23 Ekim 2015 Cuma

SÜRGÜN


SÜRGÜN

Ne güzel, bir çırpıda; "açık alınla, on yılda on savaştan" tereyağından kıçeker gibi çıkıldı. Anayurt; örümcek ağlarını andıran "demir ağlarla örüldü ". O uzun hummalı çalışmaların ardından ulaşılan nokta, elbette ki, tek kelime ile muhteşem. Artık bu raylar üzerinde dağ, taş, dere ve tepe engeline takılmadan; insanları yığınlar halinde Anadolu’nun bir köşesinden alıp, diğer bir yerine götürecek olan kömür karası trenler var. Kimi yolcularını sevdiklerinden bir süreliğine ayırırken, bir o kadarını da özlem duyduklarına kavuşturacak. Bu demir raylarının uzandığı Elazığ Garı’nda, bekletilen ve lokomotifinden kara dumanlar yükselen, kara yük treninin vagonları balık istifi, tıka basa insan dolduruldu. Elbette kan ter içinde yaptırılan, bunca zahmet ve devlet hazinesindeki onca çil altınına mal olan, yılan kıvrımlı yolların şimdi bir işe yaramalarının zamanı.
Tren lokomotifinin geniş bacasından önceleri göğe doğru yükselen, sonradan yeniden alçalan kara dumanlar etrafı alabildiğine kapladı. Süngü takılı tüfekleri ile haki üniformalı askerler, hareket halindeki insan selini zor kullanarak kontrol etmeye, onları ite kalka eziyet ederek, yük vagonlarının kapılarından içeri sokmaya çalışıyorlardı. Daha çok ezik, yorgun, umudu olmayan yoksul görünümlü insanı, içeri sokmaya zorlarlarken, kurbağa görünümlü eli silahlı askerler bir yandan da dumandan yanan gözlerini ellerinin tersi ile siliyorlardı. Maraş’lı Ökkeş Çavuş bir an önce vagonlardan içeri girmeleri için tüfeğinin dipçiği ile insanların sırtlarına üst üste acımasız darbeler indirmeye başlayınca, emir komutasındaki bütün erler bunu bir komut olarak algıladılar. Onlar da dipçikleri biçare insanların omuzlarına olanca güçlerini ortaya koyup, vurmaya başladılar. Dipçik darbelerinden korunmak maksadı ile ellerini enselerine götürmeye çalıştılarsa da, bunun bir faydası olmadı. Bir an evvel vagonlara doluşmaktan başka çareleri yoktu. Yine de babalar ve anneler, omuzlarına dipçik darbeleri inerken dönüp, aile fertlerinin de aynı vagona bindirilip, bindirilmediğine bakıyorlar, yalvaran yaşlı gözlerle çocuklarını, yürümekte zorlanan ihtiyar anne ve babalarını arıyorlardı. Ellerini uzatıp, çocuklarını ve yakınlarının ellerinden tutup, kendilerine çekiştirirlerken iliklerine kadar hissettikleri acılar ile kolları yanlarına düşüyor tökezleyip, yere yuvarlanıyorlardı.
Düzgünlerin Salman canını dişine takıp, ellerinden yakaladığı gibi, annesini hızla kendisine doğru çekti, güçlükle vagonun içine aldı. Kara dumanlar arasından bir açıklık bulup, ışıldayan güneşe son bir kez baktı. Nisan ayının güneşi daha on yedisine yeni ayak basmış olan, parlak kıvırcık saçlı, açık mavi gözlerini kırpıştıran delikanlının yüzünün güzelliğini ortaya çıkarıp, bir anlık aydınlattı. İçerisi karanlıktı. Vagonların pencereleri yoktu. Sadece insanların doluştuğu kapıdan ışık süzülüyor, ağır bir hayvan gübresi kokusu yükseliyordu. Babası da çok geçmeden yanlarına geldi. Korku ile titreyip, “ya hızır” diye mırıldanarak birbirlerine tedirginlikle bakan insanların arasından süzülüp, vagonun bir köşesinde dineldiler. Güllü’nün sıkıca tutunduğu vagon kapısındaki açıklık parmağını kesti. Serçe parmağından damlalar halinde kanlar, vagon zemininde lekeler bıraktı. Güllü sevgi dolu gözlerle Salman’a bakıp, “önemli değil be oğul... önemli değil” geçer şimdi demek istese de, oğlunu ikna edemedi. Salman iyice kırışmış olan gömleğinin alt tarafından dişleri ile yırttığı parçayı koparıp, annesinin parmağını sıkıca sardı. Akan kan sıkıca bağlanan beze fazla  direnemedi, sadece beyazlığın üzerinde yuvarlak kırmızı bir nokta oluşturdu ve durdu. Babası Haydar derin bir iç çekişi ile karısı Güllü’nün elini avuçlarının içine alıp, usulca okşadı. Güllü bir an da olsa kendisini iyi hissetti. Evinin erkekleri şahin gibi etrafında kol kanat geriyorlardı. Fakat kendi anne ve babasından haber yoktu. Komşu köye on dokuz yıl önce gelin gelmiş, anne ve babasını kardeşleri ile on kilometre uzaklıktaki köylerinde bırakmış, ama onları her bayramda ziyaret edip, hal ve hatırlarını sormayı bugüne değin ihmal etmemişti. Bu düşüncelerden arınıp, kendisine geldiğinde az ileride bulunan komşuları Firfirik Hüseyin ve karısı Cemile ile göz göze geldi. Vagon kapısının yanında komşu ailelerin kızları Güher, Zeyni ve Bevir de sürülenlerdendi. Hayatlarının baharındaki bu gencecik kızların hüzünlü bakışlarını daha fazla yüreğinde hissetmemek için bakışlarını indirdi.

