“Atalarından başka övünecek şeyi olmayan adam, patatese
benzer. Çünkü kendine ait olan biricik varlıǧı topraǧın altındadır.”
Brooks Atkins
Haşmeti dillere destan olan, hünkar babasının huzuruna çıkması için, has
odabaşının, önce majestelerinden destur alması gerekiyordu. Has odabaşı,
padişah Yavoz Sultan
Selom’un boş bir zamanını kollayıp, oǧlu Kanlıni’nin uzun zamandır kendilerini
görmek istediǧini, el pençe, başı yıkık, ıkına-
tıkına -sıkına arz etti. Yavoz Sultan Selom, kırmızıya çalan yuvarlak
yüzünde yer alan, gür ve bakımlı pala bıyıklarını, uzun tırnaklı düzgün
parmakları ile koparırcasına çekiştirip okşarken, gür kaşlarını olabildiğince
çatıp, ışıldayan gözlerini, eǧik kellesi ile iki büklüm duran has odabaşına
yöneltti. Minderi kaplayan, kendisi gibi haşmetli, yayvan kıçı ile oturduǧu
tahtın yanlarında pır pır yanan iki iri mum, tüyleri iki cariyesi tarafından iple alınan kulaklarında sallanan, Bahreyn incisi küpelerini
parlatıyordu. Öyle ya, oǧlu Kanlıni Sülo uzun süredir Manisa sancaǧında kalakalmış ve
görüşememişlerdi. Elbette, O’nun da, bilinen bir takım karşı konulmaz dürtüleri ayyuka
çıktıǧında; elinin altında, hareminde hazır, nazır, amade, boynu bükük,
yalnız el etek deǧil, zat-i alilerinin buyruǧu dahilinde, her bir yerlerini
öpen, büyük bir itaatla, verilen emirleri yerine getiren, halvetlerinin akabinde,
“tamam çekilebilirsin” emrini aldıǧında, başı önde, bombeli kalkık kıçları kapıya dönük; Anadolu
Türkçesi ile “götün götün” çıkan, birbirinden alımlı onlarca cariyesi vardı. Demek
onca cariye, şan, şöhret, güç, kudret, para pul da, hazretlerinin sıkılmaması
için yeterli gelmiyordu. Yüreǧine kulak verdiǧinde, kendisinin de oǧlunu çok
göresi geldiǧini hissetti.
“Ala, gelsin bakalım. En yakın zamanda hazırlıklarını
yapıp, huzuruma çıksın. Başka bir husus var mı?”
“Emriniz olur hünkarım. Ben Şehzade Kanlıni Sülo hazretlerine haber
salarım. Başka bir diyeceǧim yoktur. Devletli Sultanım.”
Has odabaşı Kanlıni Sülo’ya tez elden
haber saldı. O da araya uzun bir zaman koymadan, atları ve bir yıǧın askeri ile soluǧu Hünkar babasının
sarayında aldı. Hasodanın önünde aralıksız nöbet tutan, örgülü saçları, eǧik başları
ile birlikte yanlara sarkan, kavuklu, parlak genç aǧalar, hünkarın kapısını
usulca tıklatıp, Şehzade Kanlıni Sülo’nun huzura kabülünü beklediǧini söylediler. Yavoz Sultan Selom;
“Buyursun gelsin, bekliyorum” diye seslendikten sonra, Kanlıni Sülo usulca
ileri süzülüp, oturan babasına beş metre kadar bir mesafede, elleri göbeǧine
baǧlı, başı olabildiǧince eǧik vaziyette;
“Hünkarım” diye seslendi. Hünkar Yavoz Sultan Selom, yüksek sesle;
“Yaklaş” diye ferman buyurdu. Kanlıni Sülo babasına yaklaştı, eǧilip,
hürmetlerin en büyüǧü ile eteǧini öpüp, başı önde bekledi. Hünkarın desturu ile
ayaǧa kalkan Kanlıni Sülo babası ile hasretlik giderip, Manisa sancaǧında neler olup bittiǧini, konuştular. Yavoz Sultan Selom genç şehzade oǧluna
bolca nasihatte bulundu. Sade giyinmekten yana olan hünkar, oǧlunun
fazla süslü giyindiǧini biliyor ve bu kendisini rahatsız ediyordu. Kulaklarında
sallanan inci küpelerini okşayıp, oǧluna daha sade giyinmesini, kadınlar gibi cicili-bicili giyinmekten kaçınmasını tembih etti. Daha sonra devlet içlerini enine boyuna
konuştular. Saatler boyu baş başa kaldılar. Has bahçedeki gümrah bitkilerin arasında sohbete devamla, uzunca bir gezinti yaptılar. Yemek sonrasında Kanlıni Sülo, hünkar babasından müsaade istedi. Baba ve oǧul tekrar
öpüşüp, koklaştıktan sonra ayrıldılar. Kanlıni Sülo beraberindeki askerleri ile akaşam karanlıǧında Manisa Sarayına doǧru, beraberindeki askerleri ile at koştururken, Yavoz Sultan Selom yataǧında yalnız kalıp sıkılmamak için, hatun seçmek üzere, aheste aheste haremine doǧru yürüdü.
