PİRO
Yaşı kemale erdiğinden
olacak, çok yüksek olmasa da tepeleri tırmanmakta, artık bir hayli
zorlanıyordu. Oysa belalı başında kavak yellerinin esmekte olduğu zamanlar, değil
bu Pur yaylasının kıçı kırık yüz metrelik tepesini; binlerce metre
yüksekliğinde, geçit ve adamı saklayıp ele vermeyen sarp dağları, ay ışığında
şavkı yüzlerce metre ileriden görülen mavzeri, omuzundan çapraz beline doğru
uzanan sıra sıra inci gerdanlıklar gibi dizili domdom kurşunları, kafasını
dimdik tutan boynuna sarkıttığı dürbünü, ayağında İzmir efelerinin körüklü
çizmeleri ile uçurumları ve kayalıkları bana mısın demez, bir ceylan misali
sekerek çıkardı. Şimdilerde ise kendisini adeta kabuğuna iyice çekilmek zorunda
kalan bir kaplumbağa gibi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, "bana
dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyen, miskin bir ihtiyar gibi
yaşıyordu.
Henüz yirmili yaşlarda
iken kanun ile ters düştü. Hiç istemediği bir öldürme olayında, kendisini
savunmak zorunda kaldığından elini İstemeden kana buladı. Olay sonrası çok
geçmeden tasını tarağını toplayıp, terki diyar edip, gözlerden ve gönüllerden
hayli ırak gitti. İç Anadolu bozkırındaki Kürt köylerinden kaçışı, onu güneyde
Çukurova’ya kadar getirdi. Önceleri bölgede dağa çıkan bir kaç eşkıyanın
yanında yer aldı. Her defasında kısa aralıklarla eşkıyaların adamı olmayı ret
edip, ayrıldı. Çok geçmeden kendine bağlı gözü pek adamlarını toplayıp, başına
geçti.
Etekleri neredeyse Akdeniz’den
çıkagelen Toroslar, Bolkar, Tahtalı, Ala dağlarının zulalarında saklanıp,
kendisini güvende hissettiğinde düzlüğe indiği Anavarza kayalıkları ve Çukurova
büklerinde uzun yıllar, “dediğim dedik” hüküm sürdü. Vicdanı hiç bir zaman
gaddarlıktan yana olmadı. Zalimin yanında bir dakika olsun yer almadı.
Yanındaki adamlarına ve çevre halkına karşı her daim adil olmaya çalıştı.
Paylaşımdan büyük mutluluk duydu. Bir kaç kez çatışmalarda hafif sıyrıklar ile
postu deldirdiyse de, bedeninin direngenliği ile kefeni her defasında yırttı.
Elinden geldiğince mazlumun, fakir-fukaranın, savunmasızın ve halkın yanında
yer alarak bu yalçın dağlara adını Kürt Piro Ağa olarak yazdırdı. Yöre halkı,
Kürt Piro Ağa ismini her zaman büyük bir saygı ve minnetle andı. Torosların
eteklerinde ve Anavarza toprağında yaşayan börtü böcek, bir birinden güzel öten
bin bir kuş, kayalıkların üzerinde av peşinde fır dönen kartallar, burcu burcu
kokan olabildiğince albenili kır çiçeği, deve dikeni, kengerler, çiğdemler,
çamlıklar, mersin ağaçları, kıvrıla kıvrıla süzülen yılanlar, solucanlar,
kertenkeleler, kaplumbağalar, tavşanlar, tilkiler, sırtlanlar, kurtlar,
çakallar ve bilumum canlı; kendilerini Kürt Piro Ağa’nın koruması altında
buldular. Torosların eteklerinde toprağı üzerinden atıp fışkıran, güneşe
merhaba diyen her çiçeğin başında dakikalarca durur, onları koklar, kızlarım
diye incitmeden okşar ve mis kokularını ciğerlerinin derinliklerine
hapsedercesine çekerdi.
Oysa şimdilerde, Philips
marka transistörlü radyosunu sırtlanıp, Pur Yaylasının yirmi haneden oluşan
yerleşim yerinin karşısındaki tepeye tırmanırken ıhlayıp pufluyordu. Artık
yetmişli yaşlardaydı. Yirmi yıl önce çıkan bir genel aftan faydalanıp, sarp
dağlardan düzlüğe inip, insanlarının arasına katıldı. Önceleri, sanki ayakları
yere basmıyor gibiydi. Yaşama yeniden katılıp, adapte olmakta oldukça zorlandı.
Göstermelik bir askerlik sürecinin ardından, baba ocağına döndü. Ne yazık ki o
yokken, Anne ve babası da ölmüşlerdi. Cenazelerine dahi gelememişti. Beşikte
bırakıp gittiği köyündeki bebekler, büyüyüp askerliklerini tamamlayıp,
nişanlanmışlar, evlenmişler ve çoluk çocuğa karışmışlardı. Uzun bir eşkıyalık
serüveninin ardından, erken yaşta kocasını kaybeden Zerya ile konu komşu
aracılık yapıp, Piro’yu baş göz ettiler. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen pek de şikâyetçisi
olmadığı bu evlilikten, pırıl pırıl iki oğlu ve bir kızı oldu.
Pur Yaylası’nın tepesinin
doruğuna ulaştığı zaman oturacak düz bir taş aradı. Bir çalılığın arkasına
saklanan büyükçe düz bir taşı yerinden kaldırıp uygun bir yere atıp, ayaklarını
yaya yaya oturdu. Akşam karanlığı iyiden iyiye çöktü. Alabildiğine berrak
görünen gökyüzünde yer yer parlak kırpılmış yıldızlar salınırken, ay gümüş
renginin tüm tonları ile çıkageldi. Piro radyosunun düğmelerini tütünden tamamen
sararan boğumlu parmakları ile çevirdi. Radyodan art arda anlaşılmaz gürültüler
geldi. Uzun bir uğraşıdan sonra Erivan radyosunu bulduğu zaman, ellerini çekti.
Radyoