11 Mayıs 2014 Pazar

NALAN



NALAN
                                                                    “Anneler gününde, anneme”

Camili Köyünün bir sigara içimi uzağında, ekin tarlalarının hemen ardında, cılız bir eşeğin kemikli sırtını andıran ve çok da yüksek olmayan tepeliğin yamacında bulunan, büyük bir taşın altında kök salıp, üzerindeki ağır yüke inatla, canını dişine takarak, hayata tutunmaya çalışıyordu Nalan. Toprağın verimli olmasından da olacak, Nalan adlı bu çalı gereğinden daha fazla dallanıp, serpilip, budaklandı. Tepesi gittikçe yuvarlak bir şekil alırken, iyiden iyiye sıcaklığını hissettiren güneşe küçük dikenler ve minicik çiçeklerle kaplı dallarını sallayarak, gülümsüyordu. Seyrek de olsa, üzerine konup, konaklarken, etraflarını gözetleyip, sıkıca tutundukları dallarının, bu dünya güzeli serçeleri inciteceği kuşkusu ile zalim dostu taşın kuytusunda mutlu olmaya çalışıyordu.
Günlerden birgün, koca göbeği ile bir fıçıdan pek farkı olmayan Osso, tarlasına giren inekleri kovalamaktan dönerken, nefes nefese kalıp, çalı Nalan’in kök saldığı taşın üstüne olanca ağılığı ile çöreklenince, kökleri kuyuya inen ağır bir kovayı taşıyan kendir gibi zedelenip, yarı yarıya koptu. Çalı Nalan, bu devasa büyüklükteki, kaba saba kanatsız kuşun konaklamasından pek hoşlanmadı. Bir zaman sonra hasar gören kökleri onulmaz yaralar aldığından, çalı Nalan’ın irili ufaklı diken ve minik beyaz çiçeklerden oluşan gövdesi hızla sertleşip, renk değiştirmeye başladı. Güneşin de etkisi ile kuruyan gövdesi, daha yeşilliğini koruyan köklerinden kopmak üzere idi. En hafif bir rüzgar esintisi olması halinde, kökleri ile vedalaşmak zorunda kalacaktı.
Beklenen rüzgar bütün cılızlığına karşın, öğle üzeri geldi ve Çalı Nalan’ı köklerinden koparmaya yetti. Önce büyük bir acı duydu. Kökü taşın altından uzanıp, gitme, bensiz yapamazsın yanımda kal der gibi idi. Ama elinde değildi. Emir büyük yerdendi. Rüzgara kapılıp, buralardan gitmekten başka çıkar yolu yoktu.
Bu Çalı Nalan’in ilk yolculuğu idi. Tarla aralarında boy veren papatyalara ve gelinciklere hafif dokunuşlarla, güzelim kır çiçeklerinin mis kokularını sindirerek yoluna devam etti. Bir kaç yüz metre ilerlemişti ki, Murtaza adlı büyük bir deve dikeni Nalan’i durdurdu. Rüzgar da kesilmek üzereydi. Murtaza ile olan bu taciz durumlarından pek hoşlanmadı. Hafiften devam eden rüzgarın yardımı ile bir iki debelenme, kendisini Murtaza’nın dikenli kollarından, derin bir “ohh…” çekerek kurtardı.
