11 Mayıs 2021 Salı

UÇAN KAZLAR VE MUHİTTİN



UÇAN KAZLAR VE MUHİTTİN

 

Her evin önünde bir kaz sürüsünün olması, Kesikköprü Köyünde kimilerine göre yeni bir moda akımı, kimilerine göre de olmazsa olmazlığın kıyasıya yarışıydı. Köyün kırmızı çamurla sıvalı evlerinin aralarında ve Kesikköprü’ye Nil Nehri kadar önem kazandıran, hemen alt kısımda boylu boyunca kıvrımlarla uzanan suyun kenarında, kümeler halinde gezinen kazlar, birer istila ordusunu andırıyorlardı. Her evin kaz ordusu, başka evlerin kazlarına karışmadan, ama kimi zaman da gruplar halinde birbirlerine gözdağı vermeden edemiyorlardı.

Kazlar karşı tarafa tam bir teyakkuz durumuna geçmezse de verdikleri gözdağı, “bana bak, ayağını denk al, sakın başını sağa sola sallamayasın,” niteliğindeydi. “Hele de yavru kazlarımıza bir zarar verirseniz, Alimallah hepinizi bir kaşık suya dahi gereksinim duymadan, boğarız.” Bu uluorta tehditler bir yerde küçüğünden, büyüğüne kadar insanın da dahil olduğu bütün canlılara karşıydı.

Meydan okumalarını, kazlara özgü, tipik boyunlarını mümkün olduğu kadar sündürmelerle ileri doğru uzatmaları ve her an “bana bakın gözünüzün yaşına bakmam, ısırırım,” edasında, hafifçe açtıkları gagalarından çıkardıkları “tıs tıs” sesleri eşliğinde yapıyorlardı. Saldıkları korku azımsanacak türden değildi. Görünüm itibari ile tehdit anında, oldukça ürküntü veren bir halleri vardı.

Kesikköprü’de herkesin kazları olduğu halde, köy muhtarı Ali Tosun’un karısı Edul’un ellerini beline koyup komşularını hasetten çatlatacak tek bir kazı yoktu. Bu binbir çalımlı haller sürekli komşularından geliyordu. İki büklüm eğilip evinin balkonunu süpürürken, her defasında komşularından gördüğü bu nahoş muamelelerin ardından, elindeki süpürgeyi bir tarafa atıyor, işini yarım bırakıp anında eve kapanıyordu. Artık kendisine gelenler geliyor ve onun da kapısının önünde bir kaz sürüsünün olmasını ısrarla istiyordu. En kısa zamanda, kendi kapısının önünde komşularına gözdağı veren, tıs tıslayan bir sürünün varlığını hissettirmesi lazımdı. Görenler bu kazların hepsi Edul’un demeliydi. Bunun başka yolu yoktu!

Bu çok yerinde isteğini, kocası Ali Tosun’un kulağına eğilip çıtlatmak maksadı ile onun iyi bir gününü kolladı. Muhtar Ali Tosun’un köyde ve çevresinde hatırı sayılır saygın bir kişiliği vardı. O nedenle evinde misafir hiç eksik olmazdı. Muhtarlık görevinden dolayı bir yerde devleti temsil ettiğinden, asayişin çetrefilli berkemalliğini sağlayan jandarmadan, kaymakam ve milletvekillerine kadar bütün yetkililer onun evine misafir oluyorlardı. Bunu bilen Edul, pek taraftar olmayacağını tahmin ettiği ve “Elo” diye seslendiği kocasına, bunu da göz önünde bulundurmasını söyleyip, isteğini kabul ettirecekti.

Mevsim yazdı ve dışarıda sarı bir sıcak hakimdi. Muhtar Ali Tosun evinin bahçesinde mis gibi kokan bir iğde ağacının gölgesinde dinlenmeye çekilmişti. Edul yaptığı orta şekerli köpüklü kahvesinin yanına bir bardak su ve bir tane de güllü lokum koydu. Acele ile kocasının yanına geldi. Kahvesini ikram etti. Sonrasında, an bu an deyip titrek bir sesle söze girdi.

“Elo, diyorum ki, bize de birkaç tane kaz alsak. Gelen bütün misafirlere tavuk ve horozları kese kese bitirdik. Hem kaz daha verimli ve eti de daha çok ve bereketli. Bir tavuk veya horoz kestiğimizde, ne misafirlere ne de bize yetiyor. Allah vere senin misafirlerinin de sonu gelmiyor. Hani tavuk ve horozların bir lokmacık canları var. Oysa kaz öyle mi? Bütün aile yese doyar ve artar bile. Birkaç tane kaz alırsak, onlar da yumurtlar ve kuluçkaya yatarlar. Derken bizim de sürüyle kazımız olur. Bak koca köyde herkesin evinin önünde sürüler halinde kazları var. Hem kazlarımız olursa, her defasında, gelen misafirlere kesmek için bir tavuk veya horozu telef etmek zorunda kalmayız. Ne diyorsun? Tavuklar aynı zamanda yumurta için de lazımlar. Kaz öyle değil. Ne diyorsun, alalım mı?”

Ali Tosun derinlere daldığı düşüncelerinden, hiç beklemediği bu sözler ve zorlu sorular üzerine, bir anda sıyrılmasını bildi. “Bu kaz meselesi de nereden çıkmış ve gündeme bomba gibi oturmuştu? Bu söyledikleri karısının nereden aklına geliyordu. Bunun üzerinde önce bir müddet düşündü. Oluru var mıydı, aynı zaman da yeri ve zamanı mıydı? Önce bu çok önemli konu hakkında iyimser düşünmedi. Ancak sonrasında Edul’un söyledikleri aklına yattı ve yabana atmadı.

Evet, kazlar diğer kümes hayvanlarından çok farklıydılar. Onlar için nerede akşam orada sabahtı. Sürekli köyün dört bir yanında seyri sefer halindeydiler. Yavrularını canları pahasına koruma içgüdüleri de takdire şayandı. Onun için yavrularına talip olan her salyası akana, kolay kolay pabuç bırakmayan yaman yaratıklardı. Bir de istedikleri yerde karınlarını doyuruyor, çayır çimen doğada, su ise gölden, derken senden yem beklentisi dahi olmuyordu. Sonrasında da başlarında beklemene, koruyup kollamana da ihtiyaçları yoktu. Köyü günde on kez gezip kolaçan ediyorlar ve ardından da tam takım, sağ salim eve dönüyorlardı. Yapmanız gereken tek şey evde oldukları zaman büyükçe bir kapta onlar için dışarıda su bulundurmaktı. Tek lüksleri buydu.

Edul uzun pazarlıklar sonunda kocası Muhtar Ali Tosun’a istediğini beklediğinden daha kolay kabul ettirdi. Bunun üzerine köyde satılık kaz aramaya başladı. Bir haftanın ardından on tane kaza sahip oldu. Şimdilik bu kadarı yeterliydi. İleride kestikçe azalan kazların yerini, kuluçka döneminin ardından yumurtalarını çatlatıp dünyaya gözlerini acemice açacak olan yavrularla doldururdu. Önemli olan bu başlangıcı yapmaktı. Artık, bundan sonrasında o da etrafa korku salan kazları ile komşu kadınlara havasını atabilirdi. Ancak kazların bir arada birbirlerine ve eve alışmaları için bir hafta kapalı bir alanda kalmaları gerekiyordu.

Aslında yabani mi, yoksa evcil mi oldukları hakkında insanların zihinlerinde çok da netlik kazanmayan bu hayvanlar, bu özellikleri ile de farklılık gösteriyorlardı. Ama bir haftanın ardından en azından evin avlusundan gitmelerine destur vermeniz halinde, er ya da geç eve dönerlerdi. Öyle dışarı gezmeye giden evin kızı gibi, havanın kararması ile anne ve babanın ikide bir saatlerine bakıp “Nerede kaldın?” diye paralamalarına gerek yoktu. Ne zaman geleceklerine özgür kazlar karar verirlerdi. Bir tavuk veya horoz kendisini evin avlusunun dışında kurtaramaz ama, kazlar öyle değildi. Kafalarını attırmaya görün, gerekirse her biri zırhlı birer tanka dönüşür, düşman görünümlünün hakkından gelirdi.

Bir haftanın ardında kazlar yeni evlerine ve sürü olarak birbirlerine iyice alıştılar. Kazlar için çoban gerekmediği halde, daha on yaşlarındaki oğlu Muhittin, Kesikköprü Köy Muhtarlığının resmi ataması ve resmi gazetede atamanın yayınlanmasının ardından, bu göreve yarı zamanlı çoban olarak getirildi.

Kaz çobanlığında deneyimi olmayan Muhittin’in ilk mesai günüydü. Avlunun büyük demir kapısını gıcırtılar dahilinde zorlanarak açan yeni kaz çobanı sürüsünü dışarı saldı. Dışarı çıkmaları ile aynı anda kalkmak üzere olan bir savaş uçağı gibi kazlar hep birlikte önce bulundukları pistte hızla koştular ve ardından teker teker elli metreyi geçmeyen kısa bir uçuşla Muhittin’i artlarında bıraktılar. Tecrübesiz kaz çobanı Muhittin olup biteni şaşkınlıkla seyretti. Artlarında koşsa da sürüye aynı anda yetişemedi. Birkaç tane daha kısa uçuşun ardından kazlar soluğu etraflarına tehdit savurmaları ve tıs tıs sesleri ile Kızılırmak’ın kenarında aldılar.

Kesikköprü Barajından ırmağın suyu o gün çekilmişti. Nehir yatağında sadece çok da derin olmayan göletler vardı. Başka da su yoktu. Fakat suyun baraj tarafından ne zaman salıverileceği bilinmediğinden, karşıya geçen kazlarla birlikte, çocuk çobanın da geçmesi biraz riskliydi. Görünen o ki, Kaz Çobanı Muhittin çok önemli bir iş icra ettiğinin farkındalığı ile gözü karalığını tereddüt etmeden takındı ve o da sürüsü ile birlikte, çok iyi bildiği Kızılırmak yatağını ceylanlar gibi sekmelerle karşıya geçti. Geniş nehir yatağının karşı tarafında hiç ev bulunmuyordu. O yakada bulunan köyler de en az beş-altı kilometre gibi bir uzaklıktaydı.

Kızılırmak’ın Kesikköprü tarafında, çocuklar suların çekilmesi ile kıyıda, yerde çırpınan tek tük balık yavruları ile oynuyorlardı. Bazı zamanlar büyük sazan balıklarının da yerde su dışında, toprak üzerinde kaldıkları oluyordu. Bu balıkları köylüler sepetlerine doldurup evlerine götürüyorlardı. Bu arada nehir yatağının içlerine daha fazla gitmemek için temkinli davranıyorlar ve aniden bırakılacak suyu kollamayı da tedbir amaçlı göz ardı etmiyorlardı.

Kenarda oynayan çocuklar Muhittin’i ve kazlarını karşı kıyıda bir başlarına görünce tehlikenin farkına vardılar. Çocuklardan biri koştura koştura Edul ve köy muhtarı kocası Ali Tosun’na haber verdi. Edul ve kocası telaş içinde Kızılırmak’ın kenarına geldiler.