Nazimiye ve Pülümür'den kamyonlarla önce Kutudere,Türüşmek ve ardından Yeniköy'e, oradan da yine kamyonlarla Elazığ Garı’na getirildiler. Haydar Sürgüne gönderildiklerini biliyordu. Jandarmalar kendi aralarında konuşurken trenin Kütahya’ya gittiğini duydu. Dersimlileri yakaladıkları gibi batıya sürgüne gönderiyorlardı. Bu kafile ile de yerlerinden yurtlarından, sevdiklerinden, akrabalarından ve komşularından kopartılıp, sürgüne gönderilme sırası onlardaydı. Kütahya’ya sürgün gidiyorlardı. Çıkarılan mecburi iskan kararı ile sürgüne gönderilenlerin, tekrar kendi topraklarına dönmeleri de yasaklanıyordu.
“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”
Cemal Süreya
Uzun uzadıya acı acı öten trenin harekete gemesi çile birlikte, tıka basa sürgün dolu yük vagonları, yoğun bir duman bulutunu ardında bırakıp gardan ayrıldı. Vagonlardaki insanlar ani kalkışın getirdiği sarsıntı ile ayakta ileri geri gidip geldiler. Vagon duvarlarına ve birbirlerine tutunmaya çalıştılar.
Güllü geride kalan anne ve babasını düşündü. Ne haldeydiler, acaba onlar da sürgün edilmişler miydi? Uçaklarla bombalanan, tüfeklerin ateşine hedef olan ve süngülenen insanlar geldi gözlerinin önüne. Dereler nasıl da kızıla boyanıp, kan akmıştı. Bu travmadan nasıl kurtulacaklardı. Yetmedi, şimdi de sürgüne gönderiliyorlardı. Köyleri Gewrek’teki anne ve babasının, hasta yatalak amcası Tello’nun ve diğer akrabalarının yokluğuna nasıl karşı koyacaktı. Bütün bu olup biteni nasıl anlayacak, unutacak ve kafasındaki sorulara cevap bulacaktı.
“Gizleyemez yüzlerine işlenmiş sürgünleri, pirlerin ak sakalı her teli ayrı bir yaradan beslenir, ‘38’ den beri yürekleri ‘şark çıbanı’, anlatsalar masal, sussalar ağıt. Gözü lal, dili lal, yüreği lal, yol anlatır o susar, su anlatır o dinler bir hüzün anıtıdır dersim sürgünü, yarası gizli, umudu lal.”
Ali Erenler
Gittikleri yerde de dağlar sarp mıydı, kırlarında hangi çiçekler ve otlar vardı, bütün bunlar nasıl kokarlardı? Gelincikleri nazlı mıydı? Papatyalarının yaprakları “seviyor-sevmiyor” diye koparılıyor muydu? Onların kırlarında da kenger, ışgın, alıç, dirike, poxik, kolbizin, beyaz sarımsak, can ve peygamber çiçekleri bulunur muydu? Meşeliklerin arasından hiç beklemediğiniz bir anda, yaban keçisi bir anne yavruları ile aniden yüzünü gösterip, meleyerek boynuzlarını yukarılara doğru kaldırır mıydı? Gittikleri yerde tilkiler, çil keklikleri, kaya kartalları ve su akan derelerinde, tıpkı Munzur Suyundaki benekli alabalıklar da olsaydı, ne iyi olacaktı.
Oradakiler kendilerini ne denli kabul ederler, hangi gözle bakarlar, aşağılayıp hor görürler kaygısı yüreğine oturdu. Uyum sağlamaları elbette zor olacaktı. Bir daha dönebilecekler miydi? Her şey; insanlar, kültürleri, dilleri, yemeleri-içmeleri, giyimleri, örf ve adetleri farklı olmalıydı. Onlar da zerfet, hazırlop köftesi, bişi, keşkek yemeği yerler miydi, acaba? Giyimleri de mutlaka farklıdır diye düşündü. Kafasında birbirine karışan yığınla sorularla bir eliyle kocasının, diğer yaralı eli ile de oğlunun elinden tuttu ve sımsıkı sıktı.
Kara yük treni hızla yaban ele doğru ahenkli sesler çıkararak, başında dumanlarla hareket etmeye devam edip, yüzlerce insanı yerinden, yurdundan, kanayan Dersim topraklarından, ortasından yırtılan bir kağıt gibi, bir daha dönmemek üzere ayırdı. Bu odaları dolu ama "hoş gelmeyen" bir trendi.

Amsterdam, 13 Ekim 2015






















29 Temmuz 2015 Çarşamba

YAZ

         Vondelpark




YAZ

“………………………………………………
Isınsa, iyice ısınsa ortalık ama,
Hele geceler.
Bıktım usandım üşümekten.
Rüyalarımda Afrika'ya gidiyorum.
Cezayir'deydim bir sefer.
Sıcaktı.
Alnımı bir kurşun deldi,
bütün kanım aktı,
ama ölmedim.
……………………………………………….
                   N. Hikmet

Gözlerimiz yollarda kaldı. Gelmek nedir bilmedi yaz. Isınsa havalar, şu yaşlanmaya yüz tutan kırılgan kemiklerimiz de ısınsa, ama küskün yaz bu yıl gelecek gibi değil. Nazın bini bir para. Dünyanın paslı çivisi hepten çıktı yerinden. Amsterdam’da güneş “mah cemalini” hafiften de olsa göstermeye görsün, buraların insanının çehresinde; anında, tarifi zor, gökyüzüne doğru büyükçe bal tatlısı bir eğri. Boncuk gözler cıvıl cıvıl. Cafè terasları alabildiğine dolu. Gençler yüzlerini güneşe dönüp, mavi, yeşil, ela ve kestane gözlerini kırpıştırıp, altın saçlı kızlar etrafındakilere aldırmaksızın biçimli bacaklarını yakmak amacı ile eteklerini biraz daha yukarılara çekiştiriyorlar.
Memleketime de yaz geldi, deniyor. Hem de kavuran cinsinden. Lakin insanların teraslarda oturup, köpüklü biralar içeceği, genç kızların eteklerini biraz daha yukarı doğru kaldıracağı türden bir yaz değil bu elbette. Kış ve zifiri karanlığın kol kola girip, yeniden sökün ettiği bir yaz.

Her gün yürek yakan ölüm haberleri geliyor memleketimden! Yine karın ağrısı; "Vatan, Millet, Sakarya" ve gırla mugalata!

Güneş, yüzünü bugün tesadüfen gösterince, bendeniz de soluğu dışarıda aldım. Çok sıcak değil, ılık, ürpertmeyen bir hava. Geldiğim park, “ana baba günü” gibi cıvıl cıvıl. Her renk, ırk ve ülkeden çocuklar koşturuyor, bağıra çağıra oynuyorlar. Amsterdam’da kocaman bir gölü şefkatli kolları ile oğul-kız gibi kucaklayıp boynundan öpen, kocaman anne bir park burası. Adını ünlü şair ve tiyatro yazarı Joost van den Vondel’dan alan Vondelpark. Sokaklara, köprülere, yollara ve binalara, kendilerinin ve dünyadaki şairlerin, yazarların, müzisyenlerin, sanatçıların ve  bilim adamlarının isimleri veriliyor, bu parkta olduğu gibi. Böylelikle dünya insanlığına büyük hizmetlerde bulunanlar ölümsüzleştirilip, bir nebze de olsa vefa borçları ödeniyor.

Sus pus edilen insanlar oldu yine ve şimdilerde zebaniler tarafından acımasızca konuşturulan; çirkin silahlar, tanklar, tüfekler, bombalar, savaş uçaklarıdır bir kez daha!

Yıllardır istemim dışında uzağında olduğum memleketimdeki gibi, isimleri duyulduğunda insanların beyinlerinde travmalara yol açan, katillerin, katliamcıların, canilerin, diktatörlerin ve işkencecilerin isimleri verilmiyor bu güzelim yaşam alanlarına. İnsanlıktan nasibini iğne ucu kadar alamayan zalimlerin isimleri verilerek, nihayetinde yok olup, gittikten sonra da yaşatılıp, ödüllendirilip, yeni rütbeler takılmaya layık görülmüyor,  bu kanlı ellere sahip kişilikler.

Ve memleketimin dört bir yanına kapakları sıkı sıkıya çivilenmiş tabutlarda gencecik fakir-fukara çocuklarının parçalanmış cesetleri, mektup misali yollanmaya başladı yine!