Derken çıkan yeni bir rüzgara kapılıp, Murtaza’dan bir hayli uzaklaştı. Yaklaşık dört yüz metrelik bir yolculuktan sonra, köye daha yakın olan bir düzlükte durdu. On metre yakınında, neredeyse köyün bütün erkekleri toplanmışlardı. Başlarında siyah cübbeli köyün imamı vardı. Oldukça büyük bir kuraklık hakimdi. İç Anadolu’nun bozkır toprakları, bir damla yağmur damlasına hasret kalmıştı. Köylüler bir araya gelip, yağmur duasına çıkmışlardı.  En ön safta bulunan, yağmurun yağıp yağmaması değil de, gerçekleşmesi halinde alacağı bahşişleri hesaplayan Yozgat’lı Hüsamettin imam efendinin öncülüğünde, yüksek sesle dualar okuyup, ellerini gökyüzüne kaldırıyorlardı. Aralarından bazıları meraklarını gideremeyip, takke yerine ters taktıkları şapkalı kafalarını gökyüzüne doğru kaldırıp, birbirlerine çaktırmadan bakıyorlardı. Boncuk mavisi, bulutsuz gökyüzünde hiç bir kıpırtı yoktu. Hüsamettin imam efendinin de bahşiş işi, tesadüf eseri yağacak olan başka bir yağmur duasına kalıyordu. Diğer yandan, onlarca köylü bir araya gelip, Allah’a yalvarmaya geldikleri halde, olur a, duaları kabul olur da yağmur yağarsa, hepsi sırıl sıklım ıslanacaktı. Kendileri de, büyük ihtimalle dualarının kabul görmeyeceği konusunda ikircikli olacaklar ki, hiç birisi beraberinde bir şemsiye veya yağmurluk getirmemişti. Belki de; rahmet yağsın da, ıslanmaya razıyız mı, diyorlardı. Ama her halukarda, yanlarına birer şemsiye almış olsalardı, daha inandırıcı olabilirlerdi elbette.
Köylüler ters çevirdikleri kasketlerini düzeltip, moralleri bozulmuş olarak, evlerinin yolunu tuttular. Çalı Nalan, hayatında ilk kez bu kadar seyahat ettiğinden yorulmuş olacak olacak ki, o geceyi kıpırtısız bulunduğu düzlükte geçirdi.
Sökün eden şafak serinliği, Çalı Nalan’ın kuruyan dallarını nemlendirmişti. Aldığı nem ile daha bir ağırlaşan Çalı Nalan, günün bu erken saatlerinde çıkan rüzgarlara kanıp, yeni maceralara kapılmadı. Olduğu yerde biraz daha vakit geçirip, dinlendi. Çok geçmeden gücünü daha bir toplamış olan sabah rüzgarına gayri ihtiyari boyun eğmek zorunda kaldı. Köye yaklaşmak beraberinde tehlikeyi de getirse, Çalı Nalan evlerin arasına dalıp, insanların yaşantılarını görmeyi çok istiyordu ve şans yaver gittiğinden esintinin yönü istediği gibiydi. Pek çok badireyi atlatıp, aşılmaz engelleri ardında bıraktıktan sonra, sakinleşen rüzgarla birlikte Çalı Nalan da duruldu. Burası eski harman yerinde yer alan kırık dökük Camili Köyü İlkokulu’nun yanı idi. Yeni bir rüzgar çıksa ve Çalı Nalan’ı hafiften bir zıplatsa penceresi açık olan sınıftaki, siyah önlüklü-beyaz yakalı çocukları görecekti. Ön sırada oturan alabulus tıraşlı Muzaffer parmak kaldırıp, ayağa kalktı.
“Örtmenim, ben dün Ali ve Şükrü ile saklambaç oynuyordum. Onların ikisi de birbiri ile Kürtçe konuştu. Kürtçe konuşmak yasak. Ben örtmenime söylerim dedim. Ama benim sözümü hiç dinlemediler.”
Mehmet öğretmen elindeki sopayı kendi avucunun içine hafiften vurup, ansızın hiddetlendi.
