13 Nisan 2013 Cumartesi

ESKİ RADYO



ESKİ RADYO    
         
         
       Bu ani esinti nereden geldi, bilemiyorum, ama balonlu bir cikletten çıkmadıǧına eminim. Aylardır bir eski radyo merakı bütün kolları ile sarmaş dolaş sarıp sarmaladı beni. Bu tutku rüyalarımı dahi gasp eder oldu. Oysa bilinen şarkılardan biri (hani şu balık etli ve de butlu bir şarkıcının seslendirdiǧi), bu merakımı gidermem konusunda yol gösterip, tüyo verse de, çok şükür, bende hasıl olan merakıma kapılmayı göze alıp, o daracık ve tehlikeli çatı katlarına tırmanacak kadar da azıtmadım daha. Ama aylardır gittiǧim her yerde, egoma mal olmuş; hayalimdeki transistörlü, sarı ışıklı ve güzel mobilyalı radyoyu bulma hevesimin, kaygımın ve isteǧimin önüne geçemiyorum. Gözlerim olur olmaz iliştikleri her alan ve ortamda, gönlümde taht kuran, eski radyoyu arayıp, duruyorlar. Belki de insan yaşlandıkça, eskiye raǧbet eder hale mi geliyor, diye de düşünmeden edemiyorum.
         Ne yazık ki, şimdiye deǧin gördüǧüm eski radyolar; ya istediǧim gibi deǧiller, ya da heves ettiǧim türe biraz yakın olsalar da, üzerlerine iliştirilen kırışık etiketlere yazılan kargacık-burgacık rakamlar, ederinin çok üzerinde. Bu demektir ki arz ve talep yüksek ve bu merak bir tek bana özgü deǧil. Şimdilik bir arayış içindeyim. Görünen o ki, daha beyhude olarak görmediǧim bu arayış, daha uzun süre devam edeceǧe de benziyor. Her tarafı kolaçan etmenin dışında yapılacak bir şey yok gibi.
         Merak saldıǧınız obje eski olunca, insan istemi dışında da olsa, geride bıraktıǧı uzun yıllara da her defasında dönüp, bakmadan edemiyor. On bir yaşından sonra, köyden “her bahtı karanın görmek istediǧi” büyük şehir – başkent Ankara’ya geldiǧımde, pilli radyolar yerlerini, elektrikli olanlara bırakmak zorunda kaldılar. Tam o yıl, devlet büyüklerimizin iyi tarafına gelmiş olacak ki, yaşlı babalarının ceplerindeki paraları döküp, saçarak köye hizmet babında elektrik konforunu sunmuşlardı. Hızla dönen devranla birlikte, gerilere dönüp, bu şimdilerin bir yandan antik olmaya yüz tutan, nostaljik radyolarına merak salacaǧımı tasavvur etmem, o zamanlar elbette zordu.
         Büyük şehrin getireceǧi sorunların küçük olacaǧı beklentisi haliyle yanılgıydı. Hele de ilkokula başladıǧın güne kadar bir kaç kelime Türkçe biliyor ve bu dili o yaştan sonra öǧrenip, bu büyük metropole geliyorsan, işin ta başından, yabancısı olduǧun bu hayata 2-0 yenik başlıyorsun demektir. Aǧır sayılabilecek bir Kürt aksanı ile yer alma uǧraşısında olduǧun toplum, hoş görünün istenen yakınlıǧında olmayınca, yaşam senin için daha da güçleştiǧi gibi, çoǧu zaman da alay konusu olmaktan kendini kurtaramıyorsun. Kürt kökenli bir çocuk olmak, söz konusu olan, o yıllarda dünyanın en onur kırıcı ve mahcup edici bir zaman birimi idi ki, bu günümüze deǧin de böyle süregeldi.
         Okul sıralarında teneffüs zili çalıp, kendini bahçeye attıǧı an, Kürt kökenli çocuk sınıf arkadaşlarının en büyük maskarasına dönüşürdü. Etrafını hemen onlarca öǧrenci sarar, merakla onların da müslüman olup, olmadıǧı, Kur’ana ve Hz. Muhammed’e inanıp inanmadıǧınızı soranlar olduǧu gibi, ardınızda pantolon içine sakladıǧınıza inandıkları kuyruǧunuzun uzunluǧunu merak edip, soracak kadar ileri gidenlerle karşılaşmamak da olası deǧildi. Onlar gibi konuşamamak çok üzüntü verirken, arkadaşlarının Türkçe konuşma esnasında, aǧızlarını ne kadar açtıklarına, dillerini nasıl oynatıp, ön dişlerine ne denli bastırdıklarına dikkat etsen de, nafile. Deǧişen pek bir şey olmaz. “Mişli geçmiş zamanı” en güzel Kürt çocukları kullanır. Onlar “Şimdiki, gelecek, geniş ve geçmişte devam eden” gibi karmaşık zamanlara yabancıdır. On yıl sonra yapılacak bir eylemi dahi, tek sermayeleri olan, meşhur  “mişli geçmiş zamanla” anlatılmaya çalışırlar. Bu aksan aǧırlıǧının getirdiǧi  ezikliǧi, o zaman için hissettiǧin utancı, aşaǧılanmayı ve ötekilenmeyi; son zamanlarda benim için bir tutku haline gelen eski bir radyo gibi, alıp bir taraflara veya olmadı, çatı katına kaldıramazsın. O aǧır aksan her daim bir gölge misali seninle birliktedir. Belki de diline Japon yapıştırıcıları ile yapıştırılmıştır, diye düşünmeden edemezsin. Neden söküp atamıyorum diye hayıflanıp durmanın bir getirisi olmaz. Yüreǧindeki kırıklıkları, ancak çocuk olarak seninle aynı konumda olan ve gayri insani küçümsemelere maruz kalan başka küçük bir insan anlayabilir. Başkaları tarafından kurulacak empati hissi biraz uzakçadır.  
         Her defasında dokunaklı yüreǧini hiçe sayıp, görmezlikten gelen, seni alaya almak isteyen arkadaşların, ne zaman ki etrafına üşüştüklerini gördüǧün zaman, hayalindeki “horozlu şeker” ansızın elinden kayıp, yerlere düşer gibi olur. Yerden almaya yeltensen de, o şeker artık, kuma, kire, utanca, ezikliǧe, mahcubiyete, ötekileştirilmeye ve aşaǧılanmaya bulanmıştır. Oysa şairin dediǧi gibi deǧil midir, insani yaşam:
"Hangi çiçek diğerini sarı açtı diye ayıplar
Hangi kuş farklı ötünce diğerine yasak koyar