Vondelpark, Amsterdam şehrinin göbeğinde, şehrin akciğeri görevini gören, şipşirin bir rekreasyon alanı. Ah… Ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim ama sözünü ettiğimiz o havalar ısınmaya görsün, binlerce insan bisikletlerine, beyaz yeleli kır atlara atladığı gibi, sevgililer, yaşlılar, engelliler, çoluk çocuk ve o an zamanı imkan veren herkes buraya doluşuyor, oturuyor kalkıyor, dolaşıyor, spor yapıyor, cafèlerde oturup, kahve, çay, lal şaraplarını ve köpüklü biralarını yudumluyorlar. 1864 da hizmete giren park, 1996 yılından bu yana da, aynı zamanda bir sit alanı.
Göl hafif dalgalı. Kuğular ve yüzlerce ördek yüzüyorlar. Göle dalan yeşil başlı ördeklerde bir telaş sezilse de, kuğular gayet relaks, acelesiz ve güvenle su yüzeyinde aheste aheste süzülüyorlar.

Büyük çoğunluğu kırsal kesimden olan, gün yüzü görmeyen gençlerin anneleri yine bir hiç uğruna kırdırılan evlatlarına yürek dağlayan ağıtlar yakıp, feryatlarla ağlıyorlar yine! Madalyalar ile ödüllendirilmeye başlandı yoksullar sil baştan!

Karşıdan gelen kar beyazı kuğu süzüledururken, yarım metre ilerisindeki kuğuya kur yapıyor. Upuzun kıvrık boynunun bitimindeki biçimli gagalı kafasını sallıyor, dikkatini cezp etmeye çalışıyor ve olmadı biraz daha hızlanıp, gagası ile arkadaşını sırtından dürtüyor. Suda bir dalgalanma oldu. Gölün kenarındaki yedi yaşlarındaki çikolata renkli, kıvırcık saçlı kızın attığı ekmek parçası gelip, kur yapan kuğunun önüne düştü. Kuğu ekmeği kaptığı gibi, bir iki kulaç atarak arkadaşının yanına ulaştı. Ekmeği paylaşan iki sevgili uzun bükük boyunları ile büyükçe muhteşem bir kalp oluşturdular.

Daha çok genç can versin diye yapılan bombalara, duvarları dahi delen yüzlerce bilyeyi yapılan düzeneklere koymaya başladılar tekrar! Silah tüccarları daha çok kazanır oldu, rant çevreleri paralarını saklamak için yen zulalar arar oldular!

Kuğular kursaklarında, verdiği ekmeğin yenmesi ile mutlu olan, annesine mutluluk ile koşan kıvırcık saçlı çikolata kız için yaptıkları gösteriyi sonlandırıp, ayrıldılar. Aceleleri yoktu. Uzaklardan görünmez iplerle su yüzeyinde çekiliyorlarmış gibi süzülmeye devam ettiler. Güneş her renge boyadığı dalgalı saçlarını Vondelpark’ın sularında yıkadı.

Din adına Huri ve Nuriler verme kampanyaları başlatan, pis sakallı, kara giyimli, kara beyinli iğrenç yaratıklar dolaşır oldu, insanlarımız arasında!

Ilıdı, biraz da olsa ısındı havalar. Huzur ve güven içinde insanlar. Görünümleri ve giyimleri güzel insanlar dolaşıyor Vondelpark’ta. Sorunlar yok değil elbette. Bir cennet de değil, lakin sorunların giderilmesi adına en küçük detaylar da düşünülmemiş değil. Isınmak gayesi ile Cezayir’e gitmeye gerek yok. Cezayir’in sıcağı da, dünyadaki islam adı altında hüküm süren, diğer ülkelerde olduğu gibi sıcak değil ve rüyalarda dahi pamuk bulutçuklara binip, bu Afrika ülkesine gitmeye değmez artık.

Ve memleketimde alınları delen kurşunlar, fakir-fukaraların bütün kanını akıtıp, öldürüyor yine. Savaş uçakları kan kusmaya başladı yeniden. En "güzel şiir olan barış" okunmaz oldu hepten!

Isınsa, memleketimin insanlarının yürekleri iyice ısınsa. “Gayrık yeter.” Yaz gelsin, günlük güneşlik olsun artık.
Vondelpark’a alaca bir karanlık inmeye başladı. Kuğular, ördekler, eteklerini yukarılara çekiştiren sarı saçlı kızlar, eteklerini eski konumlarına getirip, evlerinin yolunu tutmaya başladılar. Göl ve park, ana oğul-kız baş başa kaldı. Gölün yüzeyine konan yağmur damlaları, var olan dalgalara küçük dairecikler ekledi.

Amsterdam, 26 Temmuz 2015





    

24 Temmuz 2015 Cuma

BOYNU BÜKÜK OYUNCAKLAR



BOYNU BÜKÜK OYUNCAKLAR

Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Tam da tabiri caiz,
“Kavun acısı” 
Bir hissiyat insanda.
Derler ya hani,
Saklayan,
Ele vermeyen,
Başı dumanlı,
Göğsü çimenli,
O yüce dağların yüksekliğinde;
Kalplerinin atması,
Salt insan olabilmek isteyenlerin duyduğu,
O insanı yıkan-buruk matem.
Ve sonrasında ikircikli dolanan;
Duygu yükü her biri,
Nazım,
Arif,
Lorca,
Aragon şiirleri arasında,
Kırpışan buğulu gözler.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Kadehte lal şaraba,
Uzanamayan titrek eller.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Yarin al yanağını okşamaktan vazgeçen,
Sıkıntılı-terli ayalar.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.