Onların aralarında zaman zaman büyük tatsızlıklar da
yaşanmadı deǧil, elbette. Yavoz Sultan Selom şehzade oǧlu Kanlıni Sülo’ya
kulaǧına gelen bazı söylentilerden dolayı kayışı koparmış, köpürüyordu. Hiddetinden hızını alamadığından, O da, daha önceki padişahlar gibi oǧlunu ortadan kaldırmak istedi. Baba
oǧlu, kardeş kardeşi, amca, dayı ve
diǧer bütün yakınlarını, iktidarlarının önünde bir tehlike olarak
gördükleri anda gözlerinin yaşına bakmadan, boǧdurup, öldürmek gelenekti. Hanedan
ailesine dahil olanların kanını akıtmak çok günah sayıldıǧından, kansız ölüm
yöntemi olan, boǧdurma tercih ediliyor, böylelikle daha az günaha girdikleri
hissine kapılıyorlar, vicdanları da fazla sızlamıyordu. Yavoz Sultan Selom da oǧlunun al kanını akıtıp, günaha
girmek istemediğinden, sevgili evladı Kanlıni Sülo’yu zehirlemek istedi. Ancak
hünkar daha az vicdan azabı duyacaǧı bu girişiminde başarılı
olamadı. Validesi oǧlunu, hünkarın gazabından korumasını bildi.
Yine validesinin dayatması ile oǧlunu
öldürme zevkini tadamadan, gözleri açık giden Yavoz Sultan Selom’un
ardından, Kanlıni Sülo padişah oldu. Kanlıni Sultan Sülo başa geçer geçmez haremini Rus cariyelerle yenileyip,
doldurdu. Bu birbirinden güzel cariyelerin başına da, korucu meleǧi validesini
getirdi. Valide Sultan, çiçeǧi burnunda hükümdar oǧlu Kanlıni Sultan
sülo’ya bir birinden çıtır, türkçeleri bozuk, ama yataktaki işveleri, işlevleri
ve de cilveleri saǧlam olan cariyeleri, önce hamamlarda yıkatıp, lavanta kokularına bulayıp, altın yoldan geçirerek, hasoadaya yolladı. Kanlıni Sultan Sülo, sunumun karşılıǧında beş para dahi almayan validesinin (Hacı ana), kendisinin koynuna, kıllı kollarının arasına bahş ettiǧi, ecnebi hatunları,
birbirinden deǧerli taşlarla
bezeli, paha biçilmez, kendi el mahareti yüzüklerle süslü parmakları ile avuçladıǧı kızıl elmaları bir
hamlede yarıladıǧı gibi, bu sütün bacaklı, armut göǧüslü, kiraz dudaklı dilberleri haşin ve gaddarca
ısırıyordu.
Günlerden bir gün; şerbetlerle ıslatılan lokmaların, eǧlencenin ve hasodada noktalanıp, mutlu sonla biten halvetin ardından, Kanlıni Sultan Sülo muamelesinden ziyadesi ile hoşnut kaldıǧı Rum hatunun hayatını çok merak etti. Hatuna art arda sorular yöneltti. Gözleri iri birer zümrütten farklı olamayan Eleni Türkçe çok bilmediğinden, cevap vermekte zorlansa da, karşısındaki bir dünya hünkarıydı. Hayatını, başından geçenleri, geldiǧi kültürü ve Bizans mitolojisini dahi dilinin döndüǧünce anlattı.