                                      Şerafettin Taş" 
           Yaş kemale erip, ellili yıların üstünü, acelesi varmış gibi hızla ve büyük bir kıvraklıkla tırmanırken, bütün Kürt çocuklarının yaşadıǧı duygular olan, bu nahoş hisleri ne denli eski bir radyo misali alıp, kendi nezdimde bir yerlere kaldırabildim bilemiyorum. Gönül ister ki; sadece Kürt çocuklarının deǧil, bütün gezegenimizin ve varsa diǧer gezegenlerdeki çocukların horozlu şekerleri utanç, eziklik, mahcubiyet, ötekileştirme ve aşaǧılamanın kumuna, kirine, pasına düşmesin ve buna göz yummayalım. Dünyanın en masum beşerleri olan çocuklar, bu altından kalkamayacakları, kişiliǧini kemiren ve hayata tutunmak adına var olması istenilen özgüvenlerini derinden sarsan, masum kalplerinde onulmaz yaralar açan travmalara maruz kalmamalarıdır. Buna hiç kimselerin hakkı olmasa gerek. Aǧır da olsa kene misali yapışan aksanımızı da artık, eski radyolar misali bir yerlere saklama uǧraşısı içine girmemizin de bir anlamı yok. Bulabilirsek güzelim nostaljik radyolarımızı alıp, evimizin baş köşesinde bir yer ayırıp, üzerine bir de baş tacımız annelerimizin, el işi göz nuru bir dantel örgüsünü kondurmaya ne dersiniz. Radyonuzun düǧmesini açtıysanız, şarkıyı duyuyor olmalısınız.
Çok geç kalmışız canım,
Vakit bu vakit deǧil.
Eski radyolar gibi,
Çatıya saklanmış aşk.”
 Biraz arabesk koksa da, güzel bir şarkı. Ardından bir jazz kanalına yönelip, işte bu deyip, hep yarım kalan horozlu şekerlerimizi yemeye devam ederek, o muhteşem melodilere kulak verelim.
Fugees’den “Killing me softly with his song” ve ardından Nina Simone: “I put a spell on you.” Radyonuz hayırlı olsun, güzel melodilerle yüzünüz hep gülsün, horozlu şekeriniz hiç düşmesin-bitmesin. İyi dinlemeler.

Amsterdam, 13 Nisan 2013


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...