Amsterdam, 24 Temmuz 2015
   

16 Temmuz 2015 Perşembe

KIRKLAR DAĞININ SUZİ’Sİ


KIRKLAR DAĞININ SUZİ’Sİ
Tanrı; insanlığın kendi kontrolünün dışına çıktığını ve her ne zaman gidişatın hiç te iyiye gitmediği sezgisine kapıldığında, kullarını doğru yola getirmek için, bir talimatname misali kuralların tek tek yazılı olduğu, art arda gönderdiği kutsal kitaplarında, Cennetin yeri olarak Dicle ve Fırat nehirlerinin arasında yer alan Mezopotamya’yı belirledi. Dünyanın en verimli topraklarının yer aldığı bu iki nehrin arasındaki bölge, gelmiş geçmiş en büyük ve belki de en fazla sayıda uygarlığa kucak açarak ev sahipliği yapmıştır. Her iki ırmak da yıllar yılı, yorulmaksızın gürül gürül coşku ile akarlar. Dicle nehri yöre halkından o kadar çok can almıştır ki, o nedenle bölge insanı bu azgın suya “Allah’a giden yol” adını vermiştir. Yeryüzünün en nadide bölgelerinden biri olan medeniyetler beşiği Mezopotamya’da beş bin yıl birlikte yaşayan halklardan biri Kürtler ve bir diğeri de Akad, Asur, Babil ve Aram uygarlıklarının mirasçıları olan Süryanilerdir.
Bu iki kadim halk Mezopotamya’da binlerce yıl barış ve huzur içinde birlikte yaşadılar. Her defasında “Tanrı ne verdiyse” deyip. birbirlerinin mütevazi sofralarına bağdaş kurup, oturdular. Sevecenlikle sunulan köpüklü acı kahvelerini içtiler, matem günlerinde ellerini omuzlarına koydular, acılarını paylaştılar, teselli oldular, mutluluklarına ortaklık ettiler, kirvelik yaptılar, düğünlerinde al mendiller sallayarak halaylarının başını çektiler ve bayramlarında, karşılıklı kardeşlik duyguları ila sımsıkı kucaklaştılar.
Süryaniler ve Kürtler hayatın her alanında, birbirlerinin yaşamlarında yer aldıkları gibi, her iki halkın gençleri arasında da dillere destan büyük aşklar yaşandı. Bu aşkların en acı ve yürek yakanlardan biri de, Kürt delikanlısı Adil ile Süryani kızı Suzan arasındaki destanlaşan aşktır. Bu aşk türkülerle günümüze kadar söylenerek yaşatıldı.
Diyarbakır’ın önemli zenginlerinden olan Süryani Kuryakos Bey ve Bayan Miryam çiftinin mutlu evliliklerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen çocukları olmaz. Bir evlat sahibi olmayı her şeyden daha çok istedikleri için gitmedikleri kapı, doktor, başvurmadıkları dergah ve gidip mum yakıp, yalvar yakar dualar etmedikleri kilise kalmadı. Sorunlarına ne çarmıhtaki zavallı görünümlü İsa veya kucağındaki bebeği ile ihtişamlı kiliselerdeki Meryem Ana heykelleri yardımcı oldu. Bütün kalpleri ile Tanrıya yalvarmaları, duaları ve çabaları olumlu bir sonuç vermedi. Diyarbakır’da bu çok varlıklı çiftin, bu önüne geçilemeyen arzuları dört bir yanda herkesin malumu oldu. Onların bu mutsuzluklarına gönlü rıza göstermeyen, çok iyi insanlar olduğu, herkese yardım elini uzattığını bildiği Süryani aileye, Hançepek Mahallesinde küçük bir gecekonduda oturan, Reşo bir çare olabilmek amacı ile yola düştü. Yorgun argın Kuryakos Bey ve Bayan Miryam’ın kapısını tıklattı. Evin hizmetkarı kadın avurtları çökük, cılız görünümlü Reşo’yu alıp, ev sahiplerine götürdü. Reşo bekleme esnasında kendisine sunulan, yudumladığı şerbeti bir yana bırakıp, çiftin kendisine doğru geldiğini görünce saygısını sergileyen bir tavırla ayağa kalktı. Çift bu yoksul adamın ne için gelip, kendilerini görmek istediğini çok merak ettiler. Karı koca, Reşo ile kibarca
tokalaşırken Kuryakos Bey hafiften başını eğipsağ elini göğsünün sol yanına götürüp bastırdı.
“Hoş geldiniz, nasılsınız, hayır ola, umarım önemli bir sıkıntınız yoktur? Sizin için ne yapabilirim?” diye sordu.
“Yok beyim, canınızın sağlığı, herhangi bir sıkıntım yok. Ama ben sizin var olan sıkıntınızın giderilmesi için, haddim olmayarak bir tavsiyede bulunmaya geldim. Zira duyduğuma göre çok iyi insanlarsınız. Sizler de elbette mutlu olmalısınız. Sizin de yüzünüz olabildiğince gülmeli. Ben derim ki, son çare olarak, bir de Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gidip, orada adak adayın ve bütün kalbinizle bir de orada dualar ediniz. Allah yardımcınız olsun, belki dualarınız kabul olur ve sizin de yüzünüzdeki solgunluk, yerini büyük gülümsemelere  bırakır. Sizler dediğim gibi iyi insanlarsınız ve bu mutluluğu hak ediyorsunuz.” Kuryakos Bey ve Bayan Miryam’ın yüzlerine tatlı bir gülümseme, narin rengarenk kanatlı bir kelebek misali gelip, kondu. Bu yoksul insanin iyi niyeti ve insani güzelliği kendilerini hayli mutlu etti.
Kuryakos Bey elini şefkatle Reşo’nun omuzuna koydu ve müteşekkirliğini ince bıyıklarının altında muhafaza ettiği gülümsemesini daha da belirginleştirerek, misafirine yansıttı.
“Size ne kadar teşekkür etsek azdır. Yüreğimize serin sular serptiniz. Kendi kendinize bizim sıkıntılarımızı kendi sorunlarınızmış gibi oturup, bunun üzerinde düşünmeniz ve çözümler aramanız, insani büyüklüğünüz karşısında doğrusu diyecek tek söz bulamıyorum. Kırklar Dağının ardındaki ziyarete yarın güneş doğar doğmaz mutlaka gidip, adakta bulunacağız. Size de duacı olacağız. Bu arada bir şeyler yemek ister misiniz? Her hangi bir ihtiyacınız var mı?” Reşo hiç bir ihtiyacının olmadığını söyleyip, ısrar etse de çocuklarına ve karısına hediyeler yaptılar, büyük bir zorlama ile ceketinin cebine harçlık koydular.
O gece Kuryakos ve Miryam için gün ışımak nedir bilmedi. Yüreklerine gelip sımsıkı hapsettikleri umutla yataklarında dönüp, durdular. Şafakla birlikte uyanıp, hazırlıklarını tamamlayıp, yola koyuldular. Kurbanlarını adarlarken, baklava, börek, bumbar, kavurma, kebap, şerbet ve her türlü sunumu orada bulunan yoksullara yapıp, hep birlikte Tanrıya sığınıp, uzun uzun dualar ettiler.
Çok geçmeden Madam Miryam hamile kaldı. Üç gün üç gece süren büyük şenliklerle bu güzel haber kutlandı, fakirlere hediyeler dağıtıldı. Sonunda istekleri Tanrı tarafından kabul görmüştü. O’na minnettarlık duygular ile günlerce dua ettiler. Doğum günü gelip çattığında madam Miryam heyecandan ölecek gibi oldu. Ve o gün Tanrının kendilerine bahş ettikleri muhteşem varlığı kucağına alıp, koklayacaktı.
Uzun süren zorlu bir doğumun ardından, Madam Miryam’ın kulaklarında cıyak cıyak bir ağlama sesi duyuldu. Kar beyazı büyük bir havluya sardıkları bebeği itina ile kucağına aldı. Göz yaşlarına boğuldu. Akan damlalardan biri gelip, nur topu gibi olan kızının anlına damladı. Kuryakos Bey uzun uzun kızına baktı, karısının elini sıkarken, büyük bir gururla kafasını yukarı kaldırarak, bir kez daha Tanrıya şükranlarını iletti.
Güzeller güzeli kızlarına Suzan adını koydular. Zaman su gibi akıp gitti. Suzan’ın her doğum gününde Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gittiler ve adaklar adayıp, ziyafetler verdiler. Suzan’ın ailesi bunu bir gelenek haline getirdi. Bir periyi dahi kiskandiracak olan kızları inanılmaz bir güzellikteydi ve Diyarbakır’lı bütün gençlerin yüreklerinin sızısı haline geldi.
Bir Kürt genci olan Adil de Suzan’a gönlünü kaptıranlardandı. Gözü her nerede Suzan’a ilişse ayağının altından toprak kayıyor gibi bir hisse kapılıp, yüreği göğüs kafesine sığmıyor, gümbür gümbür çarpıp, olduğu yerden fırlamak istiyordu. Kara yağız, bıyıkları yeni terleyen, çiçeği burnundaki filinta gibi delikanlı, gönlüne söz geçiremiyordu. Suzan da aynı şekilde Adil’e uslanmaz gönlünü kaptırdı. Bir anlık da olsa O’nunla bir araya gelip, gözlerinin içine bakmak ve ellerini Adil’in elleri ile buluşturmak için yapmayacağı şey yoktu. Gün gelip te Suzan on sekiz yaşına geldiği zaman bütün hazırlıklar yapılıp, adaklar adamak için Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gidecekleri gün, Madam Miryam hastalanıp, ateşler içinde yataklara düştü. Ne yaptıysa yatağında doğrulamadı. O nedenle kızını evin hizmetçileri ile birlikte ziyarete gönderdi. Bunu haber alan Adil de soluğu ziyarette aldı. Haber salıp, kuytuluk bir yerde buluştular. Elleri birbirine kenetlendi, canlar buluştu, kor gibi yanan dudakları kaynaştılar, Suzan’in uzun saman sarısı dalgalı saçları Adil’in yüzünde dolaşıp, boynuna dolandı. Aşıklar yüzlerce yıldır kavuşamamışlar gibi birbirlerine sıkı sıkıya sarıldılar. Nefesleri birbirine karıştı. Öyle bir an geldi ki, bulundukları yeri ve her şeyi unutup, sevdalarının coşkulu büyüsüne kendilerini kaptırmaktan alıkoyamadılar. Sere serpe uzandığı ince kumların üzerinde, geriye Suzan’ın oldukça biçimli kalçalarının ve ince belli sırtının izi derince kaldı.
Aşıklar başlarını döndüren bu buluşmadan ayrılmak üzere iken, ansızın büyük bir felaket oldu ve ceylanlar gibi seken, dünya güzeli Suzan ziyaretin gazabına uğradı. Dicle üzerindeki on gözlü köprüden aşağıya düşüp, Diclenin azgın sularına karıştı. Dicle suları bir kez daha iki sevgiliyi ayırdı. Sevgilisinin sulara kapıldığını gören Adil o an aklını yitirdi. Günlerce sevdiği için yürekleri dağlayan ağıtlar yaktı ve yarini yitirmenin derin acısı ile  bilinen Suzan Suzi türküsünü dillendirdi ve azgın Dicle boylarında yanık sesi ile günlerce adeta inledi.
“Kırklar dağı'nın yüzü
karanlık sardı düzü
Kör olasan Suzan Suzi
ziyaret çarptı bizi
Köprü altı kapkara
anne gel beni ara
saçlarım kumlara batmış
tarak getir de tara
Köprünün orta gözü
sular apardı düzü
ben öleydim Suzan suzi
Dicle ayırdı bizi”
Çok geçmeden sevdiğinin yokluğuna daha fazla dayanamayan Adil de suçluluk duyguları ile kendisini “Allah’a giden yol” olan Dicle’nin sularına bıraktı. Bu aşk Suzan Suzi türküsü ile ölümsüzleşti.

