BİTLİ SEYYAH
Diyarbakır –
Hançepek (Gavur Mahallesi)
|
Mevsim bahardı, yani sevdiǧimdi. Güneş göz kamaştırıcı renkliliǧi ile insanlığın yağmur
misali serpiştirildiği yeryüzünü, apaydınlık ve sıcacık ışınlarına
boğuyordu. Ağaçlar doludizgin, hummalı bir yeşerme ve çiçeklenme yarışı
içindeydiler. Her biri ayrı bir güzellikteki bin bir kuşun, telaşla kanat
çırpıp konduğu aǧaç dalları, tüm haşmetiyle, sevgili güzelliğindeki mevsimler
mevsimini, binlerce kolunu arşa kadar derin bir
özlemle açarak, huşu ile karşılıyordu.
Bana
gelince, kurbaǧa yeşili elbiseler içinde kaybolmuş, baharın ve sunduǧu onca
güzelliǧin uzaǧında ve bahardan bihaber, acemi bir askerdim. Bu ince uzun, oldukça zahmetli ve
sıkıntılı yolun henüz başlarındaydım. Akşamdan akşama yatmaya gittiğim,
ranzalarla tıka basa dolu askeri koğuşu en az elli kişi ile paylaşıyordum. O
gece de, geç saatlere kadar yoğun askeri faaliyetlerin ardından, yorgun argın,
her yanıma şerbetli bir bal kovanına üşüşen arılar misali, bedenime olan
saldırılarına dur durak vermeyen bitlerin, tüm vücudumda oluşturduǧu kaşıntıdan
dolayı ellerimi, iki karpuzu sığdırma becerisine bir türlü erişemediğim, koltuk
altlarıma ve pek de iri olmayan, mütevazi bedenimin dört bir yanına
götürüyordum. Var gücümle sağlı sollu her yanımı, derimi adeta soyarcasına
kaşımaya çalışıyordum. "Hart hurt" seslerinin birbirine karışarak
kaşıdığım koltuk altlarım, tarifsiz bir şekilde daha çok kaşınıyor, ellerimi
yelpaze gibi aşağı yukarı hareket ettirerek, bu önüne geçilmeyen ve süregelen alışkanlık
ve vücudumdaki iǧrenç, istenmeyen misafirlerden dolayı, çiçek desenli ipek
kumaşından ar perdemi de zaten yırtmıştım. Çekincesiz bütün vücudumu, acınacak
şekilde büyük bir hışımla tırnaklıyordum. Elimi her defasında, bir yerlerime
daldırışımda, içimi allak bullak eden bir tiksinti kaplıyor, kendimden, tüm
bedenimden alabildiğine biçare bir şekilde iğreniyordum.
Deǧil
temizlik için, kana kana içilecek bir bardak içme suyunun dahi yokluğu hat
safhadaydı. Ne kadar temiz ve titiz olursanız olun, en az elli insanın
bütün versiyonlarıyla horlamalar ve yellenmeler eşliğinde
uyuyup, bir nebze de olsa dinlenmeye çalıştığı koğuşlarda, söylentiye göre de;
icra ettiğimiz askerlik branşında tank olarak, ironi ile adlandırılan bir
bitin, Marco Polo’yu dahi sollayacak bir performansla , bir gecede kırk tane
kıçı seyri sefer eylediği de göz önünde bulundurulduğunda, yapabileceğiniz hiç
bir şeyin olmadığı, suratınıza bir şamar gibi çarpıyordu.
O
sabah oldukça erken uyandım. Pır pır eden yüreǧimi, göǧüs kafesime sıǧdırmakta
hayli zorlanıyordum. Günlerdir bekleyedurduǧum an, en nihayetinde gelip
çatmıştı. Bütün askerler, omuzları yıldız yüklü üstlerinden izin koparıp,
hasretlik gidermek, özlem duyduklarına vefa borçlarını ödemek üzere;
memleketlerine, yarine, yarenine, akrabalarına, kardeşlerine, anne ve
babalarına gidiyorlardı. Geldiǧim diyarda, hiç kimsem yokmuş gibi, aldıǧım bir
aylık izini, memleketin bu çok merak ettiǧım kesimini gezip, tanımak için
kullanacaktım.