Onlarla birlikte pek çok köylü bağırış ve çağırışlarla ırmak kenarında toplandı. Kalabalık, zaman geçtikçe büyüdü. Biriken kalabalık küçük çocuğun bir çözüm bulunana kadar orada kalması taraftarıydı. Edul ve Ali Tosun oğulları için oldukça endişelendiler. Ya bu tarafa geçerken barajdan o an su yeniden bırakılsaydı, o zaman oğulları suya kapılacaktı. Yok... Yok! Orada kalması daha iyiydi. Bu tehlikeyi göze alamazlardı. Yanlarında bulunan köylüleri ve akrabaları da aynı kaygılarla Muhittin’in nehri geçip gelmesinin tehlikeli olduğu bilinciyle, “Çabuk bu tarafa geç,” mesajını iletmediler.

Şairin dediği gibi, “karşı taraf memleket de değildi. O tarafta yer alan köyler uzaklardaydı. Oysa aynı şiirdeki dizelerinde karşı taraf memleketti. Memleket olsa belki anne Edul da bağırırdı.

“Karşı yaka memleket, sesleniyorum Kesikköprü’den. İşitiyor musun? Muhittiiinnn…. Muhittin…” Durum başka türlü seyredince Muhittin’in annesi Edul da oğluna telaşla Kürtçe bağırdı. Ne diyeceğini şaşırdı.

“Le la law law… Mühittin… Ger tû di avê de dûçi ez ê werim û te bikujim! – Lo lo… Muhittin eğer suda boğulursan, gelir seni gebertirim!” diye annelik içgüdülerinin ağır basması ile bağırdı. Oğluna bir şey olacak diye olduğu yerde çırpındı, ne yapacağını şaşırdı. Annelik zordu. Suyun aniden salıverilmesi ile oğlunun karşıdan dönmesi ile suya kapılabilirdi. Bunu yapmaması gerekiyordu. Çok tehlikeliydi.

Çok geçmeden gerek ırmağın köy tarafında, gerekse kazlar ve küçük çobanın bulunduğu tarafta, çareler aranmaya devam edildi. Muhittin birkaç yüz metre ileride yapımı devam eden ama henüz bitmemiş, karşıya geçiş için inşa edilen köprüye geldi. Köprü daha tamamlanmadığından, karşıdan karşıya geçiş için tehlikeliydi. Daha önce, arkadaşları ile inşa halindeki köprüde oynadığından,  riskli de olsa geçiş yerlerini biliyordu. Kalabalık köprüye gitmemesi yönünde bağıra bağıra telkinde bulundular. Onu tutan yanında yöresinde kimseler yoktu. Ama, diğer taraftan da bir süre sonra karanlık bastıracaktı.

Büyük bir cesaret ve atiklikle köprüden karşıya zamanında geçen Muhittin “memleket Kesikköprü’de,” kıyıda bekleyen meraklı kalabalık tarafından alkışlarla karşılandı.

Edul’un kaz sürüsü karşı kıyıda istiflerini bozmadan çimlerde tıs tıs sesleri çıkarmalarla akşam yemeklerini yemeye devam ettiler. Edul oğluna kızmaya devam ettiği halde, küçük kahraman çobanın babası Muhtar Ali Tosun onun gösterdiği cesaretten dolayı kendisi ile gurur duydu. Muhittin’in sırtına bütün sevecenliği ile sıvazladı.

Edul kazlarından artık umudunu kesmişti. Komşularına benim de kazlarım var demesi kursağında kalmıştı. Ancak iki gün sonra uyandığında bütün kazlarını avlunun içinde görünce sevinç çığlıkları attı. Balkonunu süpürürken, süpürgesini elinde indirmeden dineldi. İki elini beline sağlı sollu koydu ve Kesikköprü'nün içlerine ve Kızılırmak'ın kıyılarına doğru derin bakışlarla baktı. Artık onunda komşularını hasedinden çatlatacağı bir kaz sürüsü vardı.

Akşam yemeği için yakaladığı kazlardan birini kesip, oğlunun kazasız belasız karşıya geçmesinin şerefine ev halkına ziyafet verdi. Edul ve birbiri ile akraba olmayan devşirme kazları bir eksilme ile mutluydular. Kesikköprü Muhtarlığı kaz çobanlığından Muhittin’e görevinde başarısız olması ve kazları karşı yakada bırakıp kaçtığından dolayı, iltimas geçmeden el çektirdi.

Bozkırda yaz mevsimi bütün sıcaklığı ile devam ediyordu. Muhtar Ali Tosun, orta şekerli köpüklü kahvesini iğde ağacının kurşuni renklerle bezeli dallarının altında, gölgede beklemeye koyuldu. Yanında bir bardak su ve bir güllü lokum da fena olmazdı. Edul her an kahve sunumuna geçebilirdi.

 

Amsterdam, 11 Mayıs 2021

 

 

10 Mart 2021 Çarşamba

KARDELEN ÇİÇEKLERİ, KİTAPLAR VE BAHAR



KARDELEN ÇİÇEKLERİ, KİTAPLAR VE BAHAR


Olanca güzelliği ile insan aklını dumanlayan çiçekler diyarı ülkenin, şipşirin çiçek şehri Amsterdam’a gökkuşağı renkleri ile bahar nazlanmalarla yeniden geliyor. Bütün dünyada olduğu üzere, burada da art arda cemreler düşüyor. Doğa hamile. Toprağa saçılan tohumlar bir anda yeşeriyor, filizleniyor. Geride kalan her dakikada yeni yeni çiçekler dünyaya "merhaba" deyip, kendisine has alımlı renkleri ile boy gösteriyorlar. Toprakla cilveleşiyorlar. Sesleri çıktığı kadar bağırıp "En güzel benim," deme iddiasındalar. Nergis her zamanki mağrurluğu ile "Hayır... Hayır... En güzel benim," diye diretiyor. Çirkin çiçek yok. Bir tanesi dahi çirkin görünümlü olsa, zaten adı çiçek olmazdı. Sarı kanatlı bir kelebek nergisi onaylamak istermiş gibi, gelip onun narin sarı çiçeklerine konuyor. Arılar pür telaş vızıltılarla uçuşuyorlar.

Bahar geliyor. İnsanlar bir yılı aşkın süregelen ve artık psikolojilerini bozmaya başlayan salgının ardından, buruklukla da olsa umutlarını tazeliyorlar. Açan onca çiçeğin arasında kardelenler öbekler halinde kar beyazı çiçekleri ile toprağa bakar gibiler. Adeta mütevazilikleri ve kırılganlıkları ile çok geçmeden dikkatleri cezbediyorlar. Gelincikler gibi nazlı, güzel ve hassas çiçekler.  Kardelenler adeta canlıları yeniden hayata bağlanması gerektiği duygusunu uyandıran muştu çiçekleri. Kardelen çiçekleri ile doğuyor gün ve fısıldıyorlar kulağımıza: "Bakın... Bakın bahar geldi."

Bir rivayete göre; “kardelen çiçeği,” uzağında, hem de çok uzağında olan güneşi hiç görmediği halde, etrafında yer alan diğer bitkilerin övgülü anlatımlarından oldukça etkilenir. Çimen yeşili gözlerinde hayal ettiği bal renkli olduğunu söyledikleri güneşe, onun saçtığı inanılmaz aydınlığa, büyüleyici huzmelerine deliler gibi yanıp tutuşur ve platonik bir aşkla bağlanır. Ak çarşafları andıran soğuk karların altından, beyaz küpelere benzeyen çiçekli başını çıkarıp güneşi görebilmek için bütün gün çırpınır. Fakat onca efor harcamasına rağmen, aşkından yanıp tutuştuğu güneşi görmeyi başaramaz. Sabahlara kadar gözlerine uyku girmez ve uyuyamaz. En son çareyi Tanrı’nın huzuruna çıkmakta bulur ve ondan medet umar. Tanrıya, bu onulmaz derdine çare bulması için yalvarır. Çok geçmeden Tanrının o bilinen gür sesi yeri göğü yankılanmalarla inletir. Sesi gür çıksa da Tanrı şefkat doludur, iyi günündedir.

“Sevgili kardelen, dosyana biraz göz gezdirdim. Kabarık bir dosya değil. Edindiğim bilgiye göre sen çok narin, özverili ve koşullar ne olursa olsun, inatla yaşama tutunmasını bilen bir çiçeksin. Gösterdiğin büyük azmin ile seni taktir ediyorum. Yüreğinde barındırdığın aşka da saygı duyuyorum. Ama bilinen bir gerçek de var ki, eğer güneşi görecek olursan, kanımca hemen ölürsün. Buna dayanamazsın. Benden söylemesi. Bu durumda en fazla iki seçeneğin var. Ya güneş, ya da canın. Diyeceğim o ki; tercih senin. Sana iki gün süre veriyorum. Git ve bu iki gün boyunca iyice düşün. İki günün sonunda da gel ve bana kararını bildir. Ben de ona göre hareket edeyim. Keşke daha fazlasını yapabilsem. Tanrı da olsam elimden gelen maalesef bu. Sana daha fazla yardımcı olmayı çok isterdim. Dünya güzeli nadir bir çiçeksin.”

Kardelen iki gün boyunca sürekli aşkını düşünür. Seçenekler oldukça zorludur. Karar vermek hiç de kolay değildir. Ama güneşi görmemek, onun için zaten ölümden farksızdır. Gözlerine bir damla uyku girmez. Yanı başında taze gelin gibi salınan kırmızı bir lale uykusu gelmiyorsa bir çitten atlayan koyunları saymasını önerse de milyonuncu koyunda dahi uykusu gelmez. Geçen iki gün içinde sararıp solmak üzeredir. Kötüye giden sağlığını da göz önüne bulundurur ve kalbinin dinmeyen sesine de kulak verir. Vakit kaybetmeksizin, tereddüt etmeden, yeniden Tanrı’nın katına çıkar ve kararını bildirir. Tanrı da kardelenin kararına saygı gösterir.

Kardelen, artık karlar arasından sıyrılıp sevdiğini görebilecektir. Onun aydınlığını görmek, kar altında üşüyen bedenini biraz olsun ısıtmak ve böylelikle sevdiğini bedeninde hissetmek istiyordu. Ona uzaktan da olsa kadın küpesine benzetilen çiçeklerinin, kar beyazı çiçeklerinin yapraklarını üst üste açıp kapamalarla, ömrü yettiğince aşkına işmar etmek istiyordu. Bütün gücünü toplar, çırpınmalarla karı delmeyi başarır ve nihayet güneşi görür. Ancak ömrünün bu denli kısa süreceğini sanmıyordu. Güneş ile karşı karşıya gelir gelmez, kar beyazı çiçekleri oracıkta karların üzerine düştü. Hayata çiçeklerini kapattı. Güneş bu aşktan bihaber ışık ve ısı yaymaya devam etti.