Amsterdam, 16 Temmuz 2015






3 Temmuz 2015 Cuma

KIZ KURUSU


KIZ KURUSU

Bir kadın için bedeni ve bütün uzuvları irice idi. Yayvan ayakları, kalın parmaklı elleri, fil kulakları, burnu, kafası ve bedenin bütün tarafları tuhaf bir büyüklükte, siyaha yakın koyuluktaki gözleri ise derin ve cıvıl cıvıldı. İri olmalarından olsa gerek, ağır ayaklarını kaldıramıyormuş gibi, yerden sürüyerek adım atıyordu. Bin dokuz yüz ellili yıllarda, bir bahar sabahı dünyaya geldi. Ama hayat çizgisi, ömrü boyunca bahardan çok, sonbahar-kış havasında seyir etti. Doğan her bebek gibi, O da ağlamaklı başladığı hayata adım atamasının üzerinden bir hafta gibi bir zaman geçmesine rağmen, anne ve babasının şaşkınlıkları devam ettiğinden, henüz bir isim almamıştı. Onlardan daha çok kaygılanan, üzerlerine vazifeymiş gibi, köydeki komşuları da her gün gelip, ısrarla bebeğin adını soruyorlardı. Herhangi bir cevap alamayınca da, bu hilkat garibesinin isimsiz kalacağı endişesi ile evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Baho sabah ezanı ve bahtına üzülmekten kendisini alıkoyamadığı yeni doğan kızının cıyak cıyak ağlama sesleri ile uyandı ve bilmecelerde “şekerden tatlı, demirden ağır olduğu” söylenen uyku, bir daha da göz kapaklarının altındaki yerini gelip, almadı. Evinin dış duvarına sırtını dayayıp, buruşuk kareli gömleğinin cebinden çıkardığı filtresiz “Birinci” sigarasının paketinin altına, tütün dumanından tamamen sarı bir tabaka ile kaplanmış olan işaret  parmağı ile, itinalı bir iki vuruşla yükselen sigaralardan birisini acele ile alıp, ince bir Ayhan Işık bıyığı ile kaplı dolgun üst ve alt dudağının arasına yerleştirdi. Yine gömleğinin cebindeki muhtar çakmağını aldı. İlk iki çakışta yanmayan çakmağın, yuvarlak benzin haznesini döndürerek çıkardı ve üst kısımda bulunan ince ucu kararmış fitili biraz daha çekerek, bir iki kez çakmağı hızla sallayıp, benzinin fitile ulaşmasını sağladı. Fitilden parmaklarına bulaşan karalığı duvara sildi. Muhtar çakmağından yükselen titrek alev, tatlı bir benzin ve yanık kokusu ile Baho’nun dudakları arasındaki yerini muhafaza eden sigara ile buluştu. Sabahın alaca karanlığında bir ateş böceği ışıltısı ile yanan sigaranın ucundan, yukarı doğru bir duman yükselse de, Baho bu gri bulutçukların daha büyük olanlarını içine çekip, ciğerlerine hapsetti. Nikotinli duman genzini yaktı, başı hafiften döndü, yıllardır bu bağımlılığın verdiği haz, bir kez daha rahatlattı.
Gökyüzü koynunda ipil ipil yanan sonsuz yıldızı özgür kıldı. Birileri gökyüzünü yeniden maviş maviş boyadı. Kuş cıvıltılarından geçilmez oldu. Tanrı uzaklardan Baho’ya O farkında olmazsa da göz kırptı. Esinti halindeki tatlı rüzgar, tütün kokusunu alıp, uzaklara götürdü. Ardında güneş çizgiler halinde renk cümbüşü ışınlarını topluca yeryüzüne saldı. Sabah güneşinin yalazı, bu başı dumanlı adamın yüzünü tatlı talı yaladı. Köylüler birer birer yeni doğan güne gözlerini oğuşturarak uyandılar. Dört bir yandan, birbirine karışan köpek havlamalarının ve art arda öten horozların sesleri geliyordu.
Evin avlusundan komşuları Sare, tenis maçı izler gibi etrafına bakına bakına içeri daldı. Sağ elini ağzına götürerek, üst dudağında kalan baş parmağı ve açık kalan orta parmağının aralığından zor anlaşılır bir mırıldanma ile Baho’ya göz aydınlığı ve bebeğin analı babalı da büyümesi temennisinde de bulunduktan sonra, mutfakta kahvaltı hazırlayan, evin hanımı, bebeğin annesi Sultan’ın yanına geldi. Sultan’ı daha önce gördüğünden, Baho’ya kutlama mahiyetinde söylediği temennilerinin aynısını bir kez daha tekrarlamadı. Karşılıklı hal hatır sormalarının ardından birlikte bebeğin bulunduğu odaya daldılar.
Sultan’in ince belli bir bardakta eline tutuşturduğu nar kırmızısı çayı, pencerenin iç kısmına dikkatle koyan komşuları, aynı zamanda akrabaları olan Sare, acele ile bebeğin üstüne eğildi. Yanılıp yanılmadığını, gözleminin ardından bir kez daha beynine kodlanan verileri zihninden geçirdikten sonra, daha önce gördüklerinin doğruluğuna ikna olarak, kendi kendisine mırıldandı.
“Yok anam yok, normal değil. Bu bir azman. Elleri ayakları bir yaşında bir bebek gibi.” Daha sonra Sultan’a dönüp;
“Sultan… Anam sen bunu dokuz ay değil de on beş ay mı taşıdın karnında. Bayağı iri bir bebek bu. Öyle tahmin ediyorum ki, ismini de daha koymadınız. Müsaaden olursa, teyzesi sayılırım, ismini de ben koyayım. Sultan sen bilirsin ifadesi ile çocukluk arkadaşı, amcasının oğlu ile evli, Sare’nin kestane gözlerine baktı.
