7 Nisan 2013 Pazar

BİTLİ SEYYAH


 BİTLİ SEYYAH

Diyarbakır – Hançepek (Gavur Mahallesi)
         Mevsim bahardı, yani sevdiǧimdi. Güneş göz kamaştırıcı renkliliǧi ile insanlığın yağmur misali serpiştirildiği yeryüzünü, apaydınlık ve sıcacık ışınlarına boğuyordu. Ağaçlar doludizgin, hummalı bir yeşerme ve çiçeklenme yarışı içindeydiler. Her biri ayrı bir güzellikteki bin bir kuşun, telaşla kanat çırpıp konduğu aǧaç dalları, tüm haşmetiyle, sevgili güzelliğindeki mevsimler mevsimini, binlerce kolunu  arşa kadar derin bir özlemle açarak, huşu ile karşılıyordu.
         Bana gelince, kurbaǧa yeşili elbiseler içinde kaybolmuş, baharın ve sunduǧu onca güzelliǧin uzaǧında ve bahardan bihaber, acemi bir askerdim. Bu ince uzun, oldukça zahmetli ve sıkıntılı yolun henüz başlarındaydım. Akşamdan akşama yatmaya gittiğim, ranzalarla tıka basa dolu askeri koğuşu en az elli kişi ile paylaşıyordum. O gece de, geç saatlere kadar yoğun askeri faaliyetlerin ardından, yorgun argın, her yanıma şerbetli bir bal kovanına üşüşen arılar misali, bedenime olan saldırılarına dur durak vermeyen bitlerin, tüm vücudumda oluşturduǧu kaşıntıdan dolayı ellerimi, iki karpuzu sığdırma becerisine bir türlü erişemediğim, koltuk altlarıma ve pek de iri olmayan, mütevazi bedenimin dört bir yanına götürüyordum. Var gücümle sağlı sollu her yanımı, derimi adeta soyarcasına kaşımaya çalışıyordum. "Hart hurt" seslerinin birbirine karışarak kaşıdığım koltuk altlarım, tarifsiz bir şekilde daha çok kaşınıyor, ellerimi yelpaze gibi aşağı yukarı hareket ettirerek, bu önüne geçilmeyen ve süregelen alışkanlık ve vücudumdaki iǧrenç, istenmeyen misafirlerden dolayı, çiçek desenli ipek kumaşından ar perdemi de zaten yırtmıştım. Çekincesiz bütün vücudumu, acınacak şekilde büyük bir hışımla tırnaklıyordum. Elimi her defasında, bir yerlerime daldırışımda, içimi allak bullak eden bir tiksinti kaplıyor, kendimden, tüm bedenimden alabildiğine biçare bir şekilde iğreniyordum.
         Deǧil temizlik için, kana kana içilecek bir bardak içme suyunun dahi yokluğu hat safhadaydı. Ne kadar temiz ve titiz olursanız olun, en az elli insanın bütün  versiyonlarıyla  horlamalar ve yellenmeler eşliğinde uyuyup, bir nebze de olsa dinlenmeye çalıştığı koğuşlarda, söylentiye göre de; icra ettiğimiz askerlik branşında tank olarak, ironi ile adlandırılan bir bitin, Marco Polo’yu dahi sollayacak bir performansla , bir gecede kırk tane kıçı seyri sefer eylediği de göz önünde bulundurulduğunda, yapabileceğiniz hiç bir şeyin olmadığı, suratınıza bir şamar gibi çarpıyordu.
         O sabah oldukça erken uyandım. Pır pır eden yüreǧimi, göǧüs kafesime sıǧdırmakta hayli zorlanıyordum. Günlerdir bekleyedurduǧum an, en nihayetinde gelip çatmıştı. Bütün askerler, omuzları yıldız yüklü üstlerinden izin koparıp, hasretlik gidermek, özlem duyduklarına vefa borçlarını ödemek üzere; memleketlerine, yarine, yarenine, akrabalarına, kardeşlerine, anne ve babalarına gidiyorlardı. Geldiǧim diyarda, hiç kimsem yokmuş gibi, aldıǧım bir aylık izini, memleketin bu çok merak ettiǧım kesimini gezip, tanımak için kullanacaktım.
