13 Aralık 2015 Pazar

PİRO





PİRO

Yaşı kemale erdiğinden olacak, çok yüksek olmasa da tepeleri tırmanmakta, artık bir hayli zorlanıyordu. Oysa belalı başında kavak yellerinin esmekte olduğu zamanlar, değil bu Pur yaylasının kıçı kırık yüz metrelik tepesini; binlerce metre yüksekliğinde, geçit ve adamı saklayıp ele vermeyen sarp dağları, ay ışığında şavkı yüzlerce metre ileriden görülen mavzeri, omuzundan çapraz beline doğru uzanan sıra sıra inci gerdanlıklar gibi dizili domdom kurşunları, kafasını dimdik tutan boynuna sarkıttığı dürbünü, ayağında İzmir efelerinin körüklü çizmeleri ile uçurumları ve kayalıkları bana mısın demez, bir ceylan misali sekerek çıkardı. Şimdilerde ise kendisini adeta kabuğuna iyice çekilmek zorunda kalan bir kaplumbağa gibi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyen, miskin bir ihtiyar gibi yaşıyordu.
Henüz yirmili yaşlarda iken kanun ile ters düştü. Hiç istemediği bir öldürme olayında, kendisini savunmak zorunda kaldığından elini İstemeden kana buladı. Olay sonrası çok geçmeden tasını tarağını toplayıp, terki diyar edip, gözlerden ve gönüllerden hayli ırak gitti. İç Anadolu bozkırındaki Kürt köylerinden kaçışı, onu güneyde Çukurova’ya kadar getirdi. Önceleri bölgede dağa çıkan bir kaç eşkıyanın yanında yer aldı. Her defasında kısa aralıklarla eşkıyaların adamı olmayı ret edip, ayrıldı. Çok geçmeden kendine bağlı gözü pek adamlarını toplayıp, başına geçti.
Etekleri neredeyse Akdeniz’den çıkagelen Toroslar, Bolkar, Tahtalı, Ala dağlarının zulalarında saklanıp, kendisini güvende hissettiğinde düzlüğe indiği Anavarza kayalıkları ve Çukurova büklerinde uzun yıllar, “dediğim dedik” hüküm sürdü. Vicdanı hiç bir zaman gaddarlıktan yana olmadı. Zalimin yanında bir dakika olsun yer almadı. Yanındaki adamlarına ve çevre halkına karşı her daim adil olmaya çalıştı. Paylaşımdan büyük mutluluk duydu. Bir kaç kez çatışmalarda hafif sıyrıklar ile postu deldirdiyse de, bedeninin direngenliği ile kefeni her defasında yırttı. Elinden geldiğince mazlumun, fakir-fukaranın, savunmasızın ve halkın yanında yer alarak bu yalçın dağlara adını Kürt Piro Ağa olarak yazdırdı. Yöre halkı, Kürt Piro Ağa ismini her zaman büyük bir saygı ve minnetle andı. Torosların eteklerinde ve Anavarza toprağında yaşayan börtü böcek, bir birinden güzel öten bin bir kuş, kayalıkların üzerinde av peşinde fır dönen kartallar, burcu burcu kokan olabildiğince albenili kır çiçeği, deve dikeni, kengerler, çiğdemler, çamlıklar, mersin ağaçları, kıvrıla kıvrıla süzülen yılanlar, solucanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar, tavşanlar, tilkiler, sırtlanlar, kurtlar, çakallar ve bilumum canlı; kendilerini Kürt Piro Ağa’nın koruması altında buldular. Torosların eteklerinde toprağı üzerinden atıp fışkıran, güneşe merhaba diyen her çiçeğin başında dakikalarca durur, onları koklar, kızlarım diye incitmeden okşar ve mis kokularını ciğerlerinin derinliklerine hapsedercesine çekerdi.
Oysa şimdilerde, Philips marka transistörlü radyosunu sırtlanıp, Pur Yaylasının yirmi haneden oluşan yerleşim yerinin karşısındaki tepeye tırmanırken ıhlayıp pufluyordu. Artık yetmişli yaşlardaydı. Yirmi yıl önce çıkan bir genel aftan faydalanıp, sarp dağlardan düzlüğe inip, insanlarının arasına katıldı. Önceleri, sanki ayakları yere basmıyor gibiydi. Yaşama yeniden katılıp, adapte olmakta oldukça zorlandı. Göstermelik bir askerlik sürecinin ardından, baba ocağına döndü. Ne yazık ki o yokken, Anne ve babası da ölmüşlerdi. Cenazelerine dahi gelememişti. Beşikte bırakıp gittiği köyündeki bebekler, büyüyüp askerliklerini tamamlayıp, nişanlanmışlar, evlenmişler ve çoluk çocuğa karışmışlardı. Uzun bir eşkıyalık serüveninin ardından, erken yaşta kocasını kaybeden Zerya ile konu komşu aracılık yapıp, Piro’yu baş göz ettiler. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen pek de şikâyetçisi olmadığı bu evlilikten, pırıl pırıl iki oğlu ve bir kızı oldu.