“Sultan bak senin bu kızın çok akıllı bir çocuğa benziyor. O yüzden gel sen şunun adını Akıl koyalım. Buna bu isim pek bir yaraşır benim güzeller güzelime." Söylediklerine elbette kendisi de inanmıyordu. Böylelikle ellili yıllarda doğan Baho ve Sultan çiftinin kızlarının adı Akıl oldu. Baho ve Sultan’ın biricik kızları Akıl’dan sonra iki kızı ve iki oğlu daha oldu. Bunların uzuvları Akıl kızda mevcut olanlar kadar iri yarı değildi. Akıl kız ve kardeşleri bin bir güçlükle büyüyüp, boy attılar. Baho ve Sultan kızları on iki yaşına geldiği halde kızlarında zeka olarak hiç bir gelişimin olmadığını gözlemlediler. Adını da Akıl koydukları halde, devasa olan elleri, kolları, burnu, kafası ve ayaklarına göre, aklı yok denecek kadar minnacıktı. Basit bir işi yaptırmak için, bu kocaman kıza minimum on kez nasıl yapacağına sil baştan anlatmak gerekiyordu ki, bunun da pek anlamı kalmıyordu. On iki yaşında olmasına rağmen ve yedi yaşından beri okula da gittiği halde, okuma ve yazmayı bir türlü öğrenemedi. Garip bir hali vardı, deli deseniz deli değil, aptal deseniz aptal değildi, desek de bu ikinci yön biraz şüphe götürür durumdaydı. İnsanlara, doğaya, hayvanlara ve görme menzilinde bulunan her şeye, cıvıl cıvıl gözlerini bönleştirerek bakıyordu. Hiç bir çocukla oynamıyor, sorulara çok gecikmeli ve sağlıklı cevaplar vermiyordu.
Akıl uzunca yıllar sonra heceleri sökecek kadar bir ivme ile ilkokulu bitirdi. Büyüdü, genç bir kız oldu. O’nun yaşındakilere görücüler gelmeye başladı. Nişanlar takılarak, üç gün üç gece şenliklerle süren, onlarca metre uzunluğunda halaylar çekilerek, düğünlerle akranları, beyaz duvaklar takınarak dünya evine girdiler. Akıl çok uzun yıllar bekledi, bekledi gelen ve de giden olmadı. Kendisinden bihaber olan dünyaya anlamsız bir bakışla bakmaya devam etti. Geçmek nedir bilmeyen zaman O’nu otuz beşli yaşlara getirse de, umutsuzluğu ve mutsuzlugu devam etti. Oysa her şeyin farkındaydı. O da kendisi ile barışık bir halde, neden evlenmediğini, bir yuva kuramadığını, çoluk çocuk sahibi olmadığını sorgulayıp durdu. Evlenme sırasını kardeşlerine verdi ve onlar art arda evlendi çoluk çocuk sahibi oldular. Akıl annesi ve babası ile kalakalıp, elinden geldiğince evin işlerine koşturdu. Kışları saman ile doldurduğu sobayı avurtlarını doldurup, bir körük gibi üfledi. Bulaşıklar yıkadı, çaylar demledi, evi silip süpürdü, çamaşırları kil ile yıkadı, kuyudan kovalarla sular taşıdı ama bunları sadece anne ve babası için yaptı. Bir kocası veya çocukları olmadığından dolayı, bunları bütün kadınlığını kullanarak onlar için yapamadı. Ve bu durum bağrına köz olup kondu. Yüreği her daim sıkıştı. Mutsuzluğu, yalnızlığı ve bahtsızlığı içini çok acıttı. Büyük ellerine, ayaklarına, kafasına bakıp isyan etti. Ne günahı vardı, Tanrı ile nasıl bir anlaşmazlığı olmuştu da, kendisini böyle yaratmıştı. Daha doğrusu ne diye yarattı ki, bu dünyanın bir Akıl hanım efendisine ne gereksinimi vardı? Büyük kafasından geçen bütün sorulara karşı bulduğu cevap, her defasında ayakları, elleri, kulakları, kafası ve burnu gibi kocaman bir hiç oldu.
Annesi Sultan’ın zorlaması ile köy bakkalına tuz almak için gittiğinde, bakkal Davut’un oğlu Mısto, Akıl’ın ayaklarının sürüme sesini duyar duymaz, tezgah üzerindeki kaset çalara büyük muzurluğun simgesi kocaman bir gülümsemenin eşliğinde, Orhan Gencebay’ın bir kasetini sürdü. Kaset çalardan inlemeli tiz bir ses yükseldi.
“Baştan yarat ellerimi,
Bastan yarat gözlerimi,
Baştan yaz şu kaderimi,
Tanrım beni baştan yarat.
Sende kaldı dileklerim,
Paramparça dünyam benim.
Yaktın bağrımda közleri,
Dinlettin acı sözleri.
Verdin bu ağlar gözleri
Tanrım beni baştan yarat.”
Akıl pür dikkat olmazsa da can kulağı ile denilebilecek bir konsantrasyon ile şarkıyı dinledi. Musti kikir kikir güldü.
“Akıl abla bak bu tam senin için yazılmış bir şarkı. Tam damardan.”
“He güzelmiş.” diyebildi Akıl. Kafasını öne eğdi. Ne almak için geldiğini unuttu. Uzun uzun raflarda yer alan yiyeceklere baktı. Yok Akıl’ın aklına ne alacağı gelmedi. Tekrar eve döndü. Yolda yürürken O’nu görenler gülümseyerek, bu haşmetli endamdan gözlerini uzun süre ayıramadılar. Eve geldiğinde annesi;
“Hani tuz alacaktın, nerede tuz?” diye sert bir ses tonu ile sorunca, tuz alacağını hatırladı ve yaklaşık altı yüz metre ilerideki köy bakkalının yolunu tekrar tuttu. Akıl’ın tekrar geleceğini bilen Musti tekrar Orhan gencebay’ın şarkısını bir kez daha başa aldı. Musti’nin arkadaşları da bakkal dükkanına doluşmuşlardı. Hıdır, Cengiz, Rızo ve Sülo da oradaydı. Akıl’ın geldiğini gören Mısto, acele ile arkadaşlarını tezgahın arkasına gizlenmeleri için çağırdı. Akıl dükkana adımını atar atmaz, bir anda tezgahın arkasında alabulus tıraşlı başlarını çıkararak, Orhan Baba ile birlikte;
“Tanrım beni baştan yarat,” nakaratını danalar gibi böğüre böğüre hep bir ağızdan, Akıl’a bakarak söylediler. Karşılattığı manzara karşısında bir hayli afalladı. Geldiği gibi, ayaklarını sürüdüğü topraktan toz bulutçukları kaldırarak evine döndü.
Sultan o gün patates yemeğini tuzsuz yaptı. Baho kendisini bağıra bağıra payladı, bir dövmediği kaldı. Akıl yemeğini yemeden, süklüm püklüm  pencerenin önüne geldi ve yaşlı gözleri ile dışarıya baktı. Gelen ve de giden yoktu. “Paramparça dünyası” sessizliğe ve bir kez daha karanlığa gömüldü. Baba evinde adeta kimsesiz ve bimekandı. Ama doğacak yeni günde Allah elbette kerimdi.