Güzergahım,
dünyaya açılan “Doğu, şen olduğu söylenen Mardin ve Yeni Kapılarla , onlarca
türküye konu olan, namı diyar Diyaribekir’le başlayacaktı. Önce şehrin hamamına
gidip, bir güzel yıkandım. Bitlerle dolu elbiselerimi yıkanması için kuru
temizlemeye vererek, izin sonrasında almak üzere yola koyuldum.
Şehrin
hemen girişindeki otobüs garajı tam anlamı ile ana baba günüydü. Yolcular pür
telaş, itişme ve kakışma ile birbirlerine çarparak solluyor, ellerindeki
valizleri, çuvalları yerlerde sürüklerken, önüne gelenin ayağına hiç
istiflerini bozmadan vuruyor, bir kaç metre ileride bulunan gişeye ulaşmaya
çalışıyorlardı. Yük olarak sadece küçük bir çantam vardı. Çantamı sırtıma
vurup, bitlerimden arınmış olarak kaşıntısız bir halde, bilet almak üzere
sıranın bana gelmesini bekliyordum. Uzunca bir zaman sonra, Petrol Turizm’in
eski model otobüslerinden birinin arka koltuklarına kapağı atıp, ver elini
sevgili Diyarbekir dedim. Her şey alabildiğine tuhaftı. Ben sivil
elbiselerimle halkın içinde yer aldığım gibi, ne bir kaşıntı ne de
bedenimde habire gezinen istenmeyen misafirlerim
vardı. Dağları, tepeleri, ovaları ve güzel bir kadın boynuna asılan inci
bir kolye gibi yılankavi bir kıvrımla durup dinlenmeden habire coşkuyla çağıldayan Dicle
nehrini aşıp, büyük bir merakla bir an önce görmek istediğim Diyarbakır’a,
devasa bir karpuz maketini gerilerde bırakarak geldik. Kendimi apansız haşmetli
bir yükseklikte olan, tarihin abideleri olan Diyarbakır surlarının gölgesinde
buldum. Surlar adeta karşılıklı olarak birbirlerine “eey tarih” diye
bağrışıyorlardı.
Etrafı
bir güzel kolaçan ettikten sonra, o “kuçe” senin bu kuçe benim diyerek olabildiğince yeri
kısa zamanda gezip, dolaşmaya çalıştım. Tarihe tanıklık eden surların
gölgesinde yükselen beton yıǧını yüksek binalar, yüzlerce yıllık
sarp burçlara bakıp, yarattıkları görüntü kirliliǧinden hicap ediyorlardı.
Dillere destan Diyarbakır surları ve kalesi. Ve Ahmet Arif:
“Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanamazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal...
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem
Ayvasına, narına can dayanamazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal...
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem
Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim loooy...
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...”
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim loooy...
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...”
Yüreǧimde
muhteşem mısraların, lirik güzelliǧinin daha bir arttıǧı ve bir o
kadar da anlam kazandıǧı dizelerin getirisi hoş duygular ile şehri
adımlayadurdum. Gezip, görülecek çok yer vardı. Güzel görünümlü bir lokantaya
dalıp, Diyarbakır’ın meşhur “çakıl ekmeğini” yemeǧe
bandıra bandıra, tadını çıkararak yedim. Bir şey dokunmuş olacak ki, her
beş dakikada bir tuvalete gidecek kadar ishal olunca, zamanımın büyük bir
kısmını ne yazık ki, Diyarbakır tuvaletleri arasında mekik dokumakla geçirdim.