Çoğu öykünün bir tür yol göstericiliği vardır. Her hâlükârda dünya insanlığının bu öyküden de çıkaracağı kıssadan hisseler bellidir. Olur ya güzel ve şansınızın yaver gittiği bir gününüzdesinizdir, gönlünüzde barındırdığınız hayatınızın insanı, ruh ikizinizle tesadüf eseri bir yerlerde yollarınız kesişir, ona rastlarsanız. Olmadı, üstüne birde gönlünüzü kaptırırsanız, bu kalbinizin daha çok çarpmasını beraberinde getiren sevdanın şartları ne denli çetin olursa olsun, bir kardelen gibi cesur olmanız ve sevginizin arkasında dimdik durmanızı gerektirir. Size yakışan elbette budur. Kalbinizin bütün hücrelerine yayılan, sizlere toz pembe hayaller kurduran aşkınıza böylelikle gereken emeği de vermiş olursunuz. Çünkü sevgi emek ile yol alır!

Aynı zamanda kardelenler kış aylarında çiçek açtıklarından, tıpkı hediye edilen ve aydınlık saçan kitaplar gibi, tutar bir sevdiğinize bu çiçeklerden hediye ederseniz, o kişinin sizin için özel olduğunu da vurgulamış olursunuz. Kardelenler dondurucu karların altında sabırla gün yüzüne çıkmayı beklediklerinden, sabrın ve özverinin de simgesidirler. Kadın küpelerine benzeyen çiçekleri ile yine hediye edilene, yere doğru eğik boyunları ile adeta; “Senden gelene razıyım.” der gibiler. Bu çiçekler o denli anlamlı ve güzeldirler!

Kardelenler gibi dünyamızın ve insanlığın ufkunun daha çok aydınlık olmasını arzu ediyorsak, her iyi kitabın birer güneş olduğu farz edersek ve yazılı eserlere olan sevgimizin daha çok olunması halinde, edinilen aydınlanma ile de insanlık kör karanlıkları ardında bırakacaktır. İnsanlar, söz konusu güzelim kardelenlerin tersine güneşi-aydınlığı gördükleri zaman ölmezler.

Yaşar Kemal, “Güneşi kadınlar doğurur,” diyen, Mezopotamya'nın kadim halklarından olan Ezidilerin dualar etmek maksadı ile güneşe yönelmesini ne de güzel betimler.

“Ezidiler, günde üç kez güneşe döner, dua ederler. Her isteyen, çoluk çocuk, genç yaşlı olsun, şeyh olsun, emir olsun, herkes güneşin karşısına geçer, içinden ne geçiyorsa güneşe söyler. Belki de insan soyunun şimdiye kadar söylediği en güzel dualar onlardır. Belki de en güzel türküler, en güzel şiirler bu dualardan çıkmıştır. Belki de Mezopotamya’nın bütün destanlarının temelinde bu dualar vardır.”

İnsanlar, güneşe ve aydınlığa doğru yönlerini ne kadar çok sapsarı bir ayçiçeği misali usulca dönerlerse; bedensel, ruhsal ve zihinsel olarak da o denli daha sağlıklı olacaklar. İnsan denilen canlıya daha çok yakışır şekilde düşünecek hale gelecekler ve böyle hareket edeceklerdir. Böylelikle kör eden karanlığın köküne de kibrit suyu dökmüş olacaklar. Aydınlık insanlığa iyi gelecektir.

 

Amsterdam, 1 Mart 2021

 

  

 

   

23 Şubat 2021 Salı

KİM DAMAT?




KİM DAMAT?

 

Anlık da olsa, es vermeksizin, biteviye geçeduran yılların, devlet memurları Arif Bey ve eşi Şule Hanımın omuzlarına birer kum torbaları misali bindirdiği yorgunluğu, üzerlerinden bir taraflara atmalarının zamanı gelmişti. 

Arif Bey ve Şule Hanım yeni bir tatil için yollara düştüler. Ama Başkent Ankara’da hayat durmadı. Çıkagelen renk cümbüşü baharla ağaç dallarındaki körpe tomurcuklar yaprağa, çiçeğe duruyor, sonrasında meyveye gebe kalıyor, mevsim yaz sıcaklarına dönüşüyor, park ve bahçelerde arılar, kelebekler ve gökyüzünde irili ufaklı pek çok kuş Urlalı Hatice'nin gözlerinin maviliğindeki semalarda her zamanki gibi özgürce uçuşuyorlardı. Susamlı çıtır simitlerle midelerdeki açlık isyanları geçici olarak bir kez daha bastırılıyor, küçük yaştaki çocuklar tarafından ayakkabılar önce boyanıyor, sonrasında cilalanıyor, günün yevmiyesi için Yozgatlı hamal Recep sırtladığı kurşun ağırlığındaki yükün altında inim inim inliyor, Tokatlı Durmuş Usta eğrilse de çalıştığı inşaatta çekiçle çiviye hızla vurmaya devam ediyor, Urfalı Beko çöp bidonlarından kağıt-plastik-metal ne bulursa topluyor, Mardinli Şemo midye dolmalarını ikram ediyor, Sülo "eeskiiiciii..." diye mahalle mahalle avazı çıktığı kadar bağırıyor, altı yaşındaki İpek babası ile gittiği Gençlik Parkında kendisine uzatılan pamuk şekerine sevinçle uzanıyor ve başkentte hayat var olan doğallığı ile devam ediyor. Ankara, beton yığını binaların tıka basa serpiştirilmiş tepeleri ile sevgilisi mavi göğü uzanıp uzanıp öpüyor, tepeden tırnağa yeşile donanan bahar bin bir tür cilvesi ile gülü gülüveriyor.

Çifte kumrular, her yıl başka bir ülkeye seyahat etmeyi gelenek haline getirmiş olmalarına rağmen, bir ayrıcalık yapıp bu yıl Türkiye’de kalmayı yeğlediler. Elbette kendi ülkelerinde de pek çok yerde bulunmuşlardı. Hatta bazılarına birkaç kez gitmişlikleri de vardı. Ancak doğdukları topraklarda da henüz keşfetmedikleri bakir yerler yok değildi. Büyük bir istek ve merakla sıra şimdi bu yerlerdeydi. 

Arabaları ile uzun yolculuklarına çıkacakları ve vardıkları şehirlerde en az üç, bilemediniz dört-beş gün konaklayacakları yol güzergahını karı-koca birlikte oturup en ince detayına kadar planladılar. Altmışlı yaşlardaki ömürlerinin bu evresinde bir başlarına kalmışlardı. Emeklilikleri geldiği halde her ikisi de birkaç yıllığına da olsa çalışmaya devamla uzatmaları oynuyorlardı. Kızı ve oğlu da evlenip evden ayrıldıklarından, uzunca bir zamandır çıktıkları tatillerde yalnızdılar. Çocukları gençlik dönemlerinde de artık tatillerde onlarla birlikte olmuyorlardı. Evliliklerinin ardından da tatile giden yolları, tamamıyla ayrıldı.

Uzun bir hat halindeki sıralı güzergahlarında Adana, Gaziantep, ve son olarak da Mardin şehirlerini ve çevrelerini bir bir gezmek istiyorlardı. Arif Bey hazırladıkları valizleri ve diğer gereksinimlerini arabaya taşıdı. Komşuları ile vedalaşıp artlarından dökülen suların ardından yola koyuldular. Yeni bir sergüzeşt onları beliyordu. Durup dinlenmeden en az üç yüz kilometreyi artlarında bırakmak niyetindeydiler. Hızla dönen tekerlekler arabayı aynı ivme ile ileriye doğru taşıyor, yol boyunca sıralı trafik levhaları ve irili ufaklı meşe ağaçları, onların gittikleri yönün tam tersine telaşlı bir koşturma içinde artlarında kalıyorlardı.

Gidecekleri son nokta olan Mardin, Hasankeyf, Nusaybin, Kızıltepe ve çevresini şimdiden çok merak ediyorlardı. Bu yöreyi gezip gören ve övgü ile anlatan dostları buralara mutlaka gitmelerini salık verdiler. Yol boyunca; her defasında ulaştıkları şehirlerin türkülerini arabada birlikte yüksek sesle bir ağızdan söylediler. Her şey planladıkları gibi yürüdü, konakladıkları her yerde iyi insanlarla tanışıp bir araya geldiler. Onlardan öğrendiler, tecrübelerini ve bildiklerini de aynı zamanda aktardılar. Üzerlerinde dost bakışların sıcaklığını hissettiler, büyük gülümsemelere şahitlik edip bundan mutluluk edindiler.

Üçer gün Adana, Osmaniye, Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır ve Urfa’da kaldılar. Her şehirde de görülmeye değer bütün yerleri bir bir gezdiler. Lezzetleri adeta yarışan yemeklerinden doyasıya tattılar. İnsanların arasına karıştılar. Yorgunluklarını ve kafalarındaki yoğunluğu bir tarafa bırakıp tatillerinden diledikleri gibi zevk almaya çalıştılar.

Arif Bey yol boyu çok sevdiği ve uzun zamandır diline pelesenk olan “Turnam gidersen Mardin’e” türküsüne takılıp kaldı. Mardin yolunda da bu türkünün söylenmesi hoşuna gidiyordu. Her fırsatta onu söylüyor ve Şule Hanım da hayranlıkla bakışlar attığı, alttan alttan süzdüğü kocasına, aynı coşkuyla eşlik ediyordu.

“Turnam gidersen Mardin'e
Turnam yare selam söyle
Karlı dağların ardına
Turnam yare selam söyle

Turnam gidersen aktaşa
Karlı dağlar aşa aşa
Hem kavime hem kardaşa
Turnam yare selam söyle.”

Arif Bey, turnaların pek çok türküye ve edebi çalışmaya konu olduğunu bir kez daha anımsadı. Dilinden düşüremediği orijinal versiyonu Ermenice olan bu ağıt, Lena Chamamyan adlı bir sanatçıdan pek çok kez dinlemiş ve yorumunu çok beğeniyordu. Şarkıcı aynen Feyruz gibi, annesinden dolayı da aslen Mardinliydi. Ağıtın Ermenice sözleri de Arif Beyin kafasını allak bullak etmeye yetiyordu.

“Dağların rüzgarına öleyim (Sareri Hovin Mernem)

Yarimin boyuna öleyim
Bir yıldır ki görmemişim
Görenin gözüne öleyim

Durmuşum gelemiyorum
Dolmuşum ağlayamıyorum
Bir yıldır ki görmemişim
Görenin gözüne öleyim

Nehirler su getirmiyor
Yarimden haber gelmiyor
Kalbin soğumuş olmasın
Kalbinin yeli gelmiyor.”

Bu turnalar, belki vardıkları diyarlara diğerleri gibi şeker, kaymak, bal söylemeyeceklerdi, ama turnalar da kadim şehir Mardin'e vardıklarında, hem kavime hem kardaşa ve yâre de sımsıcak selamlar söyleyeceklerdi.

