30 Mayıs 2014 Cuma

DON



  DON

          Gök gürültüleri ile bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan hemen sonra çıkan, gökyüzünü, ak gerdanlı bir gelin misali süsleyen gökkuşağı renklerinin ardında, V harfi halinde sıralanmış bir turna sürüsü, artık soğumaya yüz tutan İç Anadolu bozkırını ahenkli kanat çırpınışları ile terk ediyorlardı. Görünen o ki, belli bir hüzün içinde idiler. Güzergahları Camili Köyü üzerinden, daha sıcak diyarlara doğru olan turnalar uzaklaşırlarken, köy muhtarı Hamza’nın üç göz dam evi , yağmur boyunca dört ayrı noktada damlıyordu. Muhtar Hamza evdeki tencereleri bu dört ayrı noktaya koşturadururken, karısı Heve kızgın bir edayla, kırmızı yüzlü yün minderde oturup, camdan dışarı bakan Tanrı misafirine aldırmadan gelip, tencerelerden ikisini yemek yapmak için Hamza’nın elinden aldı. Misafir meraklı gözlerle bakarken, olup biteni görmemiş gibi davranmaya özen gösterse de, bu bakışlar, Hamza’dan kaçmadığı gibi misafir deyip, katlanıyor, ama bir an önce çekip gitmesini de çok istiyordu. Hamza şaşkındı, yağmur durduğu halde ev damlamaya devam ediyordu. Ne yapacağını bilmeden anlamsız gözlerle misafirine baktı. Keşke zamanında evinin damına yeterince killi topraktan atmış olsaydı.
          Misafiri garip biriydi. Camili’li olmadığı gibi Devleti Aliyeyi Osmanlı’dan da hiç değildi. Hamza’nın damının damladığı zaman yıllar – yüz yıllar önce idi. Tamı tamına 1836 lı yıllardı. Tanrı misafiri Fransız coğrafyacı Perrot adında, kafasındaki sarı saçları döküldüğünden tepesi oldukça parlak, bıyıklı-sakallıydı. Yeşil kadife bir kumaştan yapılmış çantasından çıkardığı kağıtlara sürekli notlar düşüyordu. Köydeki insanlara, giyimlerine, konuşmalarına, hangi durumda güldüklerine, hangi durumda hüzünlendiklerine, ağıtları, masalları, neler pişirip yediklerine, nasıl hareket ettiklerine bakıp, öğrendiği bir kaç kelimeyi yan yana getirip, ilginç sorular soruyor ve ardından da mürekkebe batırdığı diviti ile uzunca notlar alıyordu. Muhtar Hamza, ne zaman misafiri köylülerin arasına karışıp, onlara abuk sabuk sorular sorsa, yüreği ağzına geliyordu. Köylüleri gizlice sıkıştırıyor, paylıyor, üzerlerinde baskı kurup, sorduğu sorulara cevap vermemeleri yönünde uyarıyor, aksi halde onları devlete şikayet edeceğine dair tehditler savuruyordu. O'nun Köylülerinden istediği tek şey: bilmiyorum, duymadım, görmedim idi. Her ne kadar kavi durmaya çalışsalar da, muhtar Hamza’nın gazabından nasiplerini yeteri kadar alıyorlardı.