         Güzergahım, dünyaya açılan “Doğu, şen olduğu söylenen Mardin ve Yeni Kapılarla , onlarca türküye konu olan, namı diyar Diyaribekir’le başlayacaktı. Önce şehrin hamamına gidip, bir güzel yıkandım. Bitlerle dolu elbiselerimi yıkanması için kuru temizlemeye vererek,  izin sonrasında almak üzere yola koyuldum.
         Şehrin hemen girişindeki otobüs garajı tam anlamı ile ana baba günüydü. Yolcular pür telaş, itişme ve kakışma ile birbirlerine çarparak solluyor, ellerindeki valizleri, çuvalları yerlerde sürüklerken, önüne gelenin ayağına hiç istiflerini bozmadan vuruyor, bir kaç metre ileride bulunan gişeye ulaşmaya çalışıyorlardı. Yük olarak sadece küçük bir çantam vardı. Çantamı sırtıma vurup, bitlerimden arınmış olarak kaşıntısız bir halde, bilet almak üzere sıranın bana gelmesini bekliyordum. Uzunca bir zaman sonra, Petrol Turizm’in eski model otobüslerinden birinin arka koltuklarına kapağı atıp, ver elini sevgili Diyarbekir dedim. Her şey alabildiğine tuhaftı. Ben sivil elbiselerimle halkın içinde yer aldığım gibi, ne bir kaşıntı ne de bedenimde habire gezinen istenmeyen misafirlerim vardı. Dağları, tepeleri, ovaları ve güzel bir kadın boynuna asılan inci bir kolye gibi yılankavi bir kıvrımla durup dinlenmeden habire coşkuyla çağıldayan Dicle nehrini aşıp, büyük bir merakla bir an önce görmek istediğim Diyarbakır’a, devasa bir karpuz maketini gerilerde bırakarak geldik. Kendimi apansız haşmetli bir yükseklikte olan, tarihin abideleri olan Diyarbakır surlarının gölgesinde buldum. Surlar adeta karşılıklı olarak birbirlerine “eey tarih” diye bağrışıyorlardı.
         Etrafı bir güzel kolaçan ettikten sonra, o “kuçe” senin bu kuçe benim diyerek olabildiğince yeri kısa zamanda gezip, dolaşmaya çalıştım. Tarihe tanıklık eden surların gölgesinde yükselen beton yıǧını  yüksek binalar, yüzlerce yıllık sarp burçlara bakıp, yarattıkları görüntü kirliliǧinden hicap ediyorlardı. Dillere destan Diyarbakır surları ve kalesi. Ve Ahmet Arif:
“Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanamazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal...
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem

Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim 
loooy...
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...”
Yüreǧimde muhteşem  mısraların, lirik güzelliǧinin daha bir arttıǧı ve bir o kadar da anlam kazandıǧı dizelerin getirisi hoş duygular ile şehri adımlayadurdum. Gezip, görülecek çok yer vardı. Güzel görünümlü bir lokantaya dalıp, Diyarbakır’ın meşhur  “çakıl ekmeğini”  yemeǧe bandıra bandıra, tadını çıkararak yedim. Bir şey dokunmuş olacak ki, her beş dakikada bir tuvalete gidecek kadar ishal olunca, zamanımın büyük bir kısmını ne yazık ki, Diyarbakır tuvaletleri arasında mekik dokumakla geçirdim. Selahattin Eyyubi Pasajına henüz adımımı atmıştım ki, aceleyle tuvaletin yolunu tutmak zorunda kaldım. Derken üst üste dört beş kez ziyaret ettiğim tuvaletin, geniş holünün arka duvarına Yılmaz Güney’in büyükçe bir posterini gururla asmış olan gence:
“Keko bu böyle olmayacak, iyisi mi ben buradan bir kaç saatliğine çıkmayayım. Zaten gidip gelerek, tüm harçlığımı da bu yolda harcayacağım. Gel istersen seninle anlaşalım, her seferinde üç yüz bin lira vereceğime, gel bu işi götürü işi yapalım ve sana topluca bir para verip, hiç değilse bir saat kalayım.”
Ağıt filminden alınan posterinde boynu bükük olan Yılmaz Güney gibi, O da aynı yönde paralel bir şekilde boynunu bükünce, karşımda iki eǧik kafa görür oldum. Bu teklifimin ardından tuvalet görevlisi genç yerinden kalkıp, bükük boynunu düzelterek, tezgahından biraz daha öne çıkarak:
“Yok abey, biz o zaman zarar ederiz” deyince gülmekten kendimi alamadım. Gence ve postere sevgi ile bakıp, biraz önceki bükük boyunları göz önünde bulundurarak, kabul ettim. Uzun bir süre bu pasajda kaldıktan sonra, kendimi pek iyi hissetmesem de, en yakın tuvaletleri gözüme kestire kestire Diyarbakır’ın sokaklarına kona göçe tekrar daldım. Sur boyunca uzayıp giden kahvelere dalıp, gözlerimle habire meşhur Diyarbakır  “qırıxlarını” aradım. Ömürlerinin yarısı kahvehanelerde, yarısı da hücrelerde geçen, karakolu bir nevi kahvehaneleri, kelepçeyi ise kol saatleri olarak gören qırıxlar  Diyarbakır’ın vazgeçilmez bir parçasıydı. Bu kahvehaneleri dolduran qırıxlar, sivri burunlu yumurta topuklu ayakkabılarının topuklarına basarak, ceketlerini omuzlarına atmış bir şekilde, sandalyelere Nasrettin Hoca’nın eşeğe ters oturması gibi onlar da  ters oturup, büyükçe bir halka oluşturarak, yüksek kahkahalar eşliğinde, bir yandan da ellerindeki Erzurum oltu taşı, Galatasaray ve Diyarbakırspor renklerini içeren tespihlerini ustaca bir beceri ile yukarı doğru sallayıp:
“Ne belledin bıre min, hadi yürü, anca gidersin.”
“Yok ya, bize de mı lolo ula qeşmer, ula kevaşe”
“Bana bak, qılo pılo yapma. Tamam mi?”
         Daha sonra sıra sıra tarihi  Hüsrev Paşa, İskender Paşa, Lala Bey, Fatih Paşa ve on birinci yüzyıldan günümüze kadar ayakta kalmakta direnen Ulu Cami. Yer yer kimi harabeye dönüşen, Diyarbakır insanının hoş görüsünün sembolü olan; Mar PityanTiny ve şu an harebe olan Ermeni Kilisesi. Hançepek veya diǧer adıyla Gavur Mahallesi. Eyvanlı evleri, hanları ve hamamları, onlarca dilin bir zamanlar birbirine karıştığı kuçeleri, bağları ve bahçeleri ile ayaklar altına serilen tarih diyarı Diyarbakır. Binlerce insanın gelip oturup Diyarbakır’a özgü karpuz çekirdeklerinin üst üste büyük bir ustalıkla çitletilip yendiği, ailelerin bir araya gelip piknik yaptıkları koskoca Koşu Yolu Parkı. Tüm fakirliği ile eskiden Gavur Mahallesi’de denilen Ermenilerin bugün ne yazık ki terk  etmek zorunda kaldıkları ve yüzlerce yıl barış içinde yaşadıkları nami diyar büyükçe bir müzeyi andıran Hançepek.
         Diyarbakır’a vardığımda, buranın oldukça karmaşık bir hava içinde olduğunu gördüm. Telaşlı insanlar, fakirlik, seyyar satıcıların yoğunluğu, keşmekeş olan trafik insanda hemen bıtkınlık yaratıyordu. Biraz oyalandıktan sonra,  sırasıyla Batman, Kurtalan, Baykan, Adilcevaz, Ahlat, Bitlis, Gevaş, Van, Erciş, Patnos, Tutak, Hamur, Ağrı ve son nokta Doğubeyazıt. Bu inci gerdanlığının her tanesinde durup, bir veya iki gün kalarak, her yerin güzelliğini sindirerek, yüreǧimdeki yerlerini kalıcı hale getirdim. Ağrı dağının görkemine, güzelliğine, ulaşılmazlığına vurulup, kendini kaybetmemek elde değildi. Bu daǧda, anlaşılamayan, anlatılamayan bir müthişlik ve apayrı başkalık vardı. Zirvesinde barındırdıǧı karlarla, süt beyazı gelinliǧi ile nazlı, cilveli, işveli ve güzeller güzeli bir gelini andırıyordu. Lakin ortada damat yoktu ve bu güzelliǧe aday olabilecek kimsecikleri bulmak olanaksız gibiydi. Dağın yamacında genişçe bir ovaya kurulmuş olan, Doǧu Beyazit’ta  görülmeye oldukça değerdi. Kaldığım üç gün boyunca saatlerce Ağrı Dağı’nın o eşsiz ihtişamına dalıp, rahatladım ve suk büyük bir huzur duydum.
         Elbette Van, Bitlis ve inci gerdanlığın diğer parçaları da göz kamaştırıcıydı. Tüm bu diyarları ağaçlara kazınan, oklu kalpler, isimler gibi yüreğime kazıyarak dönüş yolculuğuna koyuldum. Seyahatim sona ermişti. Yola çıkarken aldığım küçük çantamı tekrar koluma takarak, kuru temizleme dükkanın yolunu tutup, bitlerden arındırılmış olan elbiselerimi alıp, tekrar askeri kışlanın yolunu tuttum. Yüreğimdeki burukluğu ve mutluluğu birbirleri ile barıştırmaya çalışarak, en az altı yedi yüz kişinin birden yemek yediği yemekhaneye daldım. Arkadaşlarımın bulunduğu masalardan birinde şaşkın bakışlar altında, yerimi aldım. Arkadaşlarımın hepsi tek tek gelerek, hal hatır soruyorlar, seyahatimi merak ediyorlardı. Kendimi çok iyi hissediyor ve de tek kelime ile “HARİKA” diyordum. Yolun uzunluğu ve yorucu olması ve yolda yemek molasının uzun süre verilmemesinden olsa gerek, çok acıktıǧımı hissettim. Sonuçta karavana gelip, bizim masaya da yemek dağıtmaya başladılar. Şansıma yemekler de oldukça güzel görünüyorlardı. Tabağımı önüme çekip, üst üste bir kaç kaşık alırken, bir taraftan da bir şeyler anlatan arkadaşımı, başım eğik dinliyordum. Tam da muzip bir şey anlatmaya başlamıştı ki, arkadaşıma doğru başımı kaldırıp, yüzüne bakmamla, gözlerimi anında büyük bir iǧrenti ile çevirmem bir oldu. Aman tanrım ne göreyim, gülerek anlatmaya devam eden arkadaşımın yanağından yukarılara doğru seyri sefer eyleyen ve emdiği kanla iyice semirip, kırmızımsı bir görünüm alan bir biti görünce, neye uǧradıǧımı şaşırdım. Midem allak bullak oldu. İstifra etmemek için kendimi zor tutup, arkadaşlarıma çaktırmadan, özür dileyerek, koǧuşların yakınındaki çay ocağının yolunu tuttum.
         Öyle ya, ben seyahatımı sona erdirip dönmüşken, seyahat sırası bu kez kıçtan başlayıp, kellede sona erdirecek olan bir bitteydi.

Amsterdam, 21Haziran 2006                                         



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...