Arif Bey turnalar konusunda kafa yoruyor, koyulduğu yolda hızla ilerliyor ve bir yandan da hala ilk günkü gibi aşık olduğu hayat arkadaşı Şule Hanıma turnalar hakkında bildiklerini mim koymadan coşkuyla anlatıyordu.

“Şule’m biliyor musun? Biz de tıpkı turnalar gibiyiz. Onlar gibi tek eşli kalıyor, olabildiğince birbirimize bağlı ve de sadık olmayı da sürdürüyoruz. Yeni evlilerin birbirlerine sadık kalmaları için bazı yörelerde; gelin duvağına turna tüyü iliştirilmesi de bu nedenden dolayıdır. Sol yanımdaki odada, ömrüm boyunca saklayacağım sen sevdiceğim ile bütün mutluluğu yaşadığımı bilmeni istiyorum. Ne diyeyim, iyi ki hayatımdasın. İyi ki varsın. İyi ki benim allı turnamsın!” Direksiyonu tutarken, diğer eli ile de karısının elini sıkı sıkı tuttu ve şevkle, kendisine özgü gürül gürül sesi ile anlatmaya devam etti. 

“Yaşanmış bir hikayeye göre, İkinci Dünya Savaşında atılan atom bombasının ardından, bu sırada henüz iki yaşında olan Sadako Sasaki adlı bir Japon kız çocuğu, on iki yaşına geldiğinde etrafa yayılan kimyasallardan etkilenir ve lösemi hastalığına yakalanır. Tedavisi için bulunduğu hastanede seksen yaşında ak saçlı tatlı bir nine ile arkadaş olur. Nine kendisi ile aynı hastalıktan mustarip olan Sadako’ya bir öğütte bulunur.” Şule Hanım kocasının elini bırakmadan can kulağı ile sessizce dinlemeye devam etti. Kocasının anlattıkları hüzünlü de olsa  kendisinde merak uyandırdı. Bir yandan da henüz ömrünün baharında yeni filizlenmeye yüz tutmuş olan küçük kıza için için üzüldü. Onun iyileşeceğini umut edip kocasının ela gözlerinin içine durdu. Arif Beyin anlatımı ile yaşlı kadın aynen şu nasihatte bulundu.

“Sadako’cuğum güzel kızım. Kara perçemlim. Gamzelim. Biliyor musun? Biz Japonların kültüründe turnalar uğurlu kuşlardır. Derler ki; bin tane turna origamisi yaparsan, bütün dileklerin kabul olur. Ben yaşımı başımı aldım. Bundan sonra bunu yapmaya vaktim yok. Ancak sen daha çok gençsin. Bunu yapabilir ve bu illetten kurtulmuş olursun.

Bunun üzerine Sadako hızla turna origamileri yapmaya başlar.  Bütün çabasına rağmen ancak altı yüz kırk dört tane tamamlar ve hayata veda eder. Ülkenin dört bir yanından insanlar eksik kalan origamileri yapıp cenaze merasimine yetiştirseler de artık yapılacak bir şey yoktur ve geç kalınmıştır.” 

Şule hanım dinlediği öykünün vermiş olduğu hüzünle kocasının elini okşadı. Mavi gözlerinden maviş boncukların düşmelerinin önüne geçemedi. Hayatın her zaman ve her alanda bu denli acımasızlığı duygulu yüreğini burktu. Kocasının eline hala alımlığını sürdüren dudaklarını usulca kondurdu.

Tarihi Mardin şehrine nihayet ulaştılar. Daha önceden ayırdıkları otele geldiler. Odalarının balkonunda soluklandılar. Muhteşem görüntüsü ile kadim şehrin ayaklarının altına serili olduğunu görünce çok mutlu oldular. Gördükleri güzelliğe şaşakaldılar.

Hava karamak üzereydi. İnceden inceye, ancak kendisini ıslatabilen bir yağmur çiseledi. Belki de "kırkikindi yağmurlarının" başlangıcıydı. Mardin yolcuları; "Bu yağmurlar burada da görülür mü?" diye içten içe meraklandılar. Mezopotamya'nın cam mavisi büyülü semalarında kuşlar yağmuru umursamaksızın süzülüyorlardı. Akşamın alacakaranlığının rengi yavaş yavaş tarihi şehre inerken, yemek için çıktıkları otel terasında şaşkınlıkları devam eden Şule hanım ve Arif Beye bir anda gökyüzüne doluşan yıldızlar, bir ağızdan “hoş geldiniz” dediler. Terastan bakınca akşamın karanlığında Mardin; ışıklar içinde ipil ipil bir gerdanlık misali ayaklarının altına serili bir görünümdeydi. Şehrin gündüzü güzel, gecesi bir başka güzeldi.

Otel personeli çok samimi, hoş, saygılı ve yanık yüzlerinde beliren her gülümsemesi ayrı birer öyküyü dile getiren güneş gülüşlü gençlerdi. Öyle ki, sanki onlarla çok uzun zamandır tanışıyorlardı. Sıcak bir atmosferde, kendiliğinden gelişen, çok kısa bir zamanda güzel bir dostluk oluşturdular. Umut veren bu gençler, oldukça güler yüzlü oldukları gibi, misafirperverliklerinde de tek kusurları yoktu. Karı-koca mutlulukla kaldırdıkları kadehleri ile birlikte “İyi ki gelmişiz,” deyip yedi bin yıllık bir tarihin koynunda olmanın getirdiği memnuniyeti de dile getirdiler.   

Bulundukları terasın üç yüz metre kadar ilerisinde, dışarıda başka bir mutluluğa adım atan bir çiftin, gelin ve damadın düğünleri vardı. Bin bir renkli, sunturlu yöresel kıyafetleri ile göz kamaştıran kadınlar ve erkekler onlarca metre uzunlukta girdikleri halayda Kürtçe;

“Ki zawa?… Ki zawa?… - Kim damat?… Kim damat?…” diye bağırıyor ve şenliğe şenlik katıyorlardı. Halayın diğer başında sorulan soruya anında cevap veriliyordu.

“Baran zawa… Baran zawa… - Baran damat... Baran damat...” bağrışmaları otelin terasına ulaşıyor ve böylelikle damadın kim olduğu söylenip meraklar giderildiği halde, gelinin kimliği açığa vurulmuyordu.

Şule Hanım ve Arif Bey yemeklerini zevkle yediler. Büyük bir güzelliğin yaşandığı düğünü merakla izliyorlardı. Tanımadıkları iki genç insan daha mutluluğa adım atacaklardı. Bir anda şenliğin yerini bağrışmalar ve bir karmaşa aldı. Ne olup bittiğini anlamakta zorlandılar. Misafirlerinin şaşkınlığını fark eden, bıyıkları yeni terleyen, saçları arkaya özenle taralı garson Hüseyin hemen yanlarına geldi. Arif Bey meraklarını gidermek için sordu.

“Hüseyin ne oldu, böyle aniden? Ne güzel bir düğündü. Ortalık bir anda neden bu kadar karıştı?” Hüseyin titrek ve sesinde mahcup bir tonla:

“Arif abe... Yine kavga çıktı. Düğünlerde genelde böyle kavgalar çıkıyor. Bizim düğünlerimiz kavgasız olmaz.” Çok geçmeden polis sirenleri yangın yerine yetişmek ister gibi yükseldi. Karanlığı mavi huzmeler yardı. Otelin bütün personeli ve diğer misafirler de teras kenarına kadar gelip merakla olup biteni izlemeye koyuldular. Polislerin geldiğini gören restoran personeli, çok şaşırmadıkları bir eda ile misafirlerine dönüp bağırdılar.

“Arif abeee… Gördünüz mü? Aha devlet geldi. Devlet yine tam zamanında yetişti.” Arif Bey ve Şule Hanım kahkahalara boğuldular. Her ikisinin de gözlerinden gülmekten yaşlar sızdı. Olayın bu denli güzel tarif edilmesine bayıldılar. Yıldızlardan sonra gelen devlet de onlara “hoş geldiniz” dedi.  Kahkaha tufanının ardından kendilerine gelen konuklar biraz olsun soluklandılar. Arif Bey terastaki canlı müzik grubundan bir istekte bulunmak üzere bir peçeteye bir şeyler yazdı. Peçeteyi alan Hüseyin mesajı grubun solistine koştura koştura ulaştırdı. Solistin kulağına da konuklarının isimlerini ve nereden geldiklerini usulca fısıldadı. Çok geçmeden terasın dört bir tarafında yer alan hoparlörlerden yankılı bir ses yükseldi.

“Değerli konuklarımız… Sıradaki türkümüz, Ankara'dan Mardin'imizi ve bizleri görmeye gelen çok değerli ağabeyimiz Arif bey ve eşleri Şule Hanım için geliyor.”  Kısa bir zaman sonra grup müzisyenlerinin sazlarının döşünü usulca okşamaya başlamasıyla, “Turnam gidersen Mardin’e” türküsünün o tatlı melodisi "devletin" sirenlerini büyük bir güzellikle bastırdı. Kırpık yıldızlar Mardin semalarında, ara vermeksizin göz kırpmaya devam ettiler. Masadaki mumun alevi dansına kaldığı yerden devam etti. Havada hoş bir sıcaklık vardı. Çıkan kavga damat ile gelinin düğünlerine gölge düşürmüş olsa da kadim şehir Mardin'in seyyahları onların da birbirlerinin göz göze-diz dize mutlu turnaları olmalarını dilediler.

 

Amsterdam, 23 Şubat 2021  

 

 

 

 

14 Şubat 2021 Pazar

MAVİ BİSİKLET



MAVİ BİSİKLET

 

Rahmetli babam, ben doğduğum zaman, adımı Memo koymuş. Bugün yirmi dört yaşına gelmiş olsam da her insanda olduğu gibi, benim de adım değişmeden kalakaldı. Doğal olan da bu. Bundan sonrasında da değişmez. Gocunduğum falan yok elbette. Hani söze başlamışken sizlerle olan söyleşimi böyle başlatayım dedim. Mardinli olduğum için bizim Mardin’imize gelen yerli turistlerin arasındaki adım ise, Mardinli Rehber Memo diye aldı yürüdü. Bu kadim şehrin yerlisi çoğu insan beni bilir, tanır. İşlerim de Allah’a çok şükür iyi. Ekmek paramızı çıkarıyoruz. Bundan iyisi can sağlığı! Her canlının ayrı bir dünya olduğu söylenegelir, aynı zamanda ayrı bir hikayesinin olduğu da. Bu öyküde de benim hayat hikayemin konu olacağını duyunca, ziyadesi ile mutlu oldum. Umarım siz okuyucuları sıkmamış olurum. Yüreğimin kapılarını sizlere sonuna kadar açacağım. Oracıkta biriken katı tortuları aktarmış olmakla, sırtımda kambur halinde gördüğüm yükten biraz olsun kurtulacağım.

Anladığınız gibi turist rehberliği yapıyorum. Bunun maksatla biraz İngilizce, Almanca, Fransızca ve Rusça bile öğrendim. Başka dillere ve kültürlere karşı zaten merakım hep vardı. Merak olunca bu da insanı tetikliyor. Konu, herkesin yaşamak için didindiği ekmek parası olunca, biraz da istek ve azimle insanın başaramayacağı yoktur derler ya, lisan konusu da aynen öyle. Anadilim Kürtçe ve bunun yanı sıra Türkçeyi saymıyorum. Onları özel hayatımda kullanılmak üzere yedekte tutuyorum. 

