında aldılar.

Kesikköprü Barajından ırmağın suyu o gün çekilmişti. Nehir yatağında sadece çok da derin olmayan göletler vardı. Başka da su yoktu. Fakat suyun baraj tarafından ne zaman salıverileceği bilinmediğinden, karşıya geçen kazlarla birlikte, çocuk çobanın da geçmesi biraz riskliydi. Görünen o ki, Kaz Çobanı Muhittin çok önemli bir iş icra ettiğinin farkındalığı ile gözü karalığını tereddüt etmeden takındı ve o da sürüsü ile birlikte, çok iyi bildiği Kızılırmak yatağını ceylanlar gibi sekmelerle karşıya geçti. Geniş nehir yatağının karşı tarafında hiç ev bulunmuyordu. O yakada bulunan köyler de en az beş-altı kilometre gibi bir uzaklıktaydı.

Kızılırmak’ın Kesikköprü tarafında, çocuklar suların çekilmesi ile kıyıda, yerde çırpınan tek tük balık yavruları ile oynuyorlardı. Bazı zamanlar büyük sazan balıklarının da yerde su dışında, toprak üzerinde kaldıkları oluyordu. Bu balıkları köylüler sepetlerine doldurup evlerine götürüyorlardı. Bu arada nehir yatağının içlerine daha fazla gitmemek için temkinli davranıyorlar ve aniden bırakılacak suyu kollamayı da tedbir amaçlı göz ardı etmiyorlardı.

Kenarda oynayan çocuklar Muhittin’i ve kazlarını karşı kıyıda bir başlarına görünce tehlikenin farkına vardılar. Çocuklardan biri koştura koştura Edul ve köy muhtarı kocası Ali Tosun’na haber verdi. Edul ve kocası telaş içinde Kızılırmak’ın kenarına geldiler.

Onlarla birlikte pek çok köylü bağırış ve çağırışlarla ırmak kenarında toplandı. Kalabalık, zaman geçtikçe büyüdü. Biriken kalabalık küçük çocuğun bir çözüm bulunana kadar orada kalması taraftarıydı. Edul ve Ali Tosun oğulları için oldukça endişelendiler. Ya bu tarafa geçerken barajdan o an su yeniden bırakılsaydı, o zaman oğulları suya kapılacaktı. Yok... Yok! Orada kalması daha iyiydi. Bu tehlikeyi göze alamazlardı. Yanlarında bulunan köylüleri ve akrabaları da aynı kaygılarla Muhittin’in nehri geçip gelmesinin tehlikeli olduğu bilinciyle, “Çabuk bu tarafa geç,” mesajını iletmediler.

Şairin dediği gibi, “karşı taraf memleket de değildi. O tarafta yer alan köyler uzaklardaydı. Oysa aynı şiirdeki dizelerinde karşı taraf memleketti. Memleket olsa belki anne Edul da bağırırdı.

“Karşı yaka memleket, sesleniyorum Kesikköprü’den. İşitiyor musun? Muhittiiinnn…. Muhittin…” Durum başka türlü seyredince Muhittin’in annesi Edul da oğluna telaşla Kürtçe bağırdı. Ne diyeceğini şaşırdı.

“Le la law law… Mühittin… Ger tû di avê de dûçi ez ê werim û te bikujim! – Lo lo… Muhittin eğer suda boğulursan, gelir seni gebertirim!” diye annelik içgüdülerinin ağır basması ile bağırdı. Oğluna bir şey olacak diye olduğu yerde çırpındı, ne yapacağını şaşırdı. Annelik zordu. Suyun aniden salıverilmesi ile oğlunun karşıdan dönmesi ile suya kapılabilirdi. Bunu yapmaması gerekiyordu. Çok tehlikeliydi.

Çok geçmeden gerek ırmağın köy tarafında, gerekse kazlar ve küçük çobanın bulunduğu tarafta, çareler aranmaya devam edildi. Muhittin birkaç yüz metre ileride yapımı devam eden ama henüz bitmemiş, karşıya geçiş için inşa edilen köprüye geldi. Köprü daha tamamlanmadığından, karşıdan karşıya geçiş için tehlikeliydi. Daha önce, arkadaşları ile inşa halindeki köprüde oynadığından,  riskli de olsa geçiş yerlerini biliyordu. Kalabalık köprüye gitmemesi yönünde bağıra bağıra telkinde bulundular. Onu tutan yanında yöresinde kimseler yoktu. Ama, diğer taraftan da bir süre sonra karanlık bastıracaktı.

Büyük bir cesaret ve atiklikle köprüden karşıya zamanında geçen Muhittin “memleket Kesikköprü’de,” kıyıda bekleyen meraklı kalabalık tarafından alkışlarla karşılandı.

Edul’un kaz sürüsü karşı kıyıda istiflerini bozmadan çimlerde tıs tıs sesleri çıkarmalarla akşam yemeklerini yemeye devam ettiler. Edul oğluna kızmaya devam ettiği halde, küçük kahraman çobanın babası Muhtar Ali Tosun onun gösterdiği cesaretten dolayı kendisi ile gurur duydu. Muhittin’in sırtına bütün sevecenliği ile sıvazladı.

Edul kazlarından artık umudunu kesmişti. Komşularına benim de kazlarım var demesi kursağında kalmıştı. Ancak iki gün sonra uyandığında bütün kazlarını avlunun içinde görünce sevinç çığlıkları attı. Balkonunu süpürürken, süpürgesini elinde indirmeden dineldi. İki elini beline sağlı sollu koydu ve Kesikköprü'nün içlerine ve Kızılırmak'ın kıyılarına doğru derin bakışlarla baktı. Artık onunda komşularını hasedinden çatlatacağı bir kaz sürüsü vardı.

Akşam yemeği için yakaladığı kazlardan birini kesip, oğlunun kazasız belasız karşıya geçmesinin şerefine ev halkına ziyafet verdi. Edul ve birbiri ile akraba olmayan devşirme kazları bir eksilme ile mutluydular. Kesikköprü Muhtarlığı kaz çobanlığından Muhittin’e görevinde başarısız olması ve kazları karşı yakada bırakıp kaçtığından dolayı, iltimas geçmeden el çektirdi.

Bozkırda yaz mevsimi bütün sıcaklığı ile devam ediyordu. Muhtar Ali Tosun, orta şekerli köpüklü kahvesini iğde ağacının kurşuni renklerle bezeli dallarının altında, gölgede beklemeye koyuldu. Yanında bir bardak su ve bir güllü lokum da fena olmazdı. Edul her an kahve sunumuna geçebilirdi.

 

Amsterdam, 11 Mayıs 2021

 

 

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...