Günlerden bir gün; şerbetlerle ıslatılan lokmaların, eǧlencenin ve hasodada noktalanıp, mutlu sonla biten halvetin ardından, Kanlıni Sultan Sülo muamelesinden ziyadesi ile hoşnut kaldıǧı Rum hatunun hayatını çok merak etti. Hatuna art arda sorular yöneltti. Gözleri iri birer zümrütten farklı olamayan Eleni Türkçe çok bilmediğinden, cevap vermekte zorlansa da, karşısındaki bir dünya hünkarıydı. Hayatını, başından geçenleri, geldiǧi kültürü ve Bizans mitolojisini dahi dilinin döndüǧünce anlattı.
“Hünkarım bizim topraklarımızda bilinen en güzel
kadın Afrodittir. Afrodit’in ise çok hazin bir hikayesi vardır. İsterseniz
size O’nun öyküsünü anlatmaya çalışayım.” Kanlıni Sultan Sülo anlatılanları pek anlamazsa da, bütün
anlatımlardan Afrodit adlı dünya güzeli bir Hatunun, bu Rum
dilberinin geldiǧi Bizans topraǧında olduǧunu anladı. Eleni,
gözlerindeki zümrütleri hafif kırpmalar ile gölgeleyip, anlatmaya
devam etti. Kanlıni Sultan Sülo anlamazsa da sarmaş dolaş, üryan biçimde olduklarından,
tercüman da çaǧıramazdı.
“Hünkarım, bizim topraklarda bir zamanlar; heykeltraş Praksilteles ressam bir arkadaşıyla Knitos’ta akşam üstü içki
eşliǧindeki muhabbetlerinde, sanat konularında tartışıyorlardı. Az ilerideki
tepede yer alan manastırdan bir kaç tane rahibenin, gülüşerek denize doğru koştuklarını gördüler. Rahibeler
elbiselerini çıkarmadan suya daldılar. Aralarından biri
çırılçıplak soyundu ve suda kayboldu. Biraz sonra sudan çıkıp gelen kadının
muhteşem vücudunu gören heykeltıraş Praksilteles bu güzelliǧin heykelini yapmadan yaşayamacaǧını anladı.
Ertesi günün sabahı soluǧu manastırda
aldı. Başrahibe ile görüşüp, rahibenin heykelini yapmak istediǧini söyledi.
Başrahibe;
“Kendisine sorun, eğer kabul ederse
yapabilirsiniz” dedi. Bunun üzerine rahibe ile anlaşmaya varan Praksiteles işe koyuldu. Heykeltıraş rahibenin çıplak heykelini
yaparken, bir yandan da hikayesini dinledi.
Rahibe bir adamı öldürmüştü.
Çıkarıldıǧı mahkeme kendisini idama mahkum etti. Mahkemede hiç bir şey
yapamayacaǧını anlayan avukatı, aniden ortaya fırladı ve genç kızın yanına
gidip, üstündeki elbiseleri bir hamlede yırttı. Yargıçlara kızın güzelim
vücudunu gösterip;
“Bu memeleri, bacakları, yok etmeye razı olacak
mısınız?”
Genç kızın güzel memelerini görme
şansını yakalayan yargıçlar, kendi aralarında toplanıp, bir karara vardılar. Bu
karara göre, genç kız ömür boyu bir manastırda yaşamaya mahkum edildi.
Praksiteles bu vücudun heykelini yaptı ve adını “Knidos
Afroditi”koydu.
Kanlıni Sultan Silo, Eleni’nin anlattıklarından çok az bir
kısmını anladı. Anladıǧi tek şey Yunanistan’da dünya güzeli Afrodit adlı
bir kadının olduǧuydu. Evet bu hatun neden o’nun hareminde deǧildi. Bir an önce
O da sarayına getirilmeliydi. Eleni’ye sertçe çıkabilirsin derken, kapıda
bekleyen ağaları çaǧırdı.
“Bana vezirimi çaǧırın hemen.” diye
emir verdi. Vezire hemen askeri bir komutanın, bir kaç adamını alıp, Yunanistan’a
gitmesini ve Afrodit adlı hatunu alıp, getirmesini emretti.
Kanlıni Sultan Sülo sunulan onca hatunun yanı sıra, uzun zamandır Hurma Sultan ile
birlikteydi. Valide Sultan’ın sunumları Hurma Sultanı kıskançlıktan
çıldırtıyordu. Komutanlardan birinin Afrodit adlı bir hatunu getirmek üzere Bizans ellerine gittiǧinden
bihaberdi. O nedenle Haseki Hurma Sultan bu konuda herhangi bir
taşkınlıkta bulunmuyordu.
Komutan uzun bir yolculuǧun sonunda,
askerleri ile birlikte Yunanistan’a geldiler. Önüne gelen herkese Afrodit Hatun’u nerede bulabileceklerini sordular. Aylarca
bakmadıkları yer kalmadıǧı gibi, izine rastlamak için sormadıkları adam da kalmadı.
En nihayetinde Parga adlı bir köye geldiler. Duvar dibinde keman çalan bir
genci gördüler ve durdular. Artık Afrotit’i bulmaktan umutlarını tamamen
yitirmişlerdi. Ama bulmadan gitmeleri halinde de akıbetlerinin pek de iç açıcı
olmayacaǧını biliyorlardı. Keman çalan gence gelip, sordular. Bu genç bir
balıkçının oǧluydu. Adının Nicos olduǧunu söyledi. Nicos sordukları
hatunun adını duyduǧunu ve bu konuda bir çok şey bildiǧini anlattı. Genç oldukça
bilgili birine benziyordu. Bir kaç dil biliyordu ve pek çok konuya hakim olduǧu belliydi.
Komutanın yapabileceǧi bir şey yoktu. Askerlerine Nicos’u yakalayıp,
götürmelerini emretti. Afrodit hatunu bulamamışlardı ama, hiç deǧilse ellerinde pek çok
bilgili ve Afrodit’i de tanıyan birileri vardı. Bu onların kurtuluşu olabilir
ve Kanlıni Sultan Sülo’nun gazabını bertaraf edebilirlerdi.
At sırtında gelinen çok uzun olan yol, haftalarca sürdü. Komutan beraberinde Pargalı Nicos ve askerleri ile sarayın kapısından girerken, Kanlıni Sultan Sülo da o sırada, sakallarını sıvazlayıp, ellerini arkasında kavuşturup terastan kapıya bakıyordu. Komutanın yanında beklediǧi Afrodit deǧil de bir erkek vardı. Bunun ne anlama geldiǧini
anlayamadı. Hele sabır deyip, bekleyip ne olup bittiǧini öǧrenecekti.
Komutan ayaǧının tozu ile hünkara
çıktı. Hünkar büyük bir merakla, komutanın ne yumurtlayacaǧını bekliyordu. Onur kırıcı, rütin el - etek öpme faslından sonra, komutan;
“Hünkarım, emriniz üzerine beş ay boyunca Afrodit hatunu aradık. Bizans elinde aramadıǧımız yer kalmadı, her tarafı
didik didik ettik. Lakin bulamadık. Öyle birinin olmadıǧını söylediler. En son Parga Köyü yakınlarında bu gence rastladık. Her konuda
bilgisinin olduǧunu gördük.
Belki bir işinize yarar diye, alıp size kendisini getirdik.”
“Yani Afrodit yerine bir erkek getirdiniz, öyle mi?“ Komutan vaziyetin
pek de iyi olmadığını görünce, yere doǧru olan eǧimini daha da
kaydırarak, neredeyse halıların üzerine kapaklandı. Kanlıni Sultan Sülo hiddetle baǧırdı.
“Çık dışarı mendebur deyyus. Bizanslı sen kal.
Aǧalar bana hemen bir tercüman getirin.” Komutan korkuyla kapıya kadar
geri geri gitti ve sarayın içinde gözden kayboldu. Acele ile buldukları tercümanın kollarından tutup, yaka paça Kanlıni Sultan
Sülo’nun karşısına çıkardılar. Hünkar gencin adını, geldiǧi yeri, gördüǧü eǧitimi, bildiǧi dilleri ve aklına
gelen her türlü soruyu Nicos’a yöneltti. Aldıǧı cevaplar, gencin çok çok akıllı
ve bir o kadar da bilgi ile donanımlı olduǧunu gördü. Genci çok sevmişti. Çok
şeker bir çocuktu. Ne kadar da parlaktı. Bir an önce dillerini öǧrenmesi gerekiyordu ki, bunun bu
denli zeki bir genç için zor olmayacaǧını düşündü. Bu konuda gerekli emirleri bir çırpıda yaǧdırdı ve tez elden derslere
başlamalarını da söyledi.