Bana gelen gruplardan, Türkçe rehberlik isteyenler olursa, gezimize ilk adımımızı atmadan önce, “kısa bir hoş geldiniz ve kendimi takdim” babında aynen şöylesi bir girişle misafirlerime kısaca sesleniyorum.

“Çok değerli beyler, bayanlar, abilerim, ablalarım ve sevgili çocuklar; yedi bin yıllık geçmişi ile onlarca medeniyete Kucak açmış olan, dünyanın en güzel şehri kadim Mardin’imize hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

Güzel Mardin’imiz bütün kutsal kitaplarda yer alan, cennet olarak da tasvir yerin edilen, Dicle ve Fırat Nehirlerinin arasındaki Mezopotamya’nın incisi, İpek Yolu ve de Şahmeran masallarının eşsiz diyarıdır. Eşsiz güzellikteki Mezopotamya’ya yukarılardan bakma fırsatını yakaladığınız, geldiğiniz bu mor dağların ardındaki kadim şehrimize başım gözüm üstüne geldiniz. Adım Mardinli Rehber Memo. Eğer sizce de uygunsa, fazla vakit kaybetmeden, gümüş telli güneşin aşık olduğu Mardin şehrini gezmeye artık başlayabiliriz.” Kopan coşkulu alkış tufanı ile kendimi bir an sanatçı gibi hissetsem de bu duygudan çabukça sıyrılıyorum. Coşku ile alkışlanan kısa anlatımımdan memnun kaldıklarını sezinlediğim misafirlerimle Mardin'imizi arşınlamaya başlıyoruz.

Mardin’e gelen ziyaretçiler ile sık sık Hasankeyf, Midyat, Kızıltepe ve çevredeki tarihi köylere de gidiyoruz. Oralarda da istek üzerine rehberlik yapıyorum. Böylesi daha da keyifli ve biraz da kazançlı oluyor. Ama her gidişimin dönüşünde, Hasankeyf’in keyfinin kalmadığına bir kez daha gözlerimle şahit olunca, benim de zaten asgari düzeydeki keyfim hepten kaçıyor. Hasankeyf’in on iki bin yıllık dünyanın en kıymetli tarihi kalıntılarını yok ederek, bölge insanlarının ve tarihin yüreklerini yerinden söküp alıyorlar. Buna anlam vermekte insan zorlanıyor elbette. Dünyada eşi ve benzeri olmayan bir güzellik neden yok edilmek istenir ki? Bu neyin düşmanlığıdır? Bunun hiçbir izahı yok. Yapılanlar katliamdan ve vahşetten de öte. Her tarihi anıt tek tek yerinden kaldırılıyor ve sözüm ona bir kilometre ilerideki bir alana taşınıyor. Aynı şey mi bu? Bana göre sahtelik diz boyu. Kime ne diyebilirsiniz ki. Elimiz, kolumuz bağlı.

Her geçen gün Mardin’in bu paha biçilmez yapısı da Hasankeyf gibi değişmiyor değil. İnceden inceye çiseleyen bir yağmur sonrası toprağın üstüne çıkan mantarlar misali, yükselen beton binalar, adeta insanın üstüne üstüne geliyor. Dünyada eşi benzeri olmayan kadim bir şehir tarihi ile yok oluyor. Mezopotamya’nın gerdanlığı Mardin’imiz bu betonlaşma ile büyük tahribata uğruyor. Anlatmaya çalıştığım şeyler bilinenler. Ama içim yandığı için es geçemiyorum. Tekrarın tekrarı olsa da bu vahşet daha çok anlatılmalı. Ama korkarım çok geç kaldık. Atı alan Üsküdar’ı acımasızca ardına bakmadan geçti.  

Bu şehirde her insan beni tanıdığı gibi, el emeği göz nuru olan yerde ve yapılarda yer alan, abartıya kaçmıyorum, adeta dile gelen her taş da beni tanır, kurdukları iletişimle ilişki kurarlar. Yerdeki taşlara onları incitmeden yer çekimini en aza indirerek seke seke basarım. Burada her taş bir şiirdir. Sürekli bir değişim var, ki hayatın özü değil midir, zaten değişimin kendisi. 

Biz küçük sokaklara “zabok,” geniş olanlarına ise “ishak” diyoruz. Gerek yerdeki taşlara, gerekse yapılarda yer alanlara büyük saygım vardır. Taşa elbette saygı olur. Onlar da bizim gibi bu gezegenin birer kıymetli parçası. Duvarları oluşturan taşlara ulaşabildiklerime ellerimle dokunur, onları adeta bir sevgili gibi okşarım. Peşim sıra gelen ve can kulağı ile anlattıklarımı dinleyenler de benimle aynı anda yükselir ve onlar da aynı taşlara dokunurlar. Bazıları bunun bir ritüel olduğunu sansalar da çoğu kişi de beni aynen taklit ettiği halde, kendileri de buna pek anlam veremezler. Ama görmelisiniz çok eğlenceli oluyor. Hele de grupta birkaç tane çocuk varsa, gülmekten yıkılıyoruz. Çocuklarını böylesine şen şakrak gören anne ve babalar da palyaçolar gibi içi kan ağlayan bir rehberin, çocuklarını bu kadar eğlendirmesi hoşlarına gidiyor.

Çocuklardan ne zaman söz açılsa, çok bulanık geçen kendi sefil çocukluğum aklıma gelir. Her defasında bir kez daha çok da parlak olmayan çocukluğuma dalar giderim. Bildiğim o ki; fakirliğin çok onur kırıcı olduğudur. Buna bir de etnik kimliğinizden dolayı, sizinle aynı gezegeni paylaşanlar tarafından horlanmak da eklenince, "var olmanın dayanılmaz hafifliği" değil, tam tersine bu ikili ile kum torbaları misali iyice ağırlaşan varlığınızın ağırlığı, dayanılmaz olur. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, boşuna efor harcamış olursunuz ve bu ağırlığın atından kalkmazsınız. Sıkılmış bir limon gibi değersizce bir kenara fırlatılırsınız. Kimseler bi yol dönüp bakmaz. Biraz amiyane olacak ama, "bu duygu anlatılamaz, ancak yaşanır." 

Mardin’de ve köyümüzde bütün akrabalarımızla birlikte mensubu olduğumuz sülale kalabalık bir nüfusa sahip. Ama bu akraba yoğunluğunun arasında maddi durumu en kötü olan benim ailemdi. Beş yaşlarındayken aylardır işsiz olan babam Mardin’de yapılan o beton binaların inşaatında amele olarak işe girdi. Babam işe giderken, Laz Bakkal Mahmut Amca’ya mutlaka görünmesi ve o nereye gittiğini sormasa da bir yol bulup iş bulduğunu söylemesi için sıkıca tembihledi. Böylelikle biz de veresiye defterine acil ihtiyaçlarımızı yazdırabilecektik. Anneme göre bu ölüm kalım meselesiydi. 

Babam evden çıktıktan yarım saat sonra, annem telaş içinde elimden sıkıca kavradı. Nereye gideceğimizi bilmiyordum. İstikametimizin Laz Bakkal Mahmut Amcaya doğru olduğunu anlayınca, belki annem bana da gofret alır diye içimden sevindim. İçim ılıklaştı. Çocukluk umudu olsa gerek. Dükkandan içeri büyük bir özgüvenle adımımızı attık. Memo rüyalar alemindeydi. Yiyebileceğim o kadar çok tatlı şey vardı ki, gözlerime bir kez daha inanamadım. Annem Türkçe dili ile alış veriş yapmasını biraz öğrenmişti. Daha önceki bakkal bizim gibi Mardinli bir Kürt olduğu için o zamanlar annemin Türkçe konuşacağım diye kendisini zorlamasına gerek duymuyordu. Laz Bakkal annemi görür görmez, acelesi varmış gibi ve patlak görünümlü gözlerini de daha bir belerterek, tezgahının ardında, kareli gömleği ile örttüğü iri göbeğini kaşıya kaşıya söze girdi.

“Feleknas Hanım, bu sabah  Ömer’i gördüm. İşe cittuğuni söyledi. Hayırlı olsun. Demek sonunda o da iş buldi?” İşte bu iyi bir haberdi. Annemin fazla alacağı yoktu. Bir hayli birikmiş olan borcumuzdan dolayı Laz Bakkal Mahmut Amca dırdır edebilir ve istediklerimiz çok olmadığı halde onları da vermeyebilirdi. Çünkü çok da okunabildiğini sanmadığım o karmaşık el yazısı ile kayıt edilen borcumuz daha da kabaracaktı. Zamanı geldiğinde de kapımıza dayanıp bu parayı tahsil etme konusunda tereddütleri vardı. Annem çok da kabarık olmayan listesini, bir çırpıda, o güzelim şakır şakır dökülen Türkçesi ile sıraladı.

“Hee... Mehmut Amce... Kocam Ömer işe getti. Sen bir ekmeği, bir sene yağini yaz deftere.” Laz Bakkal önce annemi ve sonrasında benim küçük bedenimi tepeden tırnağa süzdü. Görünen k ki; onun gözünde sınavımızı geçmiştik. Ardından annemin istediklerini verirken, ben de annemin kolundan ısrarla çekiştiriyordum.

“Daye… Daye… Ji mira ji gofret. – Anne… Anne… bana da gofret.” Annem anında köpürmüştü.

“Kızılqurt… Çı… Çııı gofret? – Zıkkımın kökü… Ne… Ne gofreti?” Arada saniyelik bir zaman birimi bırakmadan kulağıma yapıştı. Annem Laz Bakkaldan alacağını almış ve birazdan çıtır çıtır somun ekmeğinden kopardığı parçaya sana yağını sürüp bana verecekti. Yine hayaller dünyasındaydım. Gofrete ne gerek vardı?

 Sokaklarda Türkçe, Kürtçe, Arapça, İbranice, Ermenice ve Süryanice gibi diller akraba dillerdi. Çocukluğumda Laz Bakkal Mahmut Amcanın gelişi ile Lazca da bu dillere katıldı. Bütün bu akraba diller birbirlerinden kelimeler alıp vermelerle daha da büyüdü, zenginleşti.

Kimi zaman benim hayat hikayemi merak edenler de yok değil. Eğer onların iyi insanlar olduğunu sezinlersem, yavaş yavaş açılıyor ve aynen şöyle başlıyorum.