          Perrot Fransa’daki öğrencilik yıllarında tesadüfen Orta Doğu’da Kürt olarak adlandırılan ve Mezapotamya’ya yayılmış olarak yaşayan göçebe bir toplumun varlığı, kendisinin garip bir şekilde ilgisini cezbetmişti. Bunun üzerine, bu konu ile bir coğrafyacı olarak yakından ilgilenmeye, olanakları dahilinde araştırmalar yapmaya ve hatta Kürtçe öğrenmeye başladı. Coğrafya eğitiminin ardından araştırmalarına devam ederken, İç Anadolu’ya büyük bir Kürt göçünün olduğunu, bu onlarca yıl öncesine dayanan hareketliliğin nedenleri, nerelerden geldikleri konusunda kafa yoruyordu. Ve derken tüm bu olup biteni yerinde görmek üzere, günlerce süren bir yolculuğun ardından soluğu Camili Köyü ve çevre köylerde aldı. Ankara, Kırşehir, Konya, Yozgat ve diğer tüm çevre illerin ilçelerine binlerce Kürt göç etmiş ve buralarda yerleşik hayata geçerek köyler oluşturmuşlar, çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Perrot tüm araştırmalarına, art arda sorularına rağmen dişe gelir bir bilgi alamıyordu. İnsanlar sanki ne olup bittiğinden bihaber, hafızaları ise unutmaya ayarlanmıştı. Perrot yine de araştırmalarını derinleştirip, civar köylere gidip, en küçük detaya kadar bilgi toplamaya çalışıyordu. Bu arada muhtar Hamza, Camili köylüleri üzerindeki baskılarını her gün daha da artırıyordu. Oysa köylüler Perrot’a artık iyice ısınmışlar, hatta bir kaç kelime de Fransızca öğrenmişlerdi. Camili’ler güneşin doğuşu ile birlikte, birbirlerine “bonjour”, teşekkür mahiyetinde de “merci” ve hitaplarında “madam” veya “monsieur” demeye başladılar. Günümüzde dahi, bu kelimeler sürekli kullanılageldiğinden bazı Camili’ler tarafından hala kullanılmakta. Aynı zamanda Perrot da Kürtçesini bir hayli ilerletti. Köylüler Perrot’la şakalaşıyor, O’nu evine davet ediyorlardı. Köyden Misto, Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki en iyi arkadaşlarıydı. Kendi aralarında şakalaşıyorlar, akşamları masalları ile ün salan Şixo masallar anlatıyor, Perrot anlamakta zorlandığı kısımları tekrar tekrar soruyor ve bütün duyduklarını not alıyordu.
          Camilili can dostları Perrot’la sadece şakalaşmak, arkadaşlık etmekle kalmıyorlardı. Perrot’un da kendileri gibi müslüman olması için O'na yalvarıp yakarıyorlardı. Perrot kendilerine bu isteklerini, ne yazık ki, yerine getiremeyeceğini, zaten bir kaç güne kadar da ülkesine döneceğini anlattı. Bunun üzerine Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki bu ısrarlarından vazgeçtiler. Kısa süre sonra kendilerini terk edeceğinden dolayı da üzüntüye boğuldular. Perrot’un da üzüntüsü hal ve hareketlerinden belli oluyordu. Silo daha fazla dayanamadı Perrot’a sıkı sıkı sarılırken, gözlerinin buğulanmasına hakim olamadı. Kalan zamanda evleri çok dar da olsa, Perrot’u Muhtar Hamza’nın evine göndermediler.
          Hamza köylülerine çok kızgındı. Bağırıp çağırıyordu. Neyse ki Perrot o günün sabahında erken saatte köyden ayrılıyordu. Bu kendisini biraz olsun rahatlatsa da, hıncını nazlanmasına rağmen karısı Heve’den aldı. Heve’yi yatağa devirdiği gibi, yan odada uyumakta olan oğlu Celal, kızları Keziban ve Zahide’yi uyandırma korkusunu ensesinde hissederek, uzun uzadıya sevişti. Kendisini tamamen kaybettiği bu hararetli sevişme esnasında Perrot’u ve sözünü geçiremediği hain köylülerini bir anlık da olsa aklından çıkarmayı başardı. Kulağına dört bir yandan horoz sesleri gelirken, köyün imamlığını yapan Memo da toprak damlı caminin üzerine çıkıp, ezan okumak için çivileri paslı kavak ağacından yapılan merdivene doğru yürüdü. Sabah olmak üzereydi. Heve yıkanmaları için ahırdan bir kaç odun ve tezek getirip, avurtlarını şişirip üfleyerek ateşi tutuşturdu. Güğümdeki sudan dans eden buharlar yükselmeye başlamıştı ki, tekrar uyuya kalan kocası muhtar Hamza’yı yıkanması için öç alırcasına, canını acıtarak dürttü. Hamza güçlükle uyandı. İmam Memo’nun okuduğu ezanı hiç duymadı. Zaten camiye gidecek durumda da değildi. Heve’ ye bir kez daha sarıldı. Ama Heve kaşlarını çatarak, Hamza’yı hışımla itti. Hamza düşecekmiş gibi sendelese de, badanası yer yer çatlayıp dökülen duvara tutunup, dengesini buldu. Hevesi kursağında kalan, yüksek makam sahibi muhtar Hamza, ayaklarına geçirdiği çarıklarını yere sürte sürte, karanlıkta toz kaldırarak, yıkanmak üzere ahırın yolunu tuttu.