Selahattin Eyyubi Pasajına henüz adımımı atmıştım
ki, aceleyle tuvaletin yolunu tutmak zorunda kaldım. Derken üst üste dört
beş kez ziyaret ettiğim tuvaletin, geniş holünün arka duvarına Yılmaz Güney’in
büyükçe bir posterini gururla asmış olan gence:
“Keko bu böyle olmayacak, iyisi mi ben
buradan bir kaç saatliğine çıkmayayım. Zaten gidip gelerek, tüm harçlığımı da
bu yolda harcayacağım. Gel istersen seninle anlaşalım, her seferinde üç yüz bin
lira vereceğime, gel bu işi götürü işi yapalım ve sana topluca bir para verip,
hiç değilse bir saat kalayım.”
Ağıt filminden alınan posterinde boynu
bükük olan Yılmaz Güney gibi, O da aynı yönde paralel bir şekilde boynunu
bükünce, karşımda iki eǧik kafa görür oldum. Bu teklifimin ardından tuvalet
görevlisi genç yerinden kalkıp, bükük boynunu düzelterek, tezgahından biraz
daha öne çıkarak:
“Yok abey, biz o zaman zarar ederiz” deyince gülmekten kendimi
alamadım. Gence ve postere sevgi ile bakıp, biraz önceki bükük boyunları göz
önünde bulundurarak, kabul ettim. Uzun bir süre bu pasajda kaldıktan sonra,
kendimi pek iyi hissetmesem de, en yakın tuvaletleri gözüme kestire kestire
Diyarbakır’ın sokaklarına kona göçe tekrar daldım. Sur boyunca uzayıp giden
kahvelere dalıp, gözlerimle habire meşhur Diyarbakır “qırıxlarını” aradım.
Ömürlerinin yarısı kahvehanelerde, yarısı da hücrelerde geçen, karakolu bir
nevi kahvehaneleri, kelepçeyi ise kol saatleri olarak gören qırıxlar Diyarbakır’ın vazgeçilmez
bir parçasıydı. Bu kahvehaneleri dolduran qırıxlar, sivri burunlu yumurta topuklu ayakkabılarının topuklarına
basarak, ceketlerini omuzlarına atmış bir şekilde, sandalyelere Nasrettin
Hoca’nın eşeğe ters oturması gibi onlar da ters oturup, büyükçe bir halka
oluşturarak, yüksek kahkahalar eşliğinde, bir yandan da ellerindeki Erzurum oltu
taşı, Galatasaray ve Diyarbakırspor renklerini içeren tespihlerini ustaca bir
beceri ile yukarı doğru sallayıp:
“Ne belledin bıre min, hadi yürü, anca gidersin.”
“Yok ya, bize de mı lolo ula qeşmer, ula kevaşe”
“Bana bak, qılo pılo yapma. Tamam mi?”
Daha
sonra sıra sıra tarihi Hüsrev Paşa, İskender Paşa, Lala Bey, Fatih Paşa
ve on birinci yüzyıldan günümüze kadar ayakta kalmakta direnen Ulu Cami. Yer
yer kimi harabeye dönüşen, Diyarbakır insanının hoş görüsünün sembolü
olan; Mar Pityan, Tiny ve şu an harebe olan Ermeni Kilisesi. Hançepek veya diǧer adıyla Gavur Mahallesi. Eyvanlı
evleri, hanları ve hamamları, onlarca dilin bir zamanlar birbirine
karıştığı kuçeleri, bağları ve bahçeleri ile ayaklar
altına serilen tarih diyarı Diyarbakır. Binlerce insanın gelip oturup
Diyarbakır’a özgü karpuz çekirdeklerinin üst üste büyük bir ustalıkla
çitletilip yendiği, ailelerin bir araya gelip piknik yaptıkları koskoca Koşu
Yolu Parkı. Tüm fakirliği ile eskiden Gavur Mahallesi’de denilen Ermenilerin
bugün ne yazık ki terk etmek zorunda kaldıkları ve yüzlerce yıl barış
içinde yaşadıkları nami diyar büyükçe bir müzeyi andıran Hançepek.
Diyarbakır’a
vardığımda, buranın oldukça karmaşık bir hava içinde olduğunu gördüm. Telaşlı
insanlar, fakirlik, seyyar satıcıların yoğunluğu, keşmekeş olan trafik insanda
hemen bıtkınlık yaratıyordu.