“Saçlarımda yer yer kırlar gözden kaçmasa da size yirmi dört yaşında olduğumu söylemiştim, Fikret Bey. Bildiğiniz gibi adım da Mardinli Rehber Memo. Mardin'den çıkıp Kızıltepe yoluna girdiğiniz zaman ilk önce benim köyümü görürsünüz. Bilmiyorum bu yola hiç girdiniz mi? O zaman görmüşsünüzdür. Yeşillikler içinde sebze ve meyvesi bol olan bir köy. Bir zamanlar ailemizde hiç huzur yoktu. Bu huzursuzluk da ne yazık ki, bir daha hiç gelmeyecek olan çocukluğumu elimden aldı. Çok tatsız olaylar yaşandı. Çocukluğumda bizim sülalemizden biri başka bir sülaleden birisini öldürmüştü. Zamanla her iki sülale arasında bu ölüm her iki taraftan altı kişinin daha öldürülmesine sebep oldu. 

O zamanlar on üç yaşlarındaydım. Sülalenin ileri gelen varsılları, yoksul olan babama para verip onu kandırdılar. Beni karşı taraftan yine fakir olan bir ailenin kızları ile evlenmeye, kız kardeşim Azime'yi de şu an karım olan Meryem’in kardeşi Elo’ya vereceklerdi. Oysa ben okuyacaktım. Hayalimde herkes gibi büyük adam olmak vardı. Çocuktum ve kız kardeşim de benden bir yaş daha küçüktü. Çocukluğumda hep bir bisikletim olmasını isterdim. Evliliğin ne olduğunu bilmiyordum. Bütün çocukluğum boyunca bir bisiklet için yanıp tutuşuyordum. Bu zaafımı gören babam ve akrabalarımız, 'Tamam sana bisiklet alacağız.' diye söz verdiler. Hayalimdeki bu ödül karşılığında ben evlenmeyi kabullenince, benim gibi evlilik nedir bilmeyen kız kardeşimi de kandırdılar. Karşı taraftaki çocuk kurbanlara da başka yollarla bunu zorla kabul ettirdiler. Zengin akrabalarımızın katkıları ile düğünlerimiz yapıldı. Böylelikle her iki taraf arasında barış sağlanacak ve karşılıklı olarak akraba olacaktık. Düğün sonrası ilk işim bisikletimi sormak oldu.”

Babam beni yakamdan hırpalarcasına çekiştirip karşısına çekti ve iyice belerttiği gözleri ile korku salmayı da ihmal etmeden, aynen şöyle söyledi.

“Bak oğlum Memo, ne bisikleti. Ayıptır lan... Sen artık evli barklı adamsın. Bu söylediğini duymamış olayım. Utanmaz arlanmaz herif, gözüm görmesin seni. Hassiktir, şimdi defol ve karının yanına git. Bisiklet falan alamam, sen çocuk değilsin artık!” Anlayacağınız; babam salınan Mardin güvercinleri gibi üst üste taklalar attı. Ben de aç uyuz bir it gibi kuyruğumu ayaklarımın arasında saklaya saklaya evcilik oynadığımız odamıza, karım Meryem'in yanına gittim. Sonbahar misali bütün yapraklarım bir anda döküldü. Hıçkırıklarla ağlıyordum. Meryem de ağladı. Boncuk boncuk akan tuzlu gözyaşlarımız birbirine karıştı. Şairin dediği gibi; 'Kurşun değmiş güvercinlere dönmüştük.' Bizi anlayan yoktu ve bu bizi çok korkutuyordu. Yalnızdık! 

Yüzmeyi öğrensin diye büyük bir havuza atılan, korkusuz bir bebek gibi hayata atıldım. Boğula boğula, derin bir uçurumda tutunan bir bitki misali hayata tutundum, yüzmeyi çok sonraları öğrenebildim, diyebilirim. Aslında bu yaşımda artık evli barklı bir çocuktum. Bir tek sakalım ve bıyıklarım yoktu. Karım da benim gibi daha çocuktu. Birlikte oynuyor, eğleniyor ve büyüyorduk. En çok da saklambaç oynamasını seviyorduk. O diğer kız çocukları ile seksek oynarken ben de onu izliyordum. Bana göre seksek daha çok kız çocuklarının oyunuydu. Ben erkektim ve bunu oynayıp evli bir erkeğin kabarık karizmasını çizdiremezdim. Anlayacağınız Fikret Bey çocuk yaşta evlenmiştim. Rüyalarımda bisiklete biniyor ve kadim şehrimiz Mardin’in altını üstüne getiriyordum. Zaman zaman düşüp yaralandığım ve hemen ardından uyandığım da oluyordu. Ama kırpıştırmalarla gözlerimi açtığım zaman, ne dizlerimde kanayan yaralar, ne de mavi bisikletim ortalarda yoktu. Çocuk yüreğimde alabildiğine sızlayan bir acı vardı. 

 Büyüdük. Hala, ne zaman ve hangi ara bu kadar hızlı büyüdük, buna şaşakalırım. Bu hayatta, bir yanım demeyeyim, ben hepten yarım kaldım. Bir bisikletim olmadı. İçimden koparıp atamadığım, kırık bir oyuncağın verdiği hisse benzer acımtırak burukluk her daim oldu. Yine de iyimser olalım dersek; ellerinizden öper iki oğlum var. Sekiz ve on yaşlarında dünya güzeli çocuklar. Okusunlar ilim-irfan öğrensinler istiyorum. Ufukları geniş ve aydınlık olsun. Birer güzel insan olsunlar. Dünyada bulunan her şeye faydaları ve insani katkıları olsunlar. Başları dik ve onurlu olsunlar. Bir baba başka da ne isteyebilir ki? 

Bize verilen hayatı böyle kuruttular. Hiç değilse ben çocuklarıma iyi örnek olayım diyorum. Onun için önce dışardan orta okulu bitirdim. Şimdi liseyi bitirme sınavlarına giriyorum. Birkaç aya kalmaz hayırlısı ile lise diplomamı da almış olacağım. Durmak yok. Eğitimin ışıklı yolunda çevik adımlar atmaya devam. 

Sizlerden iyi olmasın, kardeşten de öte, can ciğer olduğum, adam gibi adam-sözü özü doğru Süryani bir arkadaşım var. Bana telkâri sanatını öğretiyor. En iyi hobim haline geldi. Oldukça zevkli. O an dalıp gidiyorum ve dünyayı bütün kötülükleri ile yüzüstü kendi halinde bırakıyorum. Yaptığım takıların hepsini eşim Meryem'e hediye ediyorum. Çok severek takıyor. Bu da beni mutlu ediyor. Bazen, karşı taraftan Elo ile evli olan, benim gibi kader kurbanı kız kardeşim Azime'ye de bu takılardan hediye olarak verdiğim oluyor. Onun da gönlünü almış oluyorum. 

Zaman zaman şiirler kendimce yazdığım da oluyor. Tema yelpazem oldukça geniş. İnsan, sevgi, aşk, doğa ve barış konularını çokça işliyorum. Ama şiir yazmak insanda ayrı bir donanımın olmasını gerektirdiği kanısındayım. Okunması kolay, yazması zor. Benim yazdıklarıma da bilmiyorum şiir denir mi? Onu da ancak okuyucu bilir. Bolca okuyorum. Eşimin okumasını da teşvik ediyorum. Okuduğum klasikleri ona anlatıyorum. Can kulağı ile dinliyor beni. 

Okuduğumuzu gören çocuklarımız da hemen küçük ellerine birer kitap tutuşturuyorlar. Büyük oğlum bir kaç gün önce bir ziyaretçimizi kendisine hediye ettiği Küçük Prensi okuyup bitirdi. Evimizin arkasındaki küçük bahçemizi kendi gezegeni ilan etti. Bahçedeki tek gül ağacımızı Küçük Prens gibi sahiplendi. Ağacı kendince buduyor, su veriyor ve bakımını yapıyor, üzerine titriyor. Ağacın tepesinde bir anda kocaman kızıl bir gül fışkırdı. Mis kokusu bütün evimize yayılıyor. Oğlumun gezegeninde henüz bir tilkisi yok. Açtığım kollarımla uçak taklidi yapıp gezegenine iniş yapan pilot da oluyorum. Küçük oğlum bütün tatlılığı ile güle oynaya ağabeyini taklit ediyor, etrafında fır dönüyor. Hal böyle olunca, işte ailede eğitim bu diyorum. Hayatı yarım yamalak bu tür oyalanmalarla bu kerteye getirdik. Bundan sonrası için Hüda kerim. Benim hikayem bu. Şunu da unutmadan söyleyeyim, çocuklarımın ayakları yere basar basmaz kendilerine birer bisiklet aldım. Benim bisikletim hiç olmadı, ama onların birer bisikleti var. Benim rüyalarımda yaptığımı, onlar gerçekte yapıyorlar. Sadede gelecek olursak; bu benim hikayemdi. Umarım başınızı ağrıtmamışımdır? 

Anlayacağınız, aslında içim alev alev yangın yeri gibi. Çok yanan yüreğimi okyanuslar söndüremezdi. Bu yangını, içimdekileri ve hissettiklerimi bir kez daha bu yolla boca ettikten sonra biraz daha hafifledim. Yüreğini yıkatabilir misin, abi? Oysa ben hep yüreğimi, bizim buralarda meşhur olan kilolarca 'bıttım sabunu' ile yıkamayı düşünmüşümdür hep. Aslında demem o ki: İnsan olan, insana kötülüğü, çirkinliği kondurmamalı. Ama benim en yakınım babam, bana kötülüklerin en büyüğünü yaptı. Çocukluğumu gasp etmekte hiç sakınca görmedi. Çocukluk istasyonlarımı hızla geride bıraktım. Her şeye rağmen, kendimden yeni bir ben doğurmaya çalıştım. Üzerinden yeryüzünün geçti de diyebileceğimiz Mardinli Rehber Memo’nun hikayesini dinlediğiniz için teşekkür ederim.”

Bu konuşmalar genelde gezilerimizin sonrasında grup tarafından benim de davet edildiğim restoranlarda oluyor. Sizinle de paylaşayım dedim.

Yoğun bir şekilde gelen grupları Mezopotamya’nın gerdanlığını bu güne değin görmediyseniz, dileğim mutlaka Mardin’e gelmenizdir. Şehrimize geldiğiniz zaman adımı söylerseniz, beni kolaylıkla bulabilirsiniz. Beni bulmanız şart değil elbette. Bu işi benden daha iyi yapan arkadaşlarımız da var. Ama olur ya hikayeme bir de siz kulak vermek ve Mezopotamya’nın havasını birlikte solumak isterseniz bekliyorum. Başım gözüm üstüne! 

Hikayem, bir seyahat öyküsüne dönüşsün istemiyorum. Ama bu kısa açıklamayı yapmadan da rahat edemeyeceğim. Madem zahmet edip buralara kadar gelip bizi şereflendirdiniz, Mardinli bir rehberden naçizane tavsiyem: "Bu kadim şehre gelmişken, güzel bir restoranda, mutlaka bir kadeh rakı için." Derler ki; rakı bardağı Mardin'de buğulandığı gibi dünyanın hiç bir yerinde bu güzellikte buğulanmaz." Kadehinizi "güzel insanlığa" kaldırırken cam bardağın dış yüzeyinde oluşan yağmur incilerini anımsatan görsele bayılacaksınız. Bir de Tanrı'nın akşamları ışıkları söndürmesinin ardından saçlarınıza dökülen yıldızları, evinize dönmeden önce silkelemeyi unutmayın. Bu yıldızlar Mezopotamya'ya ait oldukları için bulundukları diyarda kalmalılar. Benden söylemesi. Güzel insanlığın gülümsemesi hep büyükçe olsun. Şerefe!

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık. Çocukluğumuzda, babamın aylar sonra ilk defa işe gittiğini gören Laz Bakkal Mahmut Amca, annemin isteği olan “bir ekmeği, bir sene yağini” sağ olsun, deftere yazıyordu. Şimdilerde değil yazdırmak, beş kuruşunuzun eksik olması halinde o sıra sıra marketlerden bir ekmek dahi alamazsınız. Es vermeden geçeduran zaman, bu hızlı geçişleri ile birlikte, insanlığı daha da ucube kılıp iyice güdükleştirdi. Allah rahmet etsin, babam üç yıldır kara toprakta, dokuz tahtanın altında yatıyor. Günahı ile sevabı ile babamdı. Çocuk yüreğimi, belki de bilmeden çoraklaştırdı, bildiği o kadardı. Mekanı cennet olsun.

Artık, benim de cebimde az çok bir para olduğu için her hafta kendime ve çocuklarımın da yemeleri için büyük bir kutu kaymaklı olanından gofret alıyorum. Biraz kilo yapıyor, ama benim işim yürümek olduğundan yediğimi kolaylıkla eritiyorum. Bunu yakın bir zamanda çocuklardan ve hanımımdan kesmeliyim. Aksi halde obez olup çıkacaklar. Var olanı kabullendim. O nedenle; ben, gofretlerim, çocuklarımın bisikletleri, çocuklarım ve eşimle gelinen noktada her şeye rağmen mutluyum. Ama hala çocuğum. Çocukluğunu yaşayamamış bir çocuk. Büyüyemedim. Belki de böylesi daha iyi. Buna müsaade etmediler. Çocukluğumu medeniyetler şehri Mardin’de ıskaladım.   

 

Amsterdam, 14 Şubat 2021    

 

9 Şubat 2021 Salı

DOMATES KIRMIZISI POSTA KUTUSU - ÇOCUKLARA ÖYKÜLER




DOMATES KIRMIZISI POSTA KUTUSU

 

Bir zamanlar şehirlerden horoz şekeri gibi şipşirin bir şehrin, orta yerinde ışıl ışıl ışıklarla aydınlatılmış, renk renk çiçeklerle süslenmiş, göbekli yeşil ağaçların bulunduğu geniş meydanında, domates kırmızısı güzel mi güzel bir posta kutusu vardı. Şeker horozu gibi şipşirin şehrin bütün güzel insanları uzaklarda, çok uzaklardaki kendileri kadar güzel olan yakınlarına, çocuklarına, arkadaşlarına, tanıdıklarına ve bütün özlediklerine uzun uzun "sevgil" diye başlayan mektuplar yazarlardı. Bu horoz şekeri gibi şipşirin şehrin güzel mi güzel yeşil, mavi, ela, kestane, siyah, her renkten gözleri ve saçları olan güzel insanları, yazdıkları bu özlem ve duygu dolu mektuplarını her zaman domates kırmızısı güzel posta kutusunun kocaman açık duran ağzından, onun karın boşluğuna doğru heyecanla bir bir atarlardı.

Yine günlerden bir gün, horoz şekeri gibi şipşirin şehrin büyük postanesinin çok da güzel olmayan, kendisini pek bir beğenmiş, fötr şapkalı, koca göbekli, kısa parmaklı, büyükçe burunlu, iri kulaklı, kel kafalı ve devasa bir arabası olan müdürü, elinde kocaman bir torbayla mektupları almak üzere çıkıp geldi. Oflaya puflya cebinden kocaman anahtarı çıkardı. Söylenmeye de devam etti. 

"Bıktım usandım bu işten. Yapacak başka iş mi yoktu? Sana ne be adam, başkalarının mektuplarından? Emekliliğime de az kaldı. Dayanmak zorundayım, bunun başka da çaresi yok ki!"

Anahtarı ile domates kırmızısı güzel posta kutusunun göbeğini bir çevirmede açtı. Horoz şekeri gibi şipşirin şehrin, güzel kadınlarının, yakışıklı erkeklerinin ve birbirinden tatlı çocuklarının yazdığı özlem dolu mektupları, göbekli postane müdürünün kısa parmaklı elleri ile açtığı kocaman torbaya, bir kovadan dökülen su gibi bir anda dökülüverdi.

Bu sırada, beklenmedik bir anda kuvvetli bir rüzgar esti. Postane müdüründen daha hızla "oflayıp puflayan" rüzgar adamın fötr şapkasını başından alıp uçuruverdi. Kabak kafası ortaya çıkan posta müdürü, telaş içinde kısa parmakları ile kabak kafasını örttü. Sonra da kısa adımlarını iyice açtı ve şapkasının arkasından koştu. Fakat yetişmek mümkün değildi ki. Şapka kocaman kanatlı bir kartal oldu, şehrin dışına kadar uçtu ve gözlerden koyboldu.

Ağzı açık duran torbadan, bütün mektuplar da esen rüzgarla uçuştu. Horoz şekeri gibi şipşirin şehrin sokakları ve bahçelerine saçıldı bütün mektuplar. Şeker horozu gibi şipşirin şehrin güzel insanlarının duygu dolu mektupları da bekleyenlerine verilemedi. 

Domates kırmızısı güzel posta kutusu, artık bir fötr şapkası olmayan şişko postane müdürüne kızgınlığından ne yapacağını şaşırdı. Bir daha mektup almamak üzere kapağı ile ağzını sıkıca kapattı. Ellerinde mektuplarla domates kırmızısı güzel posta kutusuna gelenler, posta kutusunun kapağını kapalı buldular. Şeker horozu gibi şipşirin şehrin güzel insanları boyun eğip, domates kırmızısı güzel posta kutusuna küstüler.

“Domates güzeli posta kutusu, ne olur… ne olur ağzını aç da mektuplarımızı atalım,” diye hep birlikte yalvardılar. Fakat posta kutusu inat etti. Ağzını iyice kilitledi. Mektuplar insanların elinde kaldı. 

Ertesi gün şişko postane müdürü elinde kocaman bir çekiç ve tornavida ile geldi. Çekiç ve tornavida ile domates kırmızısı posta kutusunun ağzına üst üste vurdu. Ama domates kırmızısı güzel posta kutusu kocaman ağzını inatla daha çok kapadı.

Akşam üzeri horoz şekeri gibi şipşirin şehrin afacan mavi gözlü çocuğu Peter  de elinde kuzeni için yazdığı bir mektupla geldi. Yalvardı, yakardı ama domates kırmızısı posta kutusu kapalı kaldı. Peter üzüntüsünden ağladı. Ağladı. Ama posta kutusu yine de insaf etmedi.

Bu sırada yaşlı bir kadın da bastonuna yaslana yaslana siyah çantasında, dağların ardındaki oğluna yazdığı bir mektupla geldi. Domates kırmızısı posta kutusu kapalıydı. Mektubu oğluna ulaşmayacak diye üzüntüsünden bayılıp aniden yere düştü. Afacan çocuk Peter koşup yaşlı kadına yardım etti. Onu uyandırdı. Doğrultup bastonunu verdi. Elinden aldığı mektubulayeniden posta kutusuna geldi.

“Posta kutusu… Domates kırmızısı güzel posta kutusu… Ne olur şu kapağı açıver. Benim için açmıyorsan, bak bu yaşlı kadının oğluna yazdığı mektup için aç ağzını, ne olur!” diye yeniden yalvardı. Domates kırmızısı posta kutusu pişman oldu, domates kırmızısından daha da kırmızı oldu. Kızardı, bozardı. Çok da utandı. Ağzını sonuna kadar açtı. Afacan Peter, ninenin mektubunu kıpkırmızı olmuş posta kutusunun karnına doğru sevinçle attı.

“Yaşasınnn… Yaşasın. Teşekkür ederim. Güzel posta kutusu, teşekkür ederim,” diye sevinçle bağırdı. Sonra da domates kırmızısı güzel posta kutusuna kucaklayıp öpüverdi. Mektup atmaya gelen horoz şekeri gibi şipşirin şehrin güzel insanları, posta kutusunun etrafında mutlulukla dans ettiler. Yazdıkları mektupları posta kutusuna sırayla attılar. Afacan Peter yaşlı kadının koluna girdi ve onlarca adımdan sonra mutlu mesut evlerine geldiler. Peter, yaşlı kadının verdiği domates kırmızısı horoz şekerini, kırmızı şeker horozu şirinliğindeki evinin bir köşesinde dilini değdirip-değdirip iştahla yalayıp durdu.

NOT: Bu öykü denemesi, Hollandalı çocuk hikaye ve şiirleri yazarı-şairi Annie G. M. Shmidt’in “Mektup İstemeyen Posta Kutusu” şiirinden esinlenerek yazılmıştır.

 

Amsterdam, 9 Şubat 2021

31 Ocak 2021 Pazar

TANRI ORPHEUS'UN AŞKI



                                                                          Orpheus And Eurydice (Louis Ducis, 1826, oil on canvas)


TANRI ORPHEUS’UN AŞKI

 

           "Ben ölseydim;

           O belki ağlardı.

           Ama o ağlasaydı;

           Ben ölürdüm..."

                               Özdemir Asaf

                                                        

 

“Bir varmış bir yokmuş,” değil. Hem “birin varmışlığı” hem de “bir yokmuşun yokmuşluğu” o zamanlar henüz dile getirilmiyordu. O eski Yunan Mitolojisinde binler… binlerce yıl önce, birbirinden büyüleyici öyküleri ile belki de yüzlerce tanrı ve tanrıça vardı. Bunlar saymakla bitmezdi. 

Öyle pirelerin tellal, keçilerin berber olduğu da henüz söz konusu değildi.  Cinler ciritlerini eski hamam içinde atmıyorlar, çünkü yoklardı. Kalbur, belki saman içinde yuvarlanıyor olabilir ama padişahın üç oğlu veya üç kızı yoktu. O zamanlar padişahların esamesi okunmuyordu ki, oğulları ve kızlarının okunsundu. Babam beşikten, ben ise eşikten düşmedim o zamanlar. Oysa bu düşmeler binlerce yıl sonra olacaktı. Annemin ahşap beşiğini "tıngır mıngır" salladığım da büyük bir yalandı. Ama Yunan Mitolojisinin, o çağlarda, yüzlerce tanrı ve tanrıçaya sahip olduğu ise büyük bir gerçekti.