“Ali ve Şükrü çabuk buraya gelin.” Çocuklar titreyerek, sıraların ön tarafına çıktılar. Yalvaran gözlerle Mehmet öğretmene bakıyorlardı. Fakat kabahatları büyüktü ve affedilecek tarafı yoktu. Kesinlikle cezalandırılmaları gerekiyordu. Hiddetinin çıtası en yükseğe çıkan Mehmet öğretmen;
“Sağ ellerinizi uzatın.” Titremeleri daha da artan çocuklar sağ ellerini uzattılar. Öne doğru çıkan ellerle, sopa büyük bir yankı ve çocukların iniltileri ile defalarca buluştu. Sıra sol ele geldiğinde, pipisini sol tarafına denk gelecek şekilde iç çamaşırı ile sıkıştıran Şükrü, daha fazla acıya ve korkuya dayanamadı. Bacağının üzerinden aşağılara doğru akan çişi sımsıcak bir akıntı ile babasının daha yeni aldığı Sümerbank’ın Beykoz marka ayakkabısının içine, oradan da taşıp, yere küçük bir göl halinde yayıldı. Sınıfta bulunan ve bu ağır suçu işlemeyen çocuklar katıla katıla gülüyorlardı. Birbirlerini dürterek;
“Lo… lo bak Şükrü altına işedi…. Kih… kih.” Şükrü’nün durumunu gören Mehmet öğretmen etrafa yayılan kokunun da etkisi ile daha da sinirlenip, bir kaç kez de çocuğun kıçına vurdu. Şükrü yere kendi çişinin üzerine yüzükoyun düşüp, yığıldı. Ali ise ayakta kalmayı ve çişinin üzerindeki kontrolünü yitirmeden titremeye devam ediyordu. Mehmet öğretmen de yorulmuş olacak ki, bir kahraman edası ile dayak sırasında rahat hareket etmek için gömleğinin topladığı kollarını yeniden açıp, yan gözlerle sınıfın içinde sergilenen ilim-irfan manzarasını zafer sarhoşluğu içinde izliyordu.
Çalı Nalan çıkan yeni bir rüzgarla köyün içine doğru yol aldı. Çok fazla ilerleyemedi. Rüzgarın kesilmesinden dolayı ancak Heyderi Hecike’nin evinin tandırına kadar gelebildi. Tandırın duvarından öteye gidemedi. O sırada Heyderi Hecike bir önceki gün Çalı Nalan’ın da tanıklık ettiği ve kendisinin de bizzat ve şemsiyesiz olarak, ters çevirdiği, sekiz olmazsa da altı köşeli kasketi ile katıldığı, yağmur duasının da bir fayda getirmediği kaygısı ile yeniden ekinleri kontrole gidiyordu. Traktörünü kendisine has bir dinginlikle çalıştırdı, etrafına bakındı ve o sırada ekmek yapmak üzere hamur karan karısı Kör Zewe’ye dönüp;
“Ben ekinlere bakmaya gidiyorum. Bir saate kadar gelirim.” Deyip traktörün gaz pedalına basıp, ardında dumanlar bırakarak uzaklaştı.
Hamurun yoğrulup, birer yufka ekmeği yapılacak şekilde yumaklar haline getirilmesi bitmişti. Bu sırada kulağının biri çok da iyi duymayan kızı Mine’ye seslenen Kör Zewe;
“Hamur tamam. Hadi tandırı yakalım.” deyip, ahırdan saman almaya gitti. Çuvala doldurduğu buğday saplarını ve samanı sırtlayıp, getiriyordu ki, tandır duvarının dibine gelip, dayanan Çalı Nalan’ı görünce kafasında şimşekler çaktı. Torbasını bir kenara fırlatıp, Çalı Nalan’ı ellerine dikenler batsa da sıkıca kavradı. Elinden kaçamazdı. Tandırda bu kuru çalı ne güzel yanardı. Çalı Nalan’ı bastırarak tandır kuyusuna yerleştirdi. Kibriti çakıp tutuşturdu. Tepenin yamacındaki taşın altında köklerini bıraktıktan sonra hızla kuruyan Çalı Nalan çarçabuk yanıp, tutuştu.
Sabah serinliğinin nemliliğini, iyice güneşlenemediği için üzerinden tam olarak atamayan Çalı Nalan, cızırtılı sesler çıkararak, adeta yalvarırcasına kor alevler içinde yanarken, Kör Zewe de avurtlarını şişip üflüyordu.
Öğle üzeri acılar içinde Ali ve Şükrü’yü inleten Mehmet öğretmen de misyonunu yerine getirmenin gönül rahatlılığı ile lojmanına doğru ilerliyordu. Kör Zewe’nin tandırında ise hafif işitme özürlü kızı Mine, Çalı Nalan’ın ateşinde ikinci yufka ekmeğini pişirmek üzereydi. Bu arada Çalı Nalan’ın iniltileri de kesildi. Sessizlik yerini Mine’nin söylediği hareketli bir Roman türküye bıraktı.
“Kara çalı gibi girdin aramıza,
Al kızını koy çuvala,
Salla salla vur duvara..”


Amsterdam, 11 Mayıs 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...