13 Mayıs 2013 Pazartesi

DENEME - KÜFELİK



KÜFELİK

“Baharın İlk
 Sabahları
Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: `Sıkıntılar duradursun!`
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.”
 
                                       O. Veli Kanık

         Dünyanın hangi noktasında yer edinirsek edinelim, bulunduǧumuz yere mahsus etrafımızı sarıp sarmalayan pek çok sorun her daim olacaktır. Hayata gözlerimizi açtıǧımız güzelim toprakların uzaǧında, sürgün hayatı yaşayan bizlerin de, kendimize ve yer aldıǧımız coǧrafyaya özgü, belirli güçlüklerimiz yok deǧildir. Bu zorlukların başında, elbette geldiǧimiz yere ve orada bulunan sevdiklerimize karşı ince bir sızı halinde, yüreǧimizin bir kıyıcıǧında eksik etmediǧimiz özlemimizdir. Bunu sırasıyla üstesinden gelinmesi zor olan, diǧer güçlükler takip ederler ki, onların olmadıǧı bir hayat zaten tasavvur bile edilemez.
         Fakat var olagelen bu güçlükleri ciddiye almak, bunlar üzerinde sürekli kara kara düşünmek ve çözüm aramak durumları da kişiden kişiye deǧişiyor. Kimi insan sorunların içine gark olsa dahi, hiç istifini bozmaz, en ciddi problemlere doǧru yönelip, bana mısın demez. Biz “pinpirikliler” kişiliǧimizde olmayan bu rahatlıǧa ve vurdum duymazlıǧa kimi zaman içten içe imreniriz. Biraz olsun, gamsız olabilmeyi çok da arzuladıǧımız olur. Ama bu yapıda bir karakterimiz yoksa, nafile. Bu yönde göstereceǧimiz her çaba, hiç bir deǧişikliǧi getirmez. Gösterdiǧiniz bütün uǧraş yanınıza kar kalır ki, aslında olduǧunuz gibi kalmanız, çok daha iyidir. İnsanı çileden çıkaran aymazlıǧa, o denli özenmenize pek de gerek duymamamız, kişiliǧimiz için daha vaz geçilmezdir.
         Oysa ara sıra da olsa; kırışık uniformalı, badem bıyıklı postacımızın getirdiǧi mektubu zahmet edip açmamak, gelen araba cezasını, çok kazanıyormuşuz gibi vergi borcunu, elektrik faturasını veya kirayı ödememek, bir süreliǧine de olsa her şeyi saman altına çekmek, bütün girişimler zamanında yapılacak diye, sıkıntı içine girememek, strese meydan vermemek, ne kadar da anlık rahatlıklar getirecektir. Böyle bir lüksümüz olmadı ve olmayacaktır. Ne olur ki, verilen randevuya, bir defaya mahsus, görüşmemiz beş yaşında bir çocukla da olsa, yarım saat geç kalsak veya unutup hiç gitmesek, yer yerinden mi oynar, yoksa dünyanın sonu mu gelir? Yok efendim yok, asla olmaz, biz buna gelemeyiz. Başkalarını bekletemeyiz, bir diǧerini hafif de olsa incitemeyiz, gelecek bütün zararın ihalesini, yorgun savunmamıza paşa paşa yükleriz. Sen kurallara, randevuma, başkalarına karşı saygıda kusur etmeyeceǧim, ödememi zamanında yapacaǧım diye kendi kendine hayıflanarak içten içe özünü tüketirken, ara sıra da olsa imrendiǧimiz gamsızlar; en işlek caddenin ortasına arabalarını park ederler, çok önemli de olsa sözleştiǧi yere gitmez, gelen haciz ve mahkeme  tebligatlarını zahmet edip, zarfını dahi açmazlar. Efsunlu mudurlar nedir bilinmez, parmaklarını dahi kıpırdatmadıkları halde, bu kişilikler hiç bir hasara uğramazlar. Kapısı açık arabasına kimse dokunmaz, günlerce illegal bir şekilde park ettiǧi veya kırmızıda geçtiǧi, trafikte, çok asosyal bir kabalıkta ve başkalarının hayatını riske atacak halde yer almalarına karşın, “zatı-alileri” her nedense, polisin gözlerinden ırak olurlar. Kimileri bunu şans olarak adlandırsa da, çoǧu insan, nereden sökün ettiǧi bilinmeyen, bahşedilen bu ayrıcalıǧın zerresine sahip olamazlar.