Bu çok sayda tanrı ve tanrıça arasında bir de Müzik Tanrısı Orpheus bütün cazibesi ile boy gösteriyordu ki, o alabildiğine yakışıklı mı yakışıklı, boylu-poslu ve göz kamaştırıcı bir endamdaydı. Orpheus tam bir “lir” kompozitörü, şarkıcı, müzisyen, şair ve  Yunan Mitolojisinin en son kahramanı olup, Tanrı Apollo ve güzel sesli Kallope’nin oğluydu. Kendileri aslen Trakyalıydılar. O kanlı savaş meydanlarında büyük kahramanlıklar gösteren biri olmadığı gibi, tam tersine duygu yüklü yüreği ile oldukça hassas, zarif ve ağzında mısraların bal misali sözcüklerin döküldüğü insancıl bir şairdi. Orpheus lir çalmaya görsün ince uzun parmaklarının dokunuşları esnasında doğaya yayılan melodilerden mest olan bütün hayvanlar bariş içinde onun kıyısına-yöresine gelir ve can kulağı ile onu dinlemeye koyulurlardı. Öyle ki boncuk mavisi Ege Denizi, coşkun nehirler, dereler, tepeler, dağlar, akarsular, ağaçlar, çiçekler, börtü böcek ve yeryüzünün semalarında kanat çırpan bütün kuşlar şuhu içinde bu melodileri dinlemeye koyulurlar, ardından ürpertici bir sessizliğe bürünürlerdi.  

Müzik Tanrısı Orpheus dere tepe demeden lirini çalıp dolaştığı bir anda tesadüfen karşılaştığı ve müziğinden çok etkilenen peri kızı Eurydike’e bir görüşte deliler gibi aşık oldu. Aşkı, Eurydike tarafından da aynı anda karşılık buldu. Kısa bir süre içinde sevgilileri sarıp sarmalayan bu güzelim aşk, onları çok geçmeden bir araya getirdi ve dillere destan kırk gün ve kırk gece süren, kol kol girilerek sirtakilerin oynandığı, çalgılı çengili bir düğünle mutluluklarını taçlandırıp dünya evine girdiler.

Orpheus günün büyük kısmını karısı masalsı bir güzellikteki Eurydike'ye ayırıyor, onun kadifemsi yanaklarını, beline kadar uzayan dalgalı altın sarısı saçlarını okşuyor, su misali gülümsemesinden bakışlarını alamıyor, gamzelerindeki çukurlara öpücükler konduruyor, yumuk ellerini sürekli tutuyor, uzun uzadıya sohbet ediyor, ona şevda şiirleri okuyor, birlikte gülüyor ve sevdiğinin yosun yeşili gözlerinin derinliklerinde kayboluyordu.

           Evlilikleri eşi benzeri az rastlanır bir mutlulukla devam ederken, hiç beklemedikleri bir anda, olmadık bir trajedi ile yaşamları sekteye uğradı. Eurydike kocası Orpheus’un doğum günü öncesi hazırlıklar yaptığı bir anda bahçede davetliler için koyduğu metrelerce uzunluktaki masada çiçeklerin eksikliğini fark etti. Güneşin upuzun kızıl saçlarını Yunan dağlarından henüz sarkıttığı bir bahar sabahıydı. Taze gelin Eurydike elini çabuk tutup çiçekler toplamak üzere kırlara çıktı. Canlıların gözlerinin görebileceği her yer alabildiğine yeşilin her tonu ve kır çiçeklerine bezenmişti. Turnalar, leylekler ve diğer göçmen kuşlar gittikleri sıcak diyarlardan haftalardır dönmüş, gökyüzünde kafileler halinde uçuşup boy gösteriyorlardı.

Güneş bütün canlılara ve bitkilere ol cömertliği ile sıcaklığını ve ışıklarını sevecenlikle salıyordu. Eurydike alımlı yüzünde kocaman bir gülümseme ile neşe içinde şarkılar söylüyor, ceylanlar gibi hoplaya zıplaya sekiyor, mis kokulu yasemin, gelincik, papatya, mimoza, zambak, şakayık, mor salkım, sümbül, lale, gül, orkide, kasımpatı, nergis, zambak, çiğdem ve doğada bulunan bütün bitkilerden öbek öbek çiçek buketlerini bir araya getiriyordu. Güzel bir doğum günü partisi olmalıydı ve eğlenceye bütün tanrılar davetliydi. O nedenle en küçük bir eksik veya kusur olmamalıydı.

Eurydike dalgın bir halde çiçek toplamaya devam ederken, bu sırada aynı yerde koyunlarını otlatan çoban Aristaios, Eurydike’nin göz kamaştıran güzelliğini gördü ve o anda kendisine vuruldu. Çoban Aritaios kendisini daha fazla tutamadı ve bu olağanüstü güzelliğe sahip olmak için Eurydike'ye saldırdı. Genç kadın topladığı mis kokulu renga renk çiçeklerini bir tarafa bırakıp korku ile yakındaki ormana doğru kaçıp kendisini kurtarmaya çalıştı. Nefes nefese koşarken telaşla bir çukura düştü. O sırada bulunduğu çukurda dinlenme halinde olan zehirli bir yılanın üzerine bastı ve yılan onu bacağından soktu. Düştüğü çukurda acılar içinde kıvranan güzeller güzeli Eurydike tesirli zehrin etkisi ile yosun yeşili gözlerini bir daha açılmamak üzere hayata yumdu. Ormanda bir çalı kuşu art arda yardım çağırmak üzere öttü. Ama onu duyan olmadı. Kanat çırpıp Eurydike'nin yanı başına geldi. Güneş ışınları misali başının atrafına dağılan saçlarından uyanması için çekiştirdi. Uyanmadı. Sinsi yılan çoktan hızlı sürünmelerle oradan uzaklaşmıştı.

Bu oldukça üzücü olayın ardından Orpheus’in yüreği dayanamayacağı acılarla dolup taştı. Sevdiğinin ölümünü kabullenmedi. Duyduğu ıstıraptan ne yapacağını şaşıran Tanrı Orpheus lirini alıp aylarca dağlarda dolandı. Lirinden acıklı melodiler dört bir yana dağıldı. Bütün canlılar ve doğa mest oldu. Ama tek avuntusu müzik dahi yüreğinde duyduğu acıya derman olamadı. Hayatından bütün renkler bir anda silindi. Eurydike’nin varlığı ile duyduğu mutluluktan yüksek burçlu bir kale gibi duran kalbi, cılız bir dal gibi kırıldı. Yüreğindeki keder, onu atıldığı bir kezzap kuyusu gibi yakıp kavurdu.

Orpheus dünya güzeli karısı Eurydike olmadan yapamayacağını bildiğinden, ona yeniden kavuşmak için çareler aramaya koyuldu. Eurydike’nin ruhunu yeraltı ve ölüler Tanrısı Hades ve Tanrıça Persephone’den istemeye karar verdi. Bunun için bir tanrıyı, tanrıçayı ve yer altı dünyasının üç başlı zehirli bekçisi azgın köpek Cerberus’u da ikna etmesi gerekiyordu.

Uzun araştırmalar sonunda yeraltı alemine inen gizli kapıyı buldu ve bu yolda canını dişine takıp hızla ilerlemeye başladı. Bir an önce Eurydike’sını  bulması gerekiyordu. O olmadan yaşama katlanması imkansızdı. Hades ve Persephone’yi konuşarak etkilemeyeceğini bildiğinden, geriye onları bir tek lirinden çıkacak melodilerle ikna edebileceğini düşündü. O nedenle Hades ve Persephone’nun karşısına çıkar çıkmaz lirini eline aldı ve yüreğini kasıp kavuran bütün hüznü ile çalmaya başladı. Çok geçmeden Yeraltı Tanrısı ve Tanrıçası kulaklarına doluşan hüzün dolu melodilerden oldukça etkilendiler. Ceberus dahi çömeldiği yerde bir kez dahi havlamadan sessizce ağzından salyalar akıtıp can kulağı ile dinledi.

Orpheus Müzik Tanrısı olarak yaptığı sunumdan sonra Hades ve Persephone’a isteğini kabul ettirdi. Böylelikle Eurydike ölüler diyarından çıkıp tekrar yaşayanların dünyasına dönebilecekti. Fakat bir şartları vardı. Buna göre; Eurydike, Orpheus’un peşi sıra ölüler dünyasından çıkıp gidecek ve Orpheus bu sırada bir kez olsun dönüp ardına bakmayacaktı. Orpheus şartı aynen kabul etti ve ellerini tez tutup karısını ardına takıp uzun ince yola koyuldular. Tam çıkışa ramak kala, Orpheus karısının ani bir çığlık atması üzerine, ardına bakar bakmaz Eurydike’nin ruhu apansız sonsuzlukta buharlaşıp kayboldu.

Orpheus için acılı günler yeniden başladı. Yaşayanların dünyasında dağlara çekildi. Mecnunlar gibi yüreğinde küskünlüğü ile dolandı. Yedi ay kadar bir zaman, yüreğinde ezilmiş bir gülün hüznü ile bir mağaraya kendisini hapsetti. Karalar bağlayıp gece gündüz derdine ağladı. Daha sonra da “Bakkhalar” tarafından yakalanıp paramparça edilip öldürüldü.

Orpheus öldürülürken mutludur ve yüzünde büyük bir gülümseme vardır. Çünkü sevdiğine bu yolla yeniden kavuşacaktır. Bakkhalar, Orpheus’un bedenini parçalara ayırıp kestikleri başı ve liri ile birlikte nehre attılar.

Nehirde Orpheus’un başını bulan “Musalar”, Lesbos (Midilli) adasında Tanrı Orpheus adına yaptıkları tapınağa nehirden aldıkları başını alıp mezar taşına koydular. O günden sonra bir bülbül gelip mezar taşına kondu ve durmaksızın ötmeye başladı. Bedeninin parçaları ile birlikte atılan lirini de bulan Musalar, Orpheus’un enstrümanı lirini alıp Zeus’a verdiler. Ondan bunu gökyüzüne salması ricasında bulundular. Zeus teslim aldığı liri gökyüzünde diğer yıldızların yanına özenle yerleştirdi.

Her gün başımızı onlarca kez kaldırıp baktığımız deniz mavisi gökyüzünde yeni bir yıldız doğdu ve bilim adamları bu yeni yıldıza “Lyra” adını verdiler. İyice kulak verip dinleyecek olursak, belki de Orpheus’un gökyüzündeki lirinden, yani yıldız Lyra’dan onun ölümsüz aşkını dile getiren melodileri duyanlarımız olabilir. Buna, elbette o an içinde bulunduğumuz hissiyatın yoğunluğu etkili olacaktır.   

Masallardaki gibi "hem birin varmışlığı, hem de birin aynı zamanda yokmuşluğunun" olmadığını söylemiştik. Ama "onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine de yoktu." Gökten de her ne hikmetse tek bir elma dahi düşmedi. Tanrılar mutlu olmayı onlara çok gördü. Orpheus sabırsızlığının cezasını çekti. Tanrılara karşı olan güvensizliği onu çılgınca sevdiği karısından ayırmış oldu. Çehresindeki kocaman gülüşü üşüdü. Yüreğini kuş misali kanatlandıran güneş gülüşlü sevdiği yok oldu. Gönül harını ziyan etti. Ve Müzik Tanrısı Orpheus hatasının kurbanı oldu.

 

Amsterdam, 30 Ocak 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...