          Ahırda yıkanmasına yardımcı olmak için karısı Heve kendisini bekliyordu. Heve’den işittiği azarlama etkisini göstermiş olacak ki, ikinci defa Heve’yi köşeye sıkıştırmaya yeltenmedi. Artık yaşlanmaya yüz tutmuş olan, ‘Kınalı’ diye adlandırdıkları eşekleri kendi mekanında bulunan Heve ve Hamza’dan rahatsız olmuş olacak ki, ahırın içinde dolanıp duruyordu. Kınalı’nın huzursuzlandığını gören Heve, usulcacık sakinleşmesi için sırtını okşadı. Heve, her ne kadar güllü eşarbının altından omuzlarına doğru sarkan kıvrım kıvrım saçlarını süpürge etmediyse de, O’nu el bebek gül bebek çocuklarından ayırmadan büyütmüştü. Kınalı’yı daha bir kaç günlük yavru iken, bekçi Heco’dan almıştı. Heco seyrek bıyıklarını bura bura nazlanıp, vermek istemediyse de Heve’nın ısrarına dayanamamıştı. Ne de olsa muhtarın karısıydı. Kınalı bu, nazlı bir eşekti. Her yalaktan su içmez, her otu beğenmezdi. Gözlerinin güzelliği zaten anlatılamazdı. Heve kınalı’yı o kadar çok sevmesine rağmen, Hamza da bir o kadar bu dünyalar güzeli ağzı var dili yok hayanı sevmiyordu. O’nu kıskanıyor muydu ne. Her ne zaman Hamza, Kınalı’yı gizliden dövse, Heve günlerce küs kalıyordu. Kınalı’nın boynuna sarılıp, uzun uzun ağlıyordu. O da kendisinin bir yavrusu sayılırdı.
          Hamza pencere bulunmayan karanlık ahırda üstünü çıkardı. Bu sırada Heve soğuk ve sıcak suyu büyük bir kapta birbirine katıp, ılıklaştırmaya çalışıyordu. Hamza hala üzerinden atamadığı uykusundan dolayı gözlerini ovuştururken, bu arada çıkardığı donu, dolanmakta olan Kınalı’nın sırtına geldi. Heve, Hamza’nın sırtını sabunlarken defalarca “oohlayıp” durdu. Ohlamaları son bulunca, gusül abdesti aldı. Bu sırada Kınalı sırtında Hamza'nın donu ile O’nun oohlamalarından sıkılmış olacak ki, açık olan kapıdan dışarı çıktı. Kınalı evlerin arasından dolana dolana köy meydanındaki caminin yanına geldi.
          Gün aydınlanmıştı. Caminin önünde bir kalabalık vardı. Köylüler kadınlı erkekli Perrot’u uğurlamaya gelmişlerdi. Silo’nun karısı Melek ve Şevki’nin karısı Pulli yas havasında hüngür hüngür ağlıyorlardı. Perrot bütün köylüler ile uzun uzun sarılıp, duygulu anlar yaşayarak vedalaştı. Vedalaşmanın ardından yolculuk zamanı gelmişti. Kadınlar yolda yemesi için çörekler ve Perrot’un çok sevdiği gözlemelerden hazırlamışlardı. Büyük bir minnetle, büyük yeşil gözlerini kısıp onlara baktı. Camili’li kadınlar oğullarını askere gönderir gibi duygusallaşmışlardı. Bütün kalabalık gözlerini belerterek muhtar Hamza’yı arasa da nafile idi, görünürlerde yoktu. Bu sırada bir eşeğin anırma sesleri köylülerin ve Perrot’un dikkatini çekti. Cami önündekilerin gözleri aynı anda karşıda sırtında muhtar Monsieur Hamza’nın donu bulunan Kınalı’ya çevrildi. Kınalı’yı hemen tanımışlardı. Perrot’u uğurlamaya muhtar gelmemişti ama, sırtında Monsieur Hamzanın donu ile Kınalı gelmişti. Perrot ardına bakarak, gözlerden ırayıncaya kadar el salladı. Defalarca "merci... merci..." diye mırıldandı.
          Camili köylüleri Fransa’dan kendileri için yollara düşen ve ayrılmak üzere olan bu genç bilim adamına, “cemaz ul evvellerini" anlatamamışlardı ama, muhtar Monsieur Hamza’nın kimin donunu giydiğini çok iyi biliyorlardı. 

Amsterdam, 30 Mayıs 2014 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...