         Acaba, aylarca dünyada ne olup, bittiǧini merak etmemek, bulunduǧun gezegenin herhangi bir yerindeki, hiç tanımadıǧın, görmediǧin insanların acısını yüreǧinde hissedememek, açlıktan kıvranan çocukları düşünmemek, kurban seçilip,  sebepsiz yere sırtından kurşunlanan ile sendelememek, derisinin renginden dolayı bir kafeye dahi alınmayan birinin her şeye ve herkese kahredişini duymamak, Sunay Akın’ın bir şiirinde yer aldıǧı gibi; bıçakla parçaladıǧın bir elmadan çıkan kurtcuǧun öz yurduna yaptıǧın saldırıyı görememek, müslümanlıkta söylene geldiǧi gibi; komşusu aç iken deǧil tok, tıka basa tıkınıp, zıbardıǧı halde  ömrü boyunca islamı savunmak, zümrütler saçan aǧacın, inen baltalarla iniltisini duymamak, dengesi altüst olan dünyaya, hızla deǧişen iklim koşullarına seyirci kalmak, kanadı kırık yerde yatan minik serçeyi incitmeden alıp, minik gagasına öpücük verip, kanadını sarmamak nasıl bir hissiyattır.
         Başını alıp, yitip gitmeli, sıkıntılara dur demeli, yakayı silkelemeli, gayrık yeter mi demeli? Peki bütün bunların bir yararı olur mu, bilemiyeceǧim. Gamsızlık; yine de ne yazık ki demeyeceǧim, iyi ki de pek çoǧumuza oldukça dar gelen bir gömlek. Yoksa nice olurdu dünyanın “pek de iyiye gitmeyen” acınacak hali. Her ne kadar imrensek de, bizlerin bildiǧimiz yoldan milimlik bir sapma göstereceǧimizi hiç sanmıyorum. En hafif bir çıkışta da, yanı başımızdaki derin şarampole yuvarlanıp, kafamızı kolumuzu kırmaktan başka bir seçeneǧimiz olmayacaktır. Ama bazen hayatın bizleri ne denli yorduǧunu, bazı kısır döngüler ve usandırıcı rutin uǧraşılarla, inanılmayacak kadar gına getirdiǧi de hepimizin malumudur.
         Bilinen bazı şarkılara da konu olmuştur. “Öyle bir sarhoş olsam ki, dertlerimi unutsam“  gibilerinden, bu hafif dalgalı sulara açılmak insanın içinden geçmiyor deǧil. Belki bir an için de olsa, girdiǧimiz debdebenin dışında kalır, beynimizi, yüreǧimizi ve bedenimizi resetlemiş oluruz. Oturduǧum yerde, böylesi bir özentinin akabinde, hayalimde ayakta dahi duramayacak kadar sarhoşmuşum gibi olur, tökezleyerek düşe kalka yürür, salyalar akar, gözlerim sonuna kadar açılır, baǧıra çaǧıra içimden geçenleri avazım çıktıǧı kadar baǧırırım. Dünyayı parmaǧımın ucuyla yerinden oynatır, süper güçlere dahi kafa tutar ve herkesi buyruǧum altında bulurum.
         Bulunduǧum ülkede, pazarlardan zengin hanımlarının aldıklarını taşıyan küfeli hamallar yok. Ülkemde de artık bu yük taşıyan insanlara rastlamak mümkün olmasa gerek. Yukarıda gözlerimin önünde beliren hayalde, zomluk derecesindeki sarhoşluǧun ardından, kendimi hep plastik kokan poşetlere doldurulmuş kilolarca domates, salatalık, elma, portakal yıǧını gibi görür, bir hamalın küfesine konulmuş şekilde, evin kapısında yere atılmak üzere yol alırken bulurum. Bu hülya aralanıp, kendime geldiǧimde, göbeǧime ve aǧırlıǧıma bakar, gördüǧüm ütopik rüyamdan dolayı, bu kilolarla bir insana kendimi taşıtmış olduğumu göz önünde bulundurur ve yine de bu denli sarhoş kılıp, taşıyamamış olmanın getirisi olan durumdan, kendimden utanırım.
         Bu dünyadan bir günlük de olsa, her türlü sıkıntıyı takmayacak kadar küfelik olamadan, günü geldiǧinde tıpış tıpış çekip, gideceǧiz. Zaten küfecilik mesleǧi de yer yüzünden silindiǧine göre, bu hayale gülümseyerek el sallamak zorunluluǧu ile karşı karşıyayız.
         Güzelliklere özenmeyi yeǧlerken, temennimiz; her türlü sıkıntı ve zorluk bize ulaşılmayacak uzaklıklarda bulunsun. Aǧzımızda “baharın ilk sabahlarının“ hazzı, yüreǧimiz insani coşkularla dopdolu ve daha iyi nefes alıp, verdiǧimiz bir ferahlık olsun. 

Amsterdam, 13 Mayıs 2013 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...