Nicos önce müslüman oldu. Çok kısa zamanda lisan öǧrendi ve
hünkarla her turlu diyaloğa girebilecek seviyeye geldi. Hünkar
neredeyse bütün gününü hasoadada İbo adını verdiǧi Bizanslı gençle geçiriyordu. Haremi tamamen unutmuş, sadece ara
sıra Hurma Hatunla buluşuyor ve O’na yazdıǧı aşk şiirlerini kulaǧına
fısıldayıp, kendisinin yaptıǧı pahalı taşların üzerinde olduǧu yüzükleri Hurma
Hatuna hediye ediyordu. Hurma Hatun şiirleri can kulaǧı ile dinliyormuş gibi
yapsa da, aklı fikri İbo’daydı. Hünkar sürekli İbo ile birlikteydi. Acaba ne
yapıyorlardı. Üstelik İbo’yu has odabaşı yapmıştı. O geldiǧi günden beri hünkar
çok deǧişmişti. Daha bir neşeli olduǧu halde neden kendisine bu kadar az zaman
ayırıyordu. Oysa hasodada, O’nun kıllı kollarının arasında olmak ve kızıla çalan
saçlarını sevdiǧi adamın sakallarına dolamak istiyordu. Ama Kanlıni Sultan Sülo kendisinin hep uzaǧındaydı. Aylardır koynuna girememişti. Hani
haremde duyulmayacaǧını bilse, emrindeki aǧalardan birini çaǧırıp, Kapalı
Çarşıya gönderecek; zıbıkçılar çarşısından bir “zıbık” aldıracaktı. Başa çıkılır gibi
deǧildi. Rüyalarında hünkarla sürekli sevişiyordu, Kanlıni Sultan Sülo’nun güçlü, kıllı elleri Pargalı Damat İbo’nun “kase-i billurunda” deǧil, onun beş çocuk
doǧurmuş kalçalarındaydı. Ama uyandıǧında da yanında
kimsecikler yoktu.
Bunca “civeleǧin” olduǧu ve kabul
gördüǧü bu mekanda, aklına gelenlerin doǧruluk payını azımsamaz olmuştu.
Yeniçeri ocaǧında bile iş çıǧırından çıkmıştı. Padişahın oluşturduǧu
“Civelekler Taburu” sayesinde; her oǧlancı yeniçeriye, oǧlan bir yeniçeri
düşüyordu. Yeniçerilerin genelde hamamlarda buluştukları ve bu nedenle, kendi aralarında; "Hamama giren terler." diyorlardı. Sarayda, boşuna aǧalar tekerleme halinde birbirlerine;
“Yaz olunca avratlara meylet, kış
olunca oǧlanlara ki, sıhhat bulasın. Avrat teni soǧuktur. İki soǧuk bir araya
gelirse birbirini kurutur.” demiyorlar mıyd ı.
Aklına gelen olur olmaz soru
işaretlerini her defasında kovmaya çalışsa da, düşünmeden edemiyordu. Hünkar
neden yanında deǧildi. Neden hep Pargalı İbo ile birlikteydi ve ne yapıyorlar, neler
konuşuyorlardı günlerce. Pargalıyı neden, yeni yetkilerle daha da yükseltiyordu. İki lafından birisi İbo oluyordu. Bu adama
karşı büyük bir kin besliyordu. Peki, bu işin sonu nereye varacaktı? Acep Pargalı İbo ile aralarında nasıl bir ilişki vardı? Kız kardeşi
ile de evlendirdiǧi Damat İbo’da ne buluyordu? Kanlıni Sultan Sülo, İbrahim ile sürekli çıkacakları harp seferlerinin üzerinde
çalıştıklarını söylese de, yok yok bu olamazdı. Hurma Sultan iri dudakların ve
ela gözlerin yer aldıǧı güzel kafasından hoş olmayan pek çok soruyu
kovamıyordu. Karmakarışık duygular içindeydi. Aǧaların tekerlemesindeki
olmuyordu. Yaz geldi, kış geçti. Ama Kanlıni Sultan Sülo gelmez oldu. Ne saza geldi, ne de söze. Geçen Cuma günü gelecekti, ama aylar geçti
gelmedi.
Aydın Yılmaz
Amsterdam, 27 Eylül 2012