Pur Yaylası’nın tepesinin doruğuna ulaştığı zaman oturacak düz bir taş aradı. Bir çalılığın arkasına saklanan büyükçe düz bir taşı yerinden kaldırıp uygun bir yere atıp, ayaklarını yaya yaya oturdu. Akşam karanlığı iyiden iyiye çöktü. Alabildiğine berrak görünen gökyüzünde yer yer parlak kırpılmış yıldızlar salınırken, ay gümüş renginin tüm tonları ile çıkageldi. Piro radyosunun düğmelerini tütünden tamamen sararan boğumlu parmakları ile çevirdi. Radyodan art arda anlaşılmaz gürültüler geldi. Uzun bir uğraşıdan sonra Erivan radyosunu bulduğu zaman, ellerini çekti. Radyoyu kendisine doğru sağ ayağının dibine koydu. Erivan radyosunu ancak bu yükseltide dinleyebiliyordu ve Ayşe Şan çok içli bir sesle “Salıho” stranını (Kürtçe türkü) söylüyordu. Elini pantolonunun cebine daldırıp, gümüş tabakasını çıkardı ve Zerya’sının saçlarını andıran bir tutam altın sarısı tütün alıp, sardı. Tütün genzini yaksa da Saliho stranının melodisi yüreğini yaktığı için bu daha baskın geldi. İlkel yapılı yayla evlerinden sönük ışıklar süzülüyordu. Ayşe Şan'dan sonra neşeli bir strana başlayan, Kürt müziğinin gökyüzündeki yıldızı Mehmet Arif Cızrawi, “Kıne” (kısa) adlı bir Kürt dilberine dillere destan aşkını anlatırken, ay elini çenesine götürdü, yanıp sönerek göz kırpan yıldızlar ise uçsuz bucaksız bir halaya durdular. Radyo “dengbej” Mehmet Arif Cizrawi’nin, insanın kalbini dağlayan sesini mucizevi bir şekilde getirip, Pur Yaylası’nın tepesinde Piro’nun hafiften tüylenen kulaklarına aynen şöyle ulaştırdı.
“Kinê
Adın ne güzeldir bu dünyada,
Kinê Kinê
senin başın için,
ah bu yüreğim el vermiyor ki adını söylemeye
yaman, yaman, yaman...
Adın alemin içinde şirindir
yüreğim el vermiyor ki, adını telaffuz edeyim.
Ben şehirlere gitmek mecburiyetindeyim.
Senin aşkın için diyar diyar dolaşmaya oy oy oy Kinê,
mecburum ben şehirlere gidip dolaşmaya.
Humus şehrine, Hama’ya
altın, gümüş, yakut ve zümrütten yapılmış,
bu dünya malı olan bir kemer,
getireyim Kinê me.
Takayım ince beline
yaman yaman yaman....
Düğünlere, halaylara gitmesi için,
yeşilliklere, sazlıklara, dere kenarlarına
o keten elbiseni lo lo yırtmaya..
yaman, yaman, yaman...
……………………”
Piro uzaklara daldı gitti. Tabakasından tutam tutam tütün alıp sardı. Olacak gibi değildi. Bu güzelim dil, güzelim melodiler yasaklıydı. Onca yıl Çukurova’da tüfek çatmış, vurmuş vurulmuş, zalimin ensesine çökmüş, kurt ve kuş ile arkadaş olmuş, çiçeklerle konuşmuş, dağlara hükmetmişti. Doğada ne kurt kuşun ötmesine, ne de kartallar baykuşlara böylesi yasaklamalar getirmemişti. Vakti zamanında dünyaya kafa tutan Piro, melodileri bu yasaklı dilde, gizli, saklı dinledi.
Piro uzun uzadıya dinlediği ve mest olduğu melodiler ile sık sık eşkıyalık yıllarına gitti. Bir taraftan da çok tatlı bir uyku bastırdı. Eriwan radyosu yasaklı bir dilden stranları Pur Yaylası’nın tepesinde özgürce sürdürdü. Piro tepede uyuya kaldı. Ay gökyüzündeki yıldızları toplayıp, gitti. Uzaklardan şaşılası güzellikteki renkleri ile sökün edip, gelen güneş; ışıklarını Piro’nun üzerine serpiştirirken, Eriwan radyosunda coşkulu sesi ile Meryem Xan ve ardından da Tahsin Taha yeni bir stranı yorumluyorlardı. Güneş renkli, sıcak, tatlı ve parlak, yaşlı Kürt Piro uykulu ve mahmur, Pur Yaylası birbirine karışan insan ve hayvan seslerinden dolayı gürültülü, kocası gece eve gelmeyen, acaba başına bir şey mi geldi diye meraklanan, sarı saçlı, üzüm gözlü, yaşı ilerlemiş olsa da güzelliğini sürdüren Zerya ise oldukça telaşlıydı.

Amsterdam, 13 Aralık 2015


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...