Amsterdam, 3 Temmuz 2015









  

27 Haziran 2015 Cumartesi

LAP LAP




LAP LAP

"Büyük ayaklı kadınlarla asla evlenmeyiniz." - Minneke Schipper

Zamanın yaşlı insanlar için daha bir hızla akıp gittiği, buna karşılık yaralarının ise daha geç-yavaş iyileştiği söylenir. Şair Şükrü Erbaş ise, o güzelim dizelerinde, insanlığın bu meramına, hüzün bulutlarını da katarak daha farklı ve derinlemesine dokunaklı dokunur.

"Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel

Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk, rüzgâr daha serin"
Yaşamın her alanında olduğu gibi “az miktarda var olana her daim olan yoğun ilgi” yaşlanma sürecinde de kendisini gösterir. İnsanlar ellerinden saniye saniye kum misali akıp giden ve gün geçtikçe daha bir azalan, bu bariz küçülmeyi gözlemleyerek, sürdürdükleri hayata daha büyük bir tutku ile bağlanırlar. Çünkü hayat her şeye karşın inanılmayacak bir tat ve güzelliktedir. Ve uçup gedenin bir saniyesini dahi geriye döndürüp, o en kısa anı tekrar yaşamanın imkanı yoktur. Giden hızla gitmiştir.
Bu hızlı akışı ve özellikle yüreğimdeki yaraların iyilenmesinin gecikmesi-yavaşlamasını, ben de epey zamandır hisseder oldum. Bu nahoşluk her ne kadar yüreğime bir burukluk verse de, elden gelen bir şey yok. Her yaşın ve evrenin kendisine özgü güzellikleri var olduğuna göre, bu durumda yapılabilecek, anı yaşamak, diğer adı ile “carpe diem” dir. Bunu yapabilirseniz, üzerinde daha az düşünür, yüreğinizin burkulmasının önüne bir nebze daha iyi geçer, sorunu büyük bir oranda ardınızda bırakmış olursunuz. Kim bilir, belki de böylelikle ırmaklara, göğe, dağlara, kırlara, ormanlara, denizlere, güneşe, yıldızlara, mehtaba ve doğanın bütününe daha çok akan, hak ettiğiniz bir hayatı sürdürür olursunuz.
Ben misali, kişi Camili Köyünden olunca (istisnalar hariç), çoğunlukla doğanın bütününe kayan bir hayata sahip olmak, yaşamın içinde iken, onun getirilerini ve inceliklerini görmek oldukça zordur. Görmek isteseniz de, göremediğin çoğu durumda, görülmesi gerekeni gözlerinin derinliklerine sokarak gösterseler de sonuç alınamıyor. Ve derken acımasız yıllara dağılan zaman çarçabuk geçiyor. Bu dünyadan bir “Süleyman Efendi” daha geçiyor. Sonuçta insanlığa büyük emekler ile bahşedilen onca güzellikten, dirhem kadar da olsa hiç nasiplenemeden giden çokça “Süleyman Efendiye yazık oluyor.”
Geçen mart ayında ikinci bahar evliliğimin üzerinden göz açıp kapama hızıyla altı yıl gibi bir zaman geçti. Ben Camili’li ve eşim “Gavur İzmir’li” olunca, işin boyutu başka bir hal alıyordu. Dolayısı ile ışık hızında  gelip, çatan bu yıl dönümünde de benim, yine bir parfüm, çiçek veya başka bir hediye almaktan çok daha başka bir şey yapmam, “farklı olmam” gerekiyordu. (Laf aramızda bu tür günlerde jestler neden hep erkeklerden beklenir, doğrusu bunu da anlamış değilim.) Uzun araştırmalarım sonucunda, bir Rus Opera ve Bale grubunun turne için Amsterdam’da olduklarını ve Çaykovski’nin “Kuğu Gölü Balesi”ni buz üzerinde sahneleyecekleri duyumunu alınca, işte bu deyip, çok farklı olan bu organizasyonum için kolları sıvadım.
Gösteri günü gelip çattı ve farklı sürprizimin gösterisi için salonda yerimizi aldık. Gösterinin buz üzerinde, buz patenleri ile, o bir birinden farklı ve güzel yüzlerce muhteşem kostüm ile yapılması, inanılmaz bir sihir halinde ortaya konması, sunumu rüyalar alemine taşıdı. Buz üzerinde son derece mükemmel ve saniyelik senkronize hareketler, atmosfer, Rus balerinlerinin harikulade güzellikleri, koreografiler ve atmosfer inanılır gibi değildi. Demem o ki, evet bir Camili’li olarak bu organizasyonun altından, çok farklı olmayı gerçekleştirerek yüzümün akı ile çıkmıştım.
Gösteri esnasında Hollanda’li bir anne baba, tahminen on beş yaşlarında kız çocukları ile gelmişlerdi ve tam da önümüzdeki sırada oturuyorlardı. Baletlerin hepsi “strech” kostümleri ile dans ederlerken, birisinin önü fazla kabarık olunca, bu genç kızın dikkatinden kaçmadı, diyeceğim ama sanırım sadece O’nun değil, salonda bulunanların pek çoğu izleyicinin gözünden de kaçmamıştır. Kızcağız baba ve annesinin arasında oturuyor ve “kikir-kikir” gülüyordu. Anne baba mahcup bir vaziyette;
“Yapma kızım, etme kızım gülünecek bir şey yok dese de nafile”. Bizde olsa baba tokatı bastığı gibi, tez elden daha detaylı bir hesaplaşma için, gösteriyi falan bırakıp, kolundan tuttuğu gibi evin yolunu tutardı, diye düşünüyorum. Fakat şu da var ki kız babası olmak kolay değil. Kızım olmadığı için rahat rahat konuşuyorum. “Bekara karı boşamak kolay” misali. Bilmiyorum bir Camili’li olarak ben böylesi bir durumda ne yapardım?
Konuyu biraz başka yöne çektik, hani bu da ortaya yeşillik olsun der gibi. Balenin konusu da bir o kadar ilginçti. Eser Çaykovski’nin olunca, her ne kadar bayat bir espri de olsa, rahmetlinin hayrına, şöyle tavşan kanı birer çay sunulmadı. Düşünmenize; Çaykovski’nin Kuğu Gölü Balesinin, yüzlerce kişi tarafından demli çaylar höpürdedilerek, ardından da derin bir “ohh” çekilerek seyredilmesi, ne kadar da farklı olacaktı. Demek ki düşünememişler. (Çok mu banal oldu, öyle diyorsanız, bu cümleciği ya ben sileyim, ya da siz okumamış gibi yapın, lütfen + teşekkürler).