Biraz oyalandıktan sonra, sırasıyla Batman, Kurtalan, Baykan, Adilcevaz, Ahlat, Bitlis, Gevaş, Van, Erciş,
Patnos, Tutak, Hamur, Ağrı ve son nokta Doğubeyazıt. Bu inci gerdanlığının her
tanesinde durup, bir veya iki gün kalarak, her yerin güzelliğini sindirerek,
yüreǧimdeki yerlerini kalıcı hale getirdim. Ağrı dağının
görkemine, güzelliğine, ulaşılmazlığına vurulup, kendini kaybetmemek elde
değildi. Bu daǧda, anlaşılamayan, anlatılamayan bir müthişlik ve apayrı
başkalık vardı. Zirvesinde barındırdıǧı karlarla, süt beyazı gelinliǧi ile nazlı,
cilveli, işveli ve güzeller güzeli bir gelini andırıyordu. Lakin ortada damat
yoktu ve bu güzelliǧe aday olabilecek kimsecikleri bulmak olanaksız
gibiydi. Dağın yamacında genişçe bir ovaya kurulmuş olan, Doǧu Beyazit’ta
görülmeye oldukça değerdi. Kaldığım üç gün boyunca saatlerce Ağrı
Dağı’nın o eşsiz ihtişamına dalıp, rahatladım ve suk büyük bir huzur
duydum.
Elbette
Van, Bitlis ve inci gerdanlığın diğer parçaları da göz kamaştırıcıydı. Tüm bu
diyarları ağaçlara kazınan, oklu kalpler, isimler gibi yüreğime kazıyarak dönüş
yolculuğuna koyuldum. Seyahatim sona ermişti. Yola çıkarken aldığım küçük
çantamı tekrar koluma takarak, kuru temizleme dükkanın yolunu tutup, bitlerden
arındırılmış olan elbiselerimi alıp, tekrar askeri kışlanın yolunu tuttum.
Yüreğimdeki burukluğu ve mutluluğu birbirleri ile barıştırmaya çalışarak, en az
altı yedi yüz kişinin birden yemek yediği yemekhaneye daldım. Arkadaşlarımın
bulunduğu masalardan birinde şaşkın bakışlar altında, yerimi
aldım. Arkadaşlarımın hepsi tek tek gelerek, hal hatır soruyorlar,
seyahatimi merak ediyorlardı. Kendimi çok iyi hissediyor ve de tek kelime ile
“HARİKA” diyordum. Yolun uzunluğu ve yorucu olması ve yolda yemek molasının
uzun süre verilmemesinden olsa gerek, çok acıktıǧımı hissettim. Sonuçta karavana gelip, bizim masaya da yemek
dağıtmaya başladılar. Şansıma yemekler de oldukça güzel görünüyorlardı.
Tabağımı önüme çekip, üst üste bir kaç kaşık alırken, bir taraftan da bir
şeyler anlatan arkadaşımı, başım eğik dinliyordum. Tam da muzip bir şey
anlatmaya başlamıştı ki, arkadaşıma doğru başımı kaldırıp, yüzüne bakmamla,
gözlerimi anında büyük bir iǧrenti ile çevirmem bir oldu. Aman tanrım ne
göreyim, gülerek anlatmaya devam eden arkadaşımın yanağından yukarılara doğru
seyri sefer eyleyen ve emdiği kanla iyice semirip, kırmızımsı bir görünüm alan
bir biti görünce, neye uǧradıǧımı şaşırdım. Midem allak bullak oldu. İstifra
etmemek için kendimi zor tutup, arkadaşlarıma çaktırmadan, özür dileyerek,
koǧuşların yakınındaki çay ocağının yolunu tuttum.
Öyle
ya, ben seyahatımı sona
erdirip dönmüşken, seyahat sırası bu kez kıçtan başlayıp, kellede sona
erdirecek olan bir bitteydi.
Amsterdam, 21Haziran
2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder