20 Ağustos 2012 Pazartesi

HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA



HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA


          Yaz mevsiminin bunaltıcı sıcaǧında, hanımı ile oturduǧu balkondan,  güneş, irili ufaklı yükselen binaların ardında, göz kamaştıran bir kızıllık bırakıp kaybolurken, içeri doǧru hafiften sesini yükselterek;

         “Kızım Peri” diye seslendi. Bu gür ses, emekli olduktan hemen sonraki gün, sakallarını kesmeyip, bıyık bırakmak isteyen ve şimdilerde haşmetli burnunu, kömür karasına boyadıǧı kalkık kıllar ile sunum yapan,  kel albay Hasan Bey’e aitti. Bir hafta sonra bıyıkları daha yeni ele gelmeye başlamıştı ki, son görev yeri olan Elazıǧ’dan, bin dokuz yüz elli yılının baharında, bütün ev eşyasını askerlere paketletip, kiraladıǧı bir kamyona yükletti. Ankara’da on yıl önce almış olduǧu dairedeki kiracıyı çıkartıp, kendisi taşındı.

         “Kızım Peri, şu çayı tazeler misin?”

         “Geldim babacıǧım, hemen şimdi.” Babasının boş bardaǧını saygı ile eǧilip alırken, annesi yeşil  gözleri ile akça pakça yüzünü kızına doǧru kaldırıp, O'na bakıyordu. Aldıǧı son yudum çayın ardından, Kel albay Hasan’ın eşi Gülşen Hanım da,  boş bardaǧını doldurması için, sevecen bir gülümsemenin beraberinde, hayran hayran süzmeye devam ettiǧi; on beş yaşında, simsiyah kıvırcık saçlı, kömür gözlü, esmer tenli, ince ve uzun boylu kızına uzattı. 
          “Bana da çay doldurur musun, kızım. İki defa gidip gelmene gerek yok, sen de gelip, yanımıza oturmak istemez misin? Benim canım, güzeller güzeli kızım.”

         Peri annesinin sürekli yinelediǧi “güzeller güzeli” lafına hiç inanmıyordu. Annesine neden hiç benzemiyordu, buna anlam veremiyordu. Böylesine beyaz tenli, yeşil gözlü, güzel bir annenin kızı neden böyle kara kuruydu. Ankara’ya taşınalı üç hafta olmuştu. Burada hiç arkadaşı yoktu. Uzak akrabası olan bir kaç aile vardı, ama henüz onlar ile görüşmemişlerdi. Zaten üç haftadır evin işleri ve eşyaları paketlerden çıkarıp, tek tek yerleştirme işi yeni bitmişti. Ailecek epeyce yorulmuşlardı. Annesi ile her tarafı güzelce silip, mobilyaları ve eşyalarını yerleştirme işi ne kadar da uzun sürmüştü. Babası evin içinde tamir yaparken veya odaların lambalarını takarken eǧiliyor, sol şakaǧında dökülmeyen, uzatıp, tepesine yapıştırdıǧı saçları sarktıkça, anne kız birbirlerine bakıp, çaktırmadan kıkır kıkır gülüyorlardı. Çok yorulmuşlardı ama, sonunda her şey istedikleri gibi olmuştu.
         Çay süzgecini bir iki defa salladıktan sonra, ilave ettiǧi sıcak su, çayları berraklaştırıp, daha bir kızıllaştırdı. Tepsiyi kaptıǧı gibi balkona gitti. Babası uzatılan çayı almak için, elini burmakta olduǧu bıyıklarından çekip, bardaǧını aldı. Kel albay Hasan Bey çayına şeker atıp, yüksek ses ile karıştırırken, yıllardır şekersiz içmeyi tercih eden Gülşen Hanım üst üste iki yudum aldı. Peri mutfaktan bir tepsiye doldurduǧu iki avuç ayçiçeǧi çekirdeklerini alıp, yere annesinin yanına çömeldi. Hızla çatırtılı sesler çıkararak, çekirdeklerini çıtlatırken, annesinin besili beyaz kollarına, biçimli dolgun yüzüne, zümrüt yeşili gözlerine büyük bir hayranlıkla bakmaya koyuldu. Annesi olduǧu halde, O neden O’na hiç benzemiyordu.  Huyu suyu da aynı deǧildi. Babasına da hiç benzemiyordu. O evin kara koyunuydu. Ne olurdu, çok az da olsa annesini  andırsaydı. Kendisinin teni de böyle ipeksi ve kar beyazı olsaydı. Bunun neden böyle olmadıǧını her sorduǧunda, annesi neden sinirleniyordu.
         “Ne bileyim kızım, nereden çıkarıyorsun bunları? Aklına neden böyle olur olmaz her şeyi getiriyorsun?” diye, geçiştiriyordu. Hayranlık ile annesinin çıplak koluna dokundu. Teni ne kadar ipeksiydi. Derin bir iç geçirip, sırtını balkon demirlerine acıtırcasına bastırdı. Bu sırada yan komşunun penceresinden, babasının çok iyi bildiǧi ve hala ara sıra mırıldandıǧı bir Elazıǧ türküsü yankılanarak yükseldi.

         “Hüseynikten çıktım şeher yoluna

         Kol ağrısı tesir etti canıma

         Yaradanım merhamet et kuluna

         Yazık oldu yazık şu genç ömrüme

         Bilmem şu feleğin bana cevri ne

         Telgrafın direkleri sayılmaz

         Ati hanım baygın düşmüş ayılmaz

         Böyle canlar teneşire koyulmaz.“

Babası türküyü duyar duymaz, derin düşüncelere daldı. Yıllar öncesine gitti. Bin dokuz yüz otuz sekiz yılında Dersim’de daha çiçeǧi burnunda bir teǧmen olduǧu günler, gözlerinin önünden bir kez daha geçti. Oturduǧu sandalyede eǧildiǧinden, kafasının keli kabak gibi ortaya çıktı. Peri annesinin kolunu sıvazlamaya devam ettiǧinden, her zaman kendisine komik gelen bu durumu fark etmedi. Gülşen Hanım da sokaktan geçenlere yeşil gözlerini kısarak bakıyordu.

         Dersim harekatına katıldı. Bu büyük Dersim "Tertelesiydi". Farklılıkları suç olarak görülen, ama kendi damarlarında dolaşan ile aynı renkte olan masum insanların kanına ellerini buladı. Genç olmasına raǧmen şapkasını çıkardıǧında keli gözüken, Hasan teǧmen de, gerekmediǧi halde, “olmazsa da olurlar” ile artan nüfus yoǧunluǧunun kontrol edilip, zaruri ayıklanmaların yapılması işlemlerinde komutan olarak  görevliydi. Elbette O da bir emir kuluydu, demiri kesen komutlar yukarılardan geliyor ve kendisi de sadece uygulamak ile yükümlüydü. Bu teselli ile yaşlandıkça artan iç hesaplaşmasını bastırmaya çalışsa da, çoǧu zaman başarılı olamıyordu. Rüyalarında hala travmalar yaşamaya devam ediyordu. Büyük bir vicdan azabı yıllar sonra gelip, yakasına yapışmıştı. Psikolojik tedavilerin de, bu bozuk ruh halinin deǧişimine bir katkısı yoktu.

         Emrinde elli askeri ile Peri Suyu yamacında yer alan köyleri tek tek arayıp,  gerekli ayıklamayı yapma misyonunu üstlenmişti. Askerlerini gruplara ayırdı. Yılan kıvrımları ile yoǧun meşelikler, renga renk kır çiçekleri, gelincikler, börtü böcek, siyah frenk üzümleri, ayıgülü, kar sümbülü, çiğdem, ışkın, şakayık, mor newroz, ters lale, sater, solucan otu, çakşır mantarı, kenger ve eşi benzeri olmayan daha pek çok bitki örtüsü ile bezeli, büyük bir botanik bahçesini aratmayan Dersim daǧlarının ve tepelerinin arasından, yer yer sarp kayalıkların gölgesinde, bir Dersim dilberi güzelliǧinde, bin bir naz ile çaǧıldayıp, süzülen Peri Suyu yamacındaki büyük bir köye girmek üzere, küçük takımlar halinde usul usul taş yapılı sıvasız evlerin arasına akşam karanlıǧında tam teçhizat daldılar. Üç takım askerini, köylülerin kaçmasına engel olmak için köyün etrafını çevirmekle görevlendirdi. Köyde önceleri bir kaç köpeǧin sesi geldiyse de, önlerine atılan zehirli ekmekler ile bu tehlike uyarıcısı, sahiplerine sadakatta kusur etmeyen canlılar da, böylelikle devre dışı bırakıldılar. Atılan ekmekleri hızla kapan, hayvanlar alçak sesle bir iki inlemenin ardından, bulundukları  yerde boylu boyunca kıvrılıp, boynu bükük kalakaldılar. Hasan teǧmen yanından hiç ayırmadıǧı Rüstem çavuş ile köyün ilk evine dalmak için hızla kapıyı vururken, ikili üçlü gruplara ayrılan diǧer askerler de, başka evlere baskın vermek üzere daǧıldılar. Köylüler evlerden tek tek suçlarının ne olduǧundan bihaber olmanın şaşkınlıǧı ile çıkarılıp, kıskıvrak yakalandılar. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk demeden köy halkını, meydana toplayıp, ellerini ayaklarını baǧladılar. Çocuklar aǧlayarak elleri başları üzerinde kavuşturulmuş şekilde getirilirken, bazen bunu yapmayı unuttuklarından, atılan tokatlarla ikaz ediliyor, sendeleyip yere düşüyorlardı. Hasan teǧmenin yanında yer alan Kütahya‘lı Rüstem çavuş, Beyto’nun Haydar’ın kapısını inatla vurmaya devam ediyordu. Kapıyı açmıyorlardı. Hasan teǧmen iki asker daha çaǧırdı.
        “Benden günah gitti. Kırın lan kapıyı.” diye emir  verdi. Zayıf bir bünyeye sahip olan Rüstem çavuş bir iki adım geri çekilirken, doksan beş kilo ile herkül görünümlü Kayseri’li Şükrü onbaşı ve ondan pek de geri kalmayan, aǧır sıkletlerden er rütbeli Ankara’lı Kasım kapıyı kırmak üzere hızla koşup, omuzladılar. İlk omuzlama çok da saǧlam bir kilidi olmayan, ahşap kapının kırılmasına yetmedi. İkinci darbe bu işe bir çözüm getirmeliydi. Yoksa burnundan soluyan ve iyice hiddetlenmiş gözüken Hasan teğmenin amansız gazabına uǧrayacaklardı. Çok şükür istedikleri oldu ve kapı hızla ardına kadar hızla açılıp, duvara çarptı.

         Kapı hızla vurulurken Haydar ve hanımı Gülizar daha üç yaşlarındaki biricik kızlarını bari kurtarabilmek için, iki odadan oluşan evlerinde yer olmadıǧı için uyuyan kızlarının  üstünü minderlerle örterek saklıyorlardı. Daha önce komşu köylerde çocukların dahi gözlerinin yaşına bakılmadıǧını duyduklarından, kendilerinden vazgeçmiş halde teslim oldular. Gülizar ölüm korkusu ile elektriǧe tutulmuş gibi titrerken, bir yandan da hala uyumakta olan kızlarının bulunmaması için korku dolu ela gözleri ile askerlere fark ettirmeden köşedeki minderlere doǧru bakıyordu. Hızır Aleyhüsellam yetişip, Rüstem çavuş ve Şükrü onbaşının kızlarını görmesini engelledi. Haydar ve Gülizar da elleri başlarında itile kakıla getirilip, elleri ayakları baǧlandı.
         Rüstem çavuş ayakları taşlık zeminde sendeleyerek koşup, tekmil vermek üzere kısa küt parmaklarını şapkasının kenarına gelecek şekilde birleştirdi. Ay ışıǧının düştüǧü yüzünü gererek, tekmil verdi.

         “Muhabere çavuş Rüstem Altınova. Köy eşkiyalardan temizlendi. Elli üç erkek, yetmiş bir kadın ve seksen altı çocuk yakaladık. Emir ve görüşlerinize hazırız komutanım.“
         “Aferin asker. İyi iş becerdiniz. Rüstem, emir komuta sende, ayaklarını çözün. Şunları kendirler ile birbirine baǧlayın ve Mustafa albaya götürün. ”

Rüstem çavuş verilen emri askerlerin yardımı ile gece karanlıǧında evlerden aldıkları bir gazlı fenerin ışıǧında yerine getirirken, çocukları baǧlamadan, elleri başlarının üzerinde tutmalarını baǧıra baǧıra emretti. İşlemler bitti ve Rüstem  çavuş komutasındaki köylüler sıra halinde albay Mustafa’nın konuşlandıǧı yerde kendilerini bekleyen kaderleri ile yüzleşmek üzere, yola çıkmaya hazır hale geldiler. Bu sırada Hüseyin dedenin korkudan sara nöbetine yakalanması ile işlerin uzayacaǧını gören Hasan teǧmenin başını hafiften eǧerek verdiǧi emirle, yetişkinlerin ve çocukların korku dolu bakışları ve attıkları çıǧlıkların gürültüsünde, sesi pek duyulmayan başına sıkılan kurşunla, yetişkin sayısı elli ikiye düşürülerek,  askeri disiplin ile yola çıkarıldılar. Köylüler bilinen sona doǧru yol alırken, Hasan teǧmen de, beraberindeki iki takım askeri ile evleri tekrar yoklamak üzere boş odakara daldılar. Minderlerin altından üç yaşlarında kara kuru bir kız çocuǧu etrafına bakınarak, Hasan teǧmen ve askerleri eve girerken uyandı. Korku dolu gözlerini kırpıştırarak, silahlı amcalara baktı. Korkmadı. Gülümsedi. Acaba, baba ve annesi nereye gitmişlerdi?

         Balkonda çekirdek çitleyen Peri bir an duraksadı. Komşularının radyosu başka bir türküyü seslendirirken, anlamlı, sorgulayan, kömür karası  gözleri ile annesinin yüzündeki ürpertili zümrütlerin derinliklerine seslendi:

         “Anneciǧim, ben neden sana hiç benzemiyorum?”




Amsterdam, 20 aǧustos 2012










2 Ağustos 2012 Perşembe

CUF... CUFF...





CUF...  CUFF...


         Kara tren gecikecek ve belki hiç gelmeyecek. Kör olası demiyorum, ama böyle olmadan, beni görmesini istediǧim bu demir yıǧınıolur á gelmezse, vaziyet kötü ve aynı zamanda, nadide bir yiyecek olan gülüm keten helvanın yandıǧı anlamına gelir. Bin bir tatlı edası, nazı, işvesi ile can alıcı dudaklı yarin, güzelim buǧulu gözleri yollarda, sevgi dolu yüreǧi buruk, elleri çarnaçar ǧründe kalakalır. Can sevgili bir yay esnekliǧi ile hop oturur,  hop kalkar. Dayanılmaz hasret ve özlemlerine ilaveten, dört deǧil on dört göz ile her gün fecre kadar beklenen, büyük aşkını özen ile barındırdıǧı gönlündeki tahta, Muhteşem Süleyman gibi sarvan salıp, baǧdaş kuran, insafsız yar gelmez olur. Tek istediǧi kara trenle gelecek olan sevdiǧi, bir mektubu veya kendisinden bir muştudur sadece. Olmazsa da olur,  hani kendilerinin bizzat tanık olamadıkları, lakin Muhteşem olduǧu söylenegelen Süleyman gibi haremleri, hurileri ve de Nuri’leri. Canından çok sevdiǧi, gözünün bebeǧi yari, yeter de artar; O’nun acılar içinde biçare kıvranan, daǧlanmış yüreǧini hoş etmeye. Kalplere düştükten sonra, bulunduğu yeri kasıp kavuran aşk belasının keskin dişli çarkına yüreǧinizi kaptırmaya görün, ağlasanız da hıçkırıklarınız kimsecikler tarafından duyulmaz, mısralarınıza, gözyaşlarınıza elleri ile artık kimseler dokunamaz. Şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğuna şaşırıp kalırsız, diliniz tutulur bir tek kelime dahi anlatamazsınız. 
         Allah göstermesin; ya kara tren, kömürü biter, arıza yapar, uykuda kalır, elde, belde, yolda, daǧda kalır, kurda kuşa yem olursa. Apaçilerin  hiç görülmediǧi bu diyarda, yoǧunluǧu o sevimli caretta caretta kaplumbaǧalarının sayısına bir türlü indirilemeyen, ama dünyaya da çok şükür hükümdar olamayan sevimsiz eşkıyalar , art arda sıralı vagonları durdurup, el koysalar ve gelmezse kara tren! Gönderilen, kutsal aşkların kargacık burgacık yazıldıǧı, şairin cömertliǧine denk gelip, verdiǧi kızıl güllerin kurutularak,  arasına konduǧu mektuplar, titreyen yumuş yumuş ellere ulaşmaz olur. Yüreǧi göǧsünü yırtıp, yerinden fırlayamaz.Yardan haber gelmediği için, dağlar kardan ağarır. Ne gelen ne de bir haber gönderilmediğinden, gözleri fettan güzel, derde dert katan sevgili her daim darda kalır. Bırakın salını salını gelsin kara tren, bir o yanına bir de bu yanına takmazsanız da olur, şairin kızıl güllerini.  
Tren gelir öterek

Kömürünü dökerek

Ben yarimden ayrıldım

Gözüm yaşım dökerek

         Geldiǧi zaman da; yaz kış, gece gündüz demeden ne zahmetler, ne oflayıp puflamalar ve acı acı inlemeler eşliǧinde, onca engeli nasıl aşıp, uzaklara ulaştıǧı bilinmez. Yorgunluktan bitap düşmüştür. Ama ardında yüzlerce el sallanıp durmuştur. Üzerinde, kır çiçekleri, kalın mavi veya açık kırmızı çizginin yer aldıǧı, özenle katlanmış onlarca mendil; hüzünlü mavi, kestane, ela, yeşil ve kahve rengi gözden akan, ipi kopan boncuk boncuk gözyaşı ile ıslandı. Elem dolu damlacıklar, O‘nu dehşetli kederlendirdi. Üzüntüden, tüm şevki kaçmış olsa da, gideceǧi yerde de, yine yüzlerce el sallanıp, kendisini buyur edecekti. Bin bir kucak açılıp, sevilenler baǧırlara basılıp, hasretlik giderilecekti. Duyduǧu yorgunluǧun tadı, baklava kadar deǧilse de, en azından kazandibini aratmazdı, herhalde.

Tren geliyor tiren

dağlara dalıp giden

kara tren değil mi

yârimi alıp giden

         Büyük bir özlem ve merakla beklenen kara tren ile gelecek olan yare, sevgililer; iki  gözüm seneler geçti, diye, su misali akıp giden zamanı hatırlatırlar. Ektiǧini biçen gönül olsa da, bir selamın lütfedilip, çok görülmemesi yalvar yakar istenir. Küslüǧün artık bitmesi gerektiǧi, barışın zamanı olduǧunun kulak ardı  edilmemesi adeta haykırılır. Görmüyor musun, dalları kiraz bastı, Canözüm memleketimizin daǧlarına dahi bahar geldiǧinden bihaber misin?. Yedi kat eller yakınım olurken, bu küslük  niye, gel kavuşalım derim. Aman Allahım bu ne çok hasret, bu ne deli hasret.
         Kara trenin nedenini anlamadığı; yolda öküzün durup, kendisine  uzun uzun bakmasıydı.  Ne var kardeşim, açıkta bir şey mi gördün? Yok, her tarafımız, kara çarşaflı, burkalı, dini oldukça bütün olan müstesnalar gibi kapalı ve üstelik kömür karası. O halde böyle bön bön bakmanın anlamı ne?" Cufcufuna kurban olayım" gibi laf atmalar falan. Ne kadar banel, tam bir arabesk. Var, git işine, gücüne. Bu saatten sonra sevda ile uǧraşamam. Benim kaderim sevdalıları taşımak. Ateşten gömlek giyemem, benim kaynayan kazanımla, zaten içim yanıyor. Öküz de olsa, kimseleri kırmak istemem. Zat-ı alileri kusura kalmasın, bakışlarından da rahatsız olduǧumu, bilsin istiyorum.
         Zengin çocuklarının ne ise de, fakir çocukları, harçlık olarak aldıkları demir paraları, neden tekerleklerinin altına koyup, ezdirirler diye düşünür ve bu çok da garibine gidiyor. A be akılsız çocuk, o parayla gidip, kendine gazoz veya dondurma alsan, daha iyi olmaz mi? Kara trencik, iş başa düşünce, istemeyerek de olsa yoksul çocukların paralarını da, içi acıyarak ezmek zorunda kalırdı.

         Aynı zamanda demirden korkanlar da, kendisine binmiyordu. Bunu ilk duyduǧunda; gülmekten kendini alamamış ve  tıssılayarak altına kaçırmış, ele güne karşı yapayalnız, böyle de olmaz ki, dese de, olan olmuştu. Korkak nasıl da bırakıp gitmiş, insafsız terk etmişti kendisini. Binmezsen, böyle kaçırırsın işte treni. Sevdiǧine kavuşamadan, dört duvar arasında, evde kaldın da, daha mı iyi oldu, sanki?  Oh olsun demeye dili varmaz yine de, kendisi kara olsa da, yüreǧi aktı trenin. Daha ne mi olur, evde kalınca? Yaşamayanların bilemediǧi korkuları yaşar, sessizlik korku verir, ödü kopar. Kimileri O korkaǧın ödünü, bir şeylere karıştırsa da, kendisi kara olmasına raǧmen, böyle bir pisliǧe karıştırmaz adını. Çeker bu tür bezlerden taraǧını, çünkü  kalbi, Ararat’ın ulaşılamayan doruklarındaki karların beyazlıǧındadır. Korkak kendi kendisi ile konuşur, bir cana hasret kalır, kırık, sineklerin kirlettiği aynalara koşar. Ya sev, ya terk et kadar aǧır olmazsa da, bundan sonraki yaşamı; işte kapı, işte sapından ibaret olacaktır. Rehber istemeyen, görünen köy, oldukça yakındır. Oysa korkmayıp, binse trene; tren hoş gelecek, odaları boş gelmeyecekti. Ley ley leylim ley gibi abuk sabuk, ipe sapa gelmeyen lakırtılar da edilmeyecekti!

Tren geliyor tiren
dağlara dalıp giden
kara tren değil mi ?
yârimi alıp giden

         Cufcuflamalar eşliǧinde geldiǧi zaman da; aheste aheste durur, aşınmış olan tekerleklerini çevirip, yılan kıvrımları ile akıp giden raylarda, olanca eşyayı, yüzlerce insanı ve yükte hafif, paha da oldukça aǧır olan, hani biz diyelim on, siz deyin otuz tane kalbin çizili olduǧu aşk mektubunu, sırtladıǧı gibi alıp, getirir. Yol boyu, başında bulutlar misali dumanı hiç eksik olmaz. Düdüǧünü acı acı öttürüp, amansız daǧlara yol ver deyip, destur ister. Doǧrusu zor iş; aşması gereken daǧdır, taştır, ovadır, ırmaktır, dere ve tepedir. İşlevi kolay olmadıǧı gibi, üstüne üstlük rengi de karadır.  Kendi kömürünü seçme gibi bir lüksü dahi yoktur.  Tüm bu engelleri aşabilmek için, yine de sunulanı kabul etmek zorunda kalır. Kazanı kendi seçiminin dışında bir kömür ile, gönülsüz fokurdar. Başka bir istasyonda, farklı yükleri ve insanları yüklendiǧi gibi yeniden yollara koyulur.  

Kara tren gelmez mi ola düdüğünü çalmaz ola

Gurbet ele yar yolladım mektubumu almaz ola

         Cuf.. cuf… cufff... Yol verin, bu kez de, bütün engelleri aşarak, gelmemezlik etmedi kara tren, karada ölüm yok, enseleri çok gerekli ise kaşıyabilirsiniz, ama karartmayın, lütfen. Geliyor, sevda yüklü kara tren.   


Amsterdam, 01 Aǧustos 2012





12 Temmuz 2012 Perşembe

RAMO DAYI




RAMO DAYI

          İçine gömülerek oturduǧu bordo desenli, eskimeye iyiden iyiye yūz tutmuş, tek kişilik koltuǧun kenarlarına kıllı, titrek, nasırlı ve maviliǧi gözle görülebilen  damarlı elleri ile tutup, iri kıyım bedenini ileri doǧru çekerek, yavaşça doǧruldu. Kıvrım kıvrım kilolu bedenini ayakta tutan, yaşlı kemikleri sızım sızım sızlıyor, kır saçları dökülmeden kıvır kıvır kıvrılıyor, kırçıl kaytan bıyıkları sırma sırma sarkıyor, kalın dudaklarının ardında çoǧu çürüyüp, çatır çatır olmayan, dökülmüş dişleri ile yoǧun düşüncelerin kol gezdiǧi başı, yine inceden inceye zonkluyordu. Tam karşısında, aynı model ikili koltukta oturan hanım, ince, narin ve maharetli parmakları ile tiril tiril danteller ören, ela gözlerinin altı yumru yumru, yüzü çalakalem çizik çizik olduǧu halde, tam bir Kürt dilberi görünümündeydi. Şimdiye deǧin kendisinden hiç incinmemişti. Tanrı tarafından pürüzsüz bir işçiliǧin bahşedildiǧi minarede, yer yer çatlaklar oluşsa da, ihtişamlı mihrabını, önüne geçilemeyen bir inatla dimdik ayakta tutmaya çalışan, kırk beş yıldır kahrını çeken, çetrefilli dünyasını her alanda kendisi ile "gık" bile demeden paylaşan, güzel gözlerinin üstünde hilal kaşları olduǧu halde, bir gün  olsun söylemediǧi, tavuklarına hiç bir zaman "kış" demediǧi, türünün çok güzel bir örneǧi bu kadın; Ramo Dayının eşi, Ruken hanımdı.
          Yetmişli yaşlara geldikleri halde, hayat; başkaları için toz pembe olduǧu söylenen o gizemli yüzünü, kendi hallerindeki dünya tatlısı bu iki insana, her nedense, kısa bir an için de olsa “ceeee” diyerek ortaya çıkarmadı, hep saklı kaldı. Yaşamın pembemsi çehresini „sobelemek“ onlara hiç nasip olmadı. Belki de bir gün “Elmaa... elmaa...” diye baǧırsalar bu da mümkün olurdu. Kendilerince sonucun nafile olacaǧını sezinlediklerinden, bu meyvayı sadece yemek ile yetindiler. Baǧırıp, çıǧrışmak gibi bir eylemleri hiç olmadı. Belki de; "gül tenlerinde yareleri onlar istedi."
          Babası Fevzi yıllarca önce, Kızıltepe ilçesine baǧlı köylerinde, köy aǧası Sümüklü Muro ile canına tak eden ırgatlıǧa isyan edip, aradaki köprüleri yakmıştı. Ardından pılısını pırtısını toplayıp, bir at arabasına istifleme yüklediǧi eşyalarını, karısı ve oǧlu Ramo ile soluǧu, şiir gibi bir kent olan Mardin’nin tarihi Şar Mahallesinde aldı. Fevzi, geçmişin derin izlerini taşıyan Şar Mahallesinde iki ay kadar işsiz gezdikten sonra, Mardin’deki bir köylüsü vasıtası ile bir gümüş atölyesinde iş buldu. Oǧlu Ramo ve karısı Döne’den oluşan çıtır çıtır çekirdek ailesini, telkari  sanatını maharetli elleri ile kısa bir zamanda öǧrendi. Gümüş işçiliǧi yaptıǧı halde, O sanatını altın bilezik yapıp, koluna taktı ve bununla geçimini saǧladı.
          Ramo’nun gençliǧi de çocukluǧu gibi yoksulluk içinde debelenmelerle geçti. Ortaokuldan sonra okula gitmedi. Babasının tüm dayatmalarına kulak asmadı ve herhangi bir zanaatkarın yanına girip, çıraklık yaparak ailesinin yükünü hafifletme yolunu hep elinin tersi ile itti. Askerlik zamanı gelip, çatmıştı. Kapısını tak tak takırdatarak çalan, omuzlarına yıkılan bu yükmülülüǧü, zorunlu olduǧu için, uçara ve kaçara mahal vermeden, olur olmaz anlarda boncuk boncuk terleyen, geniş  anlının akı ile bilfiil yaptı. Askerlik öncesi bir arkadaşının ısrarı ile yurt dışına gitmek gayesi ile iş ve işçi bulma kurumuna yazılmıştı. Askerden döneli iki hafta gibi bir zaman geçmişti ki, babasının sıkıcı bakışları altında aylak aylak dolanırken, cehennem sıcaǧının hissedildiǧi bir yaz günü, postacıları düz taban Mısto kah kasketini düzelterek, kah çantasının askılığını çekiştirerek ve ayaklarını yere sürüyerek, yüzünde fark edilir bir mutluluk ile evlerinin alt tarafı kırılmış avlu kapısında, elinde bir mektubu sallayarak girdiǧini gördüler. Bu sırada baba Fevzi gümüş karalarını elinden çıkarmak için uǧraşıyordu. Mısto, “Fevzi abe... Fevzi abe... senin o aylak oǧlun nerede? Müjdemi isterim. Ramo’ya yurt dışı kaǧıdı geldi." Döne Anne, avluda dolanmakta olan allı pullu bir horozu el çabukluǧu ile yakalayıp, postacı Mısto’nun müjdesini verdi. Mısto bir an şaşırıp kalsa da, sevinçten tüm yüzüne kan yürüdü. Postacı horozunu ters çevirip, ayaklarından tutarken, yukarı kaldıramadıǧı kendi ayaklarını, yeniden sürüyerek uzaklaştı. Zavallı hayvanın baǧırtıları Döne’nin kulaklarını tırmalarken, O biricik oǧlu Ramo’nun da, yaban elde keskin olmasa da bir baltaya sapa olacaǧını düşünmeye koyuldu. Bu biricik oǧlunun kurtuluşuydu.
          Kısa sürede yapılan hazırlıkların ardından Ramo sıra sıra daǧların ardındaki, daǧ yoksunu, büyük bir ova olan Hollanda’nın yolunu tuttu. Günler, haftalar ve aylar tren vagonları gibi birbirini kovalarken, Ramo Dayı Hollanda’lı olalı bir yılı geçti. Annesi Döne Mardin’de oǧlu için hummalı bir gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta uzak akrabaları olan ve iki yıl kadar önce Mardin’de bulundukları Şar Mahallesine taşınan, Hüso’nun kızı Ruken’de karar kılıp, aǧırlıǧını da koyarak kocası Fevzi’yi ikna etti. Hüso’nun hanımı Fato bu işe çok seviniyordu. Damat Hollanda’da almancıydı. Dolayısı ile kızının geleceǧi parlaktı. Ramo’ya en kısa zamanda ulaşıldı ve haber verildi. Ramo itiraz etmedi ve yelkenleri suya indirdi. Ne de olsa evlenme yaşı gelmişti. Bu saatten sonra “armudun sapı, üzümün çekirdeǧi” demenin ve kılı kırk yarmanın hiç bir anlamı yoktu. Ruken’i hayal meyal de olsa hatırlamıyor deǧildi. Güzelliǧi, ela gözlerindeki parıltı kendisinin de kulaǧına ulaşmıştı. Alan razı, veren razı olduǧuna göre, tez elden gerekli olan ve akla gelen bütün hazırlıklara başlayabilirlerdi.
          Ramo çok geçmeden düǧün yapmak üzere memleketine geldi. Anlı şanlı, dillere destan bir almancı düǧünü yaptı. Tarihi Şar Mahallesi üç gün üç gece büyük bir şölene tanıklık yaptı. Hafızalarda iz bırakan düǧünlerinin ardından Mardin’de bir hafta daha kaldıktan sonra, birlikte Hollanda’ya geldiler.
          Ruken Hanım uzun yıllar Hollanda’ya adapte olmakta zorluk çekti. Ailesinden ayrı olması kendisini çok üzüyordu. Ne var ki yapılacak bir şey yoktu. Ramo’yu da çok sevmişti. Bir dediǧini iki etmiyordu. O da bu ilişkinin aǧızlarının tadı ile yürümesi için elinden geleni yapıyordu. Ramo’nun gözlerinin içine bütün sevecenliǧi ile bakıyor, işe gittiǧi zaman ise eşini dört gözle bekliyordu.
          Ramo yoǧun çalıştıǧı için lisan kurslarına pek zamanı yoktu. Ruken’den daha kıdemli olmasına raǧmen Hollandaca konusunda pek bir ilerleme gösteremiyordu. Söz konusu Hollandaca olunca, birbirinden komik anısı, aniden gözlerinin önünde canlandı. Aklına gelen her anıya gülümsedi. Lisan kurslarında kendilerine; iyi anlamadan hemen “evet” veya “hayır” dememeleri sıkı sıkı tembih ediliyordu. Aksi halde hiç istemedikleri durumlar ile karşı karşıya gelebilirlerdi.
          Ramo Dayı ve Ruken Amsterdam’da ikamet ediyorlardı. Ruken Hanımın dayısı Haydar kendilerinden yüz kilometre ileride bulunan Enschede şehrinde kalıyordu. Her hafta kendisi ile telefonda düzenli olarak görüşüyor, memleket ve akrabaları ile ilgili haberleri paylaşıyorlardı. Haydar dayıları hafta sonu kendilerini evine davet edince, Ramo bunun Ruken için de iyi olacaǧını düşünerek, memnuniyetle kabul etti. Hafta sonuna iki gün vardı. Ramo akşam üzeri iş dönüşü, Ruken ile çarşıda buluşup, bir iki hediye aldı. Haydar evli ve çoluk çocuk sahibi olduğu halde ailesini henüz Hollanda’ya getirmemişti.
          Apar topar çok uzakta olmayan tren istasyonuna geldiler. Ramo tren bileti almak üzere sıraya girdi. Sıra kendisine geldiǧi zaman oldukça heyecanlıydı. İlk defa çiçeǧi burnunda eşinin yanında, Hollandacaya ne kadar iyi hakim olduǧunu ispatlayacaktı. Daha önce lisan gerektirecek, yabancılar polisi, belediye ve kuruluşlarla olan işlemler için tanıdıkları bir tercümanı beraberlerinde götürmüşlerdi. Gişe görevlisine parmakları ile iki kişi olduklarını işaret eden Ramo, ardından da Enschede diye mahcup bir edayla meramını anlattı. Ruken de bir yandan kocasına bakıp, ona gıpta etti. Gişe görevlisi “iki kişi gidiş dönüş mü?” diye sordu. Ramo “evet… evet…” diyerek doǧruladı ve parasını verip, biletlerini usulca dar gişe camının altından çekiştirerek aldı. Verdiǧi onca paradan geriye verileni çok azımsarken, biletlerin bu denli pahalılıǧının şaşkınlıǧi ile bozuntuya vermeden Ruken Hanımı peronlara doǧru çekiştirdi.
          Haydar yeǧenini ve eşini istasyonda, tatlı bir gülümseme ile karşıladı. Yalnız başına yaşasa da, görenleri hayret ettirecek kadar düzenli olan mekanında, misafirlerine bütün içtenliǧi ile ev sahipliǧi yaptı.  Oldukça memnun kaldıkları iki günlük misafirliǧin ardından, evlerine dönmek üzere istasyona gelip, bilet almak için gişeye yanaştılar. Ramo Dayı gelişlerinde olduǧu gibi yine iki parmaǧın gösterip, bu kez Amsterdam kelimesi ile kurduǧu cümleyi renklendirip, zenginleştirdi. Gişe memuru “gidiş geliş mi” diye sordu. Ramo Dayı bildiǧi iki kelime olan evet ve hayırdan başını da aşaǧı doǧru bütün iyimserliǧi ile eǧerek, ilk kutsal kelimeyi büyük bir lütuf ile aǧzından çıkardı. Bu kez olsun belki biletlerin ucuz olur diye  düşünürken, umudu yine sıǧ sulara düştü.
          Tren biletlerinin pahalılıǧı Ramo Dayının kafasına takıldı. Kendisinden biraz daha kıdemli olan arkadaşı Seyfo’ya ara sıra Türkçe gazeteleri okumak maksadı ile uǧradıǧı kahvehanede elinde biletler ile yanaştı.
“Seyfo sana bir şey sorabilir miyim. Hanımla geçen hafta Enschede’ye gidip geldik. Gidiş ve geliş biletleri bana çok pahalı geldi. Şu biletlere bakar mısın, normalde tren biletleri bu kadar pahalı mı?” Seyfo ceketinin iç cebinden yavaşlatılmış hareketlerle gözlüǧünu çıkardı ve yine aceleye gerek duymadan uzun uzadıya biletlere baktı.
“Ramo’cuǧum bu biletler pahalı deǧil. Normal, çünkü her dört bilet de gidiş gelişli biletler. Öyle sanıyorum ki istasyonda sana gidiş geliş bileti diye sorduklarında, sen de anlamadan “evet” demişsin. O yüzden de biletler sana pahalıya mal olmuş.”
“Evet, haklısın SeyfoÖyle dediǧin gibi her iki defasında da evet dedim. Anlaşılan bu onaylama bize biraz pahalıya mal oldu. Oysa ilk gün lisan kursunda anlamadan bu iki sözcüǧu kullanmanın bazen başımıza hoş olmayan durumları getirebileceği konusunda uyarılmıştık. Sanıyorum boş bulundum.“ Seyfo çehresinde büyük bir gülümseme ile çayını höpürdederek yudumladı ve geçecek olan yılların kendisinin Ramo Dayı olarak nam salmasını saǧlayacak olan arkadaşının sırtını, dostça sıvazladı.
          Seyfo'nun gölgesine sıǧınırcasına sandalyesini iyice yanaştırdı. Kan kırmızısı çayına bir şeker atıp, mahcup bir eda ile önündeki gazeteye tüm dikkatini vererek, pek de iç açıcı olmayan memleket haberlerini okumaya koyuldu.
          Bordo desenli koltuǧundan iki adım uzaklaşıp, dakikalarca ayakta durdu. Bir hayli derin düşüncelere daldıǧı belliydi. Yıllar akan bir su hızı ile geçerken, O da zorunlu olarak merdivenini alıp, yetmişlere dayamıştı. Merdivenin hafiften sanki titrer gibi olduǧunu hissedip, saǧ tarafına baktıǧında; Ruken Hanımın bir elinde çay bardaǧı, diǧer eliyle kendisini dürttüǧünü fark etti. Kendisine geldi. Düşünceleri apansız daǧıldı. Yetmişli yaşlara dayalı, merdiveninin titremesi aniden durdu. Büyük bir hazla yudumladıǧı, buharı lambasından usulca süzülen bir cin misali, yüzüne doǧru dans ederek yükselen çayın, tadına diyecek yoktu. Doyumsuz güzellikleri, bütün hücrelerinde hisederek, insanca yaşlanmış olsa da, ölüm denilen en son köyün hüznü, pır pır kalbine olanca aǧırlıǧı ile çörekleniyordu. Suya atılan kristal buz parçacıklarından da farkları yoktu. Gün be gün erimelerinin önüne geçmek mümkün olmazsa da, insanın yüreǧini ısıtan bir gülümseme ile mahmur bakışlı gözlerini kırpıştırarak süzdüǧü hanımı, zamana inat, hala “bakmaya kıyılamayacak” destansı bir güzellikte idi.


Aydın Yılmaz
Amsterdam, 11 Temmuz 2012
  





22 Haziran 2012 Cuma

DONDURMAM KAYMAK



DONDURMAM KAYMAK

          Varsılların akıllarına estikçe yaptıkları seyahatler de, kumar oynamaktan pek farklı deǧildir. Yeşil, mavi, ela, kahve ve kestane rengi parlayan gözlerini, göz kapakları ile perdeleyip, acaba nereye gitsem diye ani bir hareketle, masalarında bulunan bir ayak üzerine oturtulmuş olan, hüzünlü duran küreyi çevirirler. Büyük çoǧunluǧu dev su kūtlelerini sembolize eden maviliklerden oluşan, toprak paçraları haritalarının  yer aldıǧı yuvarlaklar, bilindiǧi gibi dünya kūresi olarak adlandırılıyor. Varsıllar diye adlandırılan kesim, ellerinin yordamı ile, her ne hikmetse onca aǧırlıǧı ile su ve kara parçalarını kolayca ve hızla çevirirler. Güzelim maviliklere kütleler halinde serpiştirilmiş, irili ufaklı birbirinden pek çok yönden farklı yüzlerce kara parçası çeşitli şekiller oluşturuyor. Onların el yordamı ile dūnyamızı kolayca çevirmesinden midir acep derim; hani zaman zaman başımızın olduk yerde dönmesi, depremlerin, tsünamilerin, su taşmalarının, dūz yolda onlarca arabanın birbirine  çarpması, erozyon ve diǧer felaketlerin yer bulması. Ganimet sahibi kişiler, mucizeler yaratan parmaklarının gösterdiǧi yere, hemen uçak biletlerini ayarlayıp, belirledikleri ülkeye doǧru yola çıkarlar.
          Sözünü ettiǧim bu kürede yer alan Avrupa kıtasının kuzey kesiminde, tam olarak belirleyecek olursak, Almanya ve Belçika’nın üst tarafına küçük bir kurbaǧa gibi yapışan, her an zıplayıp, baǧıracak görürünümü ile insanin yüreǧini aǧzına getiren Hollanda, hiç te azımsanmayacak bir güzelliktedir. Oyuncak misali döndürülen kürelere uzanan, parasal kaygılardan uzak; pamuk, ipek, kadife kumaşlarının yumuşaklıǧında olan parmaklardan bazıları, tesadüfen Hollanda’yı da gösterir. Ülkede yeterince güneş olmadıǧı gibi, iklim haliyle iyi bir tatile elverişli deǧildir. Çoǧunlukla yaǧmurlu bir hava hakimdir. Şikayet konusu olumsuzluklara, ülkenin güzel, deǧişik olması ve sınırsız özgürlükler ile tanınması baskın gelir. Bu nedenle su seviyesinden bazı yerleri dokuz metre  kadar aşaǧılarda bulunan, bu nemli küçük kurbaǧa şeklindeki ülkeyi görmek üzere dünyanın dört bir yanından insanlar akın eder.
          Diǧer Avrupa ülkelerinde olduǧu gibi onlarca yıl önce bu kurbağanın bir zamanlar açık olan aǧzından yüzbinlerce göçmen işçi, yüzlerce yıl sürdürdüǧü sömürgecilik geleneǧini, deǧişen dünya ile birlikte ardında bırakmak zorunda kalan bu ülkeye akın etti. Çok sonradan da olsa, tökezleyerek bir hayli tehirli gelen, kılıçsız, ama bavullu akıncılardan biri de benim. Yorgan sıkıntısının olmadıǧı duyumunu aldıǧımdan, sırtım yüklü deǧildi. İzniniz ile, lafı fazla dolandırmadan adımı bahşedecek olursam; bendeniz Çorum’lu Cabbar  Kızıl. Bir altmış beş boyundayım. Övünç kaynaǧım kıvırcık saçlarım, ilerleyen yaşıma raǧmen kömür karalıǧını koruduǧu gibi, güz mevsimini de pek yaşamıyor sayılır. Yaprakların büyük bir kısmı dallarında inatla asılı kalmaya devam ediyor.  Bu da beni ziyadesi ile mutlu kılıyor. Laf aramızda; Cabbar Kızıl denilen zat, ne ulu bir çınar oldu, ne de meyveye duran bir aǧaç. Bundan sonra da olacaǧı oldukça uzak bir ihtimal. Saat kırkından daha ilerilerde yol alırken, serzenişlerde bulunmanın da herhangi bir getirisi yok.                    
          Hanımım ile bu gurbetlik denilen diyarda “bir kör, bir Ayvaz” yaşıyoruz. Aǧzımızın tadı tam. Mutluluǧumuzu; boyumuz kısa da olsa yükseklerde bulunan raflarda tutmaya çalışıyoruz. Rafların her zaman tozları alıyor, kıyısını köşesini hercai menekşeler, boynu bükük olmayan laleler, yanına varılamayan dikenli, genç kız güzelliǧinde güller, mis kokulu sümbüller ve her türlü çiçek ile bezeyip, manzarayı elimizden geldiǧince, bilgi ve görgümüz dahilinde alımlı kılmaya çabalıyoruz.
          Yaban elin zorluklarını saymaya gerek yok. “Doǧduǧun yer deǧil, doyduǧun yer memleketin” dense de, edinilen doygunluǧun tadı tuzu kaçmış durumda. Mideye yollanan lokmalar, köklerimizin saldıǧı topraklarda olduǧu gibi zeytin yaǧı olup, akmıyor. Bir hüzün, bir ezilmişlik, penaltılardan üst üste atılan, küreleri bir kez olsun döndüremeyen, mucizevilik yoksunu parmaklarımızın sayısını geçen oranda yenen goller ile hazin bir yenilmişlik. Alışılageldiǧi üzre, gırtlaǧımızdaki üç boǧumu aşıp, gelen bütün keşkelerin ardından, “vatan saǧ olsun” demek adetten olmuş. Aklıma takılanı hep söylenirim; yahu vatan neden hep saǧ olsun. Dillerimize pelesenk ettiǧimiz bu söylem ile; vatanı da, dünyayı da hepten bütünü ile saǧ eyledik. Oysa o canım vatan bir de sol olsa ne ola ki? Hakikatlisinden olması halinde; kimselerin per perişan, ezik, yıkılmış, yamuk ve yenik olmayacaǧı mutlaktır. Tartışılmaz deǧerde olan insan onuru da, adına yakışan bir seviyede ve daha yūksek raflarda olurdu elbet.
          Hayatımızda yer alan pek çok olumsuzluǧun yegane nedeni, hep geldiǧi gibi giden, sülük misali yapışan “saǧ oldurulan vatanı” gösterirsek, kimselere haksızlık etmiş olmayız kanaatindeyim. Her an zıplayacak bir kurbaǧa göronümündeki bu ülkede, yıllardır gurbeti yaşamamız da, bu olumsuzluklardan biri tabii ki. “Ananı da al git” deyip, ülkeyi saǧ tarafa aldıkları, hasreti ile gönüllerimizin yandıǧı vatanı “hamutu ile götürüyorlar.” 
          Kendimizce bir yaşam sürdürme uǧraşısı içinde olduǧumuz bu minnacık ülkede öyle bir zaman geliyor ki, insan sıkıntıdan patlıyor. Yeknesaklık omuzlarımızda taşınamayacak kadar aǧır kum torbaları haline geliyor. Minik ülkenin her tarafı, birbirinin tıpkısının aynısı. İçinde bulunduǧumuz vaziyet bu olunca, fellik fellik gidip, içimizdeki buhranı bertaraf edecek, mekanlar aramak zorunda kalıyoruz. Gezilip görülecek bir yer olmasa da, ara sıra dünyaca bilinen “Ikea” maǧazalarına gitmek, son zamanlarda adetten oldu. Geçenlerde yine “hadi ne yapalım” derken, kendimizi bir kez daha Ikea’yı adımlarken bulduk. Almamız gereken bir kaç eşyayı alıp, ödemeyi yaptık. Bendenizde epey zamandır, “üzerinize saǧlık, afiyet” şeker hastalıǧıdır musallat oldu.İllet atsan atılmıyor, satsan satılmıyor. Genetik olduǧu söyleniyor. Ailede bol miktarda var. Şekerli şekerizadeler, şerbetligiller. Şansızlıǧın dik alası bu olsa gerek. Başkalarına yatlar, katlar kalırken, bize de söz konusu hastalık miras olarak gelip, çörekleniyor. Mirasyedi olarak elbette belli bir diyet uygulamak zorundayım. Şekerli gıdalar ile sık muhabbetim olmasa da, ara sıra mideyi hoş tutmak gayesi ile bu organa tatlımsı bir şeyleri, şekerizadeliǧin bir gereǧi olarak, oralarda şerbetlilik yaratmak için gönderiyoruz. Tam maǧazadan çıkarken insanların dondurma sırasına girdiǧini görünce, biz de girelim dedik. Aniden şekerim düşmüştü. Şekerizadeye tatlı takviyesi gerekiyordu. Servis yerinden aldıǧımız külahları, kendimiz makinadan dolduracaktık. Dondurmalarını alanlar dillerini çıkartıp, büyük bir iştahla alttan, üsten, yanlamasına yalıyorlardı. Yalayıcıların yüzlerine aynı anda büyük bir mutluluk yayılıyor, yüzleri gülüyordu. Kıvrımlı dilleri ile beyaz ve yumuşak lezzete üst üste darbeler indirip, doyuma ulaşan ulaşanaydı. Uǧrun uǧrun bakakaldıǧımız, bu muhteşem manzaralar öylesine baştan çıkarıcıydı ki, çok uzun sūredir böylesi bir lezzetten kendisini mahrum bırakmak zorunda bıraktıǧım bedenim beni benden alıp, gitti. Pek biçimli olmasa da, beni iki kulah dondurma uǧruna terk-i revan eden bedenimi yeniden edinmem için, öyle veya böyle, ama olabildiǧince kısa bir zamanda bu mucizevi yiyecekten tatmalıydım. Efendime söyleyeyim, lafı uzatmaya ne hacet. Biz de kulahlarımıza dondurmalarımızı doldurup, iştahla yemeye başladık. Dışarıdan göremediǧim yßzümde hissettiǧim tatlı karıncalanmalar, az önce tanıklık ettiǧim mutluluǧun, benim çehreme de yerleştiǧi kanısına vardırdı. Daha önceleri şekerli gıdaları çok az tüketmem gerektiǧini canım canım anlatan eşimden, dondurma yeme iznini de koparmıǧımdan çarçabuk yarıya kadar yedim. Nasıl yediǧimi isterseniz anlatmayayım. Bunu betimlemek için gözlem gerekir ki, insanın kendisini işine gelmediǧi zamanlar biraz zor mudur, ne! Dondurmalarını bizden önce alanlar, kahve servisinde olduǧu gibi, külahlarını yemeden, dillerini iyice uzatıp, yalıyorlardı. Ardından aynı kulah ile ikinci defa doldurup, var olan iştahlarına dur demeden, devam etmişlerdi. Hanımdan rica minnet, çocuklar gibi yalvar yakar müsade çıktı. “Sol olsun” o da beni ve sih atimi düşünüyor elbet. Büyük bir heves ile fazla zarar vermediǧim kūlahımı makinaya yerleştirdim. Makine külahımı alıp, doldurmak üzere yukarı çıkarırken, şişmanca görevli bir bayan elemanın arkamda belirdiǧini hissedip, ürperdim. Makinada kūlah yavanca yükselirken, izbandut - zebani kulaǧımın dibinde soluyup, iri eli ile külahımın yükselmesine mani oldu.
“Iyi ama beyefendi, bu kural sadece kahve ve meşrubatlarda geçerli. Dondurma için böyle bir şey yok. O yūzden buna izin veremem.” Neye uǧradıǧıma şaşa kalıp, aǧzım açık, külahı yandaki çöp kutusuna attım. Hanımdan okey almış olsam da, Ikea hunharca gaddarlıǧı ile buna engel olmuştu. Boynu bükük, görevli kadın ile o an nutkum tutulduǧundan, “külahları deǧiştirmeden” hiç bir şey diyememiş olmanın da süklüm büklümlüǧünün pişmanlıǧını sırtıma yük edip, kendimi sokakta buldum.
          O günden beri zaman zaman can sıkıntısı, bu kurbaǧa ūlkede sokūn etse de, aradan geçen uzun zamana raǧmen Ikea tarafına, travmalar yaşamayı göze alamadıǧımdan, yolumu düşürmedim. Bir yerlere sıkıca tutunmak gerekiyor, bazı parmaklar yer küreye uzanmaya görsün, o an yer yerinden oynuyor, art arda felaketler geliyor.
          Ne yapalım, elden ne gelir. Bizler de sıkılmaya devam edelim. Sanırsın dünyanın sonu geldi. Deǧil elbet. Oysa “vatan sol olsun”  demek ne güzel.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 22 Haziran 2012 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...