Öyküde; bilindiği gibi Prens Siegfried annesinin ısrarlarına dayanamaz ve evlenmek için bir gelin adayı aramaya koyulur. Uzun uzadıya aramasına rağmen gönlünün sultanını bulamaz. Günlerden bir gün avlanmak için kırlara gider. Uzun bir yolculuğun ardından, büyük bir göle gelir. Gölde yüzen kar beyazı kuğuları görür ve ansızın kuğulardan biri muhteşem güzellikte genç bir kıza dönüşür. Prens Siegfried o an bu genç kıza deliler gibi sevdalanır. Genç kız aslında büyücü tarafından bir kuğuya dönüştürülen Prenses Odette’nin kendisidir. Büyünün etkisi ile Prenses Odette gündüzleri kuğu, geceleri ise normal genç bir kız olarak yaşamaktadır.
Prens Siegfried hemen orada Prenses Odette’ya evlilik teklifinde bulunur. Büyük şenliklerle evlenip, mutlu olurlar. Evlilik ile bir kuğu olmaktan tamamen çıkması gerektiği halde büyücü bu dönüşüme engel olmak için elinden geleni yapar. Sürekli Prenses Odette’ya kötülükte bulunur. Canlarından bezen Prens ve Prenses intihar etmek için göle atlarlar, fakat boğulmazlar, göl aniden buz tutar. İntihar edemeyen Prens Siegfried ve kuğu eşi Prenses Odette uzun ve mutlu bir hayat sürdürürler.
Farklı olabilme uğraşım bununla da sınırlı kalmadı. Başka olabilme hastalık haline geldi. Bu o İç Anadolu bozkırının bağrında doğan bir Camili’li için pek de hayra alamet değil, çok geç de olsa ayrıcalıklı olmaya yeltenme hevesi, nerede ise tutku haline geldi. Bu vukuatın ardından hemen Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Operasına da gittim. Bu esere de bayılmamak elde değildi, bizim diyarın motiflerinin işlenmiş olması, gösteriyi daha da çekici kılıyordu. Benim farklı olmaya çalışma uğraşımın patırtılı gürültüsü, o kadar ayyuka çıkmış olacak ki, artık etrafımdan da bunu sürdürmeme yardımcı olup, bu konuda katkı sunmaya çalışanlar yok değildi. Ne diyeyim sağ olsunlar, var olsunlar. Heybedeki tıka basa dolu olan keşkelere bir yenisini ilave edecek olursam; bu tatlı uğraşı, hani bu zamanın geçmek nedir bilmediği gençlik yıllarında yer alsa idi, farklılık daha da farklı olacaktı.
İki gün önce, tanışıklığımızın bir hayli gerilere gittiği, eski bir Hollanda’lı arkadaşım öğretmenlik yaptığı okulda, öğrencilerinin bir müzikalde oynadıklarını, kendisi ile gelip, gelemeyeceğimi sorunca, ağzımdan dökülen “hay hay” sesleri uzunca bir sıra oluşturdu. Anlaştığımız gün ve saatte salonda yerimizi aldık. Amatör olmalarına rağmen, çok uzun süre üzerinde çalışmış olmalılar ki, profesyonellere taş çıkartmadılar ama doğrusu aratmadılar da. Zaten çıkartmak isteseler de Hollanda’da taş olmadığını, her tarafın kum olduğunu bildiklerinden olsa gerek, bu denli zahmetli bir işin altına girmeyi, sanırım lüzumlu görmediler. Son zamanlarda apansız nüks eden, farklı olabilmek gibi ağır içerikli tutkum sayesinde, artık amatör bir grubun, profesyonel gruplara ne denli bir mesafede olduğunu dahi görür hale geldim.
Arkadaş ile gittiğimiz bu amatör öğrenci grubunun müzikalleri de çok iyi idi. J.S. Bach, Dimitri Sjostakovich ve Mozart'in muhteşem müzikleri eşliğinde gösteri yaptılar. Birinci yarıdan sonra bir şeyler içmek için bara geldiğimizde, örgencileri ile gurur duyan ve bu konuda güzel şeyler duymak isteyen arkadaşım, kulağıma eğildi ve;
“Eh nasıl buldun?” diye sordu. Daha önce Rus güzellerinin bale danslarını da gördüğümden, hemen bu iki grubu karşılaştırdım. Camili’li olmak burada da yakama yapıştı. Biraz fütürsüz bulundum ve aklımdan geçenleri söylemekte gecikmedim.
“Evet çok güzel. Fakat dikkatimi bir şey çekti. Hollanda’lı bayanların ayakları genelde biraz daha büyük olduğundan, balede estetik açıdan görselliğin çıtasını biraz aşağılara düşürüyor. Kadınların büyük ayakları, bale dansında ‘lap-lap’ yere düşer gibi oluyor.” Bunu der demez arkadaşım bardaki bütün arkadaşlarına benim bu gözlemimi, benim kızarıp bozarmalarımla birlikte anlatınca, bütün kadınlar, ayaklarını ilk defa keşfediyorlarmış gibi, eğilip baktıkları yetmiyormuş gibi birbirlerine ayak numaralarını uğultu halinde sormaya başladılar. Olanlar olmuştu. İkinci yarının başlama zili çaldığında bütün gözler yere eğik bir vaziyette, ayaklarımıza baka baka, Anıtkabrin aslanlı yolunda ilerleyenler gibi salona doğru yürüdük. Gösteri başlamak üzere olduğundan acele ile yerlerimize oturduk. Fakat benim oturmam da biraz farklı oldu. Açılır kapanır koltuğa oturmak istediğim anda, koltuğu elimle bastırıp, haşmetli kıçımı koymamla birlikte, arkamdaki koltukta, Hollandaca bir feryat yükseldi ki, bunun tam Türkçe karşılığı “yandım anam” dı. Ayağına uzun uzadıya bakarak salona gelen kadıncağız, hemen oturmuş ve devasa lap-lap ayağını koltuğun açık olan tarafına dayamıştı ve dolayısı ile araya sıkışmıştı. Benim oturmam ile birlikte büyük bir acı ile yaygarayı bastı. Üzerimden hala atamadığım devam edegelen mahcuplukla, onlarca kez özür dilemek zorunda kaldım. Farklı olmaya çalışmam biraz tehlikeli hal almaya başladı. Hollandalı kadınların ayağına nazar değdirmiştim. İyi ki anne ve babası ile Kuğu Gölü Balesini izlemeye gelen on beş yaşlarındaki Hollanda’lı kızın nazar eder bir durumu yoktu, yoksa önü arkadaşlarına göre daha kabarık olan Rus baletin başına kim bilir neler gelirdi. O nedenle çok hızla geçen bu zaman biriminde, parkur değiştirmekte, bir Camili’li olarak çok da radikal olmamak daha yeğ olacak gibi görünüyor. Saygılar…

Amsterdam, 27 Haziran 2015


  

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...