O
“Hasret ateşiyle dövülmüş sımsıcak bir demir gibi
Ne güzel şey düşünmek seni.”
Nazım
Hikmet
O, benim on dört yaşımın, pırıl pırıl, pır pır atan, duygulu minik-çocuk yüreğimin, sancılı ilk göz ağrısı idi. Başımdan geçen, kalbime derinlemesine musallat ettiğim, pek çoğu da platonik olan aşklarımın, belki de en platonik olanıydı. Uzaktan uzağa kımıl kımıl, hareketlerini, gülüşünü, bakışlarını, konuşmasını pür dikkat izlediğim, kendisine ha bugün ha yarın diye açılacağımı umduğum ve karşılığının alınması ile ölesiye mutlu olacağımı bildiğim zavallı, susuz kalmış kızıl bir gül misali boynu bükük, üzgün, süzgün ve vuslat özlemi ile dopdolu bir aşktı O.
O, ne şaşılası, anlatılamaz bir güzellikti. Buğulu
zeytin gözlerinin iriliği, baktığınızda derinliği insanı soluksuz kılan,
kirpiklerinin kıvrımlı uzunluğu, kaşlarının o güzelim eğimi, dudaklarının
korluğu, gamzeli yanaklarının parlaklığı, saçlarının kömür karası bukleler
halinde çağlayanlar misali bedenine dökülüşü ile, var olan aklımı, uzun süre
gelmemek üzere, başımdan hepten alıp gidendi O. Her ne zaman gözlerim kendisine ilişmeye görsün, başımdan
uçup giden aklım, beraberinde açılan göğsümden fırlayan yüreğimle el ele verip,
bu muhteşem güzelliğin karşısında, beni yapayalnız ve biçare bırakırlardı.
Çehresinin inanılmaz güzelliği, yaşayan canlı bir
Yunan heykeli gibiydi. O sert kar beyazı mermerdeki fazlalıkları yontup,
dünyanın en güzel heykeli olan Afrodit’i yaratan, ünlü heykeltıraş Praksitales,
sanki zaman tünelinden geçip, dünyaya yeniden gelerek, O’nun da gizli saklı bir
heykelini yapmıştı. Tanrı da verilen bu inanılmaz, şaheser emek karşısında,
şapka çıkartmak zorunda kalıp, bu esere can ve kan vermişti. Aynı Tanrı, bununla
kalmayıp, sonrasında insanı mest eden o şaşılası gülümsemeyi, nasıl da sihirli
bir şekilde, o gamzeli güzelim yüze kondurmuştu.
Bir insana, en sıradan bir giysi dahi, şaşılacak
derecede, ancak bu kadar yakışırdı. Takıp takıştırdığı her obje sanki, sadece O'nun üzerinde, var olan
değerinin bin katını katlayarak güzelliğine güzellik katar, kıymet bulurdu.
Ayakkabı bağcıklarının dahi, çok daha ayrıcalıklı, estetik ve en güzel O’nun
ayaklarında durduğuna inanırdım. Vakti zamanında; Yüreğimi yakıp, kasıp
kavuran, depremlerle yerle bir eden, virane çeviren, “memleket bakışlı
gözlerine saatlerce bakıp, kendimi anlatamadığım” bir aşktı O. “Son hayalim,
son hasretim, son sözüm, nar tanem, yutkunuşum, uyanışlarımın en güzeli” idi O.
Çocuk kalbimin ölesiye vurgunu olduğu bu aşka
açılabilmek için hep uygun zamanı bekleye durdum. Her gelen an, o an değildi.
Lakin ben bekleyedururken, öyle bir an gelmişti ki, çok ama çok geç kalmıştım.
Yanında ben yürüyeceğim, elinden ben tutacağım, gözlerinin derinliğinde ben
kaybolacağım darken, gördüm ki bunu başkası bütün bu ulaşılmaz güzellikleri, çoktan
yapar olmuş. Benim yaşamdan en büyük isteğim olan bu arzumu, elini çabuk tutan
en yakın arkadaşıma kaptırmıştım. Dünya başıma yıkıldı. Art arda aylarca
şiddetli artçı depremlerim dur durak bilmedi. Yeryüzü ve gökyüzü yer
değiştirdi. Kapkara bulutlar yeryüzünde dolaşır oldu. “Kalbimden kalbine giden,
görünmeyen büyülü yol” gaddarca kesildi. Ben, ben olmaktan çıktım. Dünyamdan
geçtim. Tadım tuzum kalmadı, tükendi. Tutunduğum bütün dallar ansızın koptu.
Uçsuz bucaksız uçurumlarda hızla düşer oldum. On dört yaşında olmama rağmen,
saçlarım apansız kar beyazı oldu. Esir düştüm, tutuklandım, yüzlerce yıl rutubetli-karanlık hücrelerde
unutuldum, işkenceler gördüm, ölüm oruçlarına yattım, sürgün edildim, özgürlüğüm gasp edildi, ellerim
kelepçelendi, ayaklarıma prangalar takıldı, yüreğim koparıldı, köyüm yakıldı,
ana dilim, kimliğim, kültürüm, gelenek ve göreneklerim yasaklandı, zifiri bir karanlık, afakanlar bastı. “Her yanı
çiçekler açmış, yemişlerle dolu bir fidana benzeyen güzel yüzüne hasret yaşar”
oldum. “Beni kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz, beni
O’suz, beni bensiz bıraktılar.”
Vakti zamanında, “bana memleket, bana su, bana tat,
bana uyku, bana rüzgar gibi esen sevgili” idi O. On dördümde, benim gözümde,
dimağımda, minik yüreğimde, o taze bedenimdeki bütün hücrelerimle hissettiğim
bir tanrıça idi O. Beş yüz yaşıma da gelsem, O benim çocuk masum kalbimin ilk
aşkıydı. Yaşayacağım beş yüz yılın inim inim unutulmaz sızısıydı. “Manolya
kokulu başını bir kez olsun kollarımın arasına alamadığımdı.” Ve O, şimdi
nerelerdeydi? Evlendi mi, çocukları var mı, hayatta mı, ne yapar-ne eder, O
hala öyle güzel mi, gamzeleri duruyor mu, gözlerinin derinliğinde hala kayıplar
oluyor mu? Yıllar yılı O’nu unutmayıp, hatırladığım gibi, O da beni hatırlar mıydı?
Heyhat olan oldu ve onlarca yıl sonra, şimdilerde beynime çöreklenen, salt bir
soru yumağı oldu O.
Amsterdam, 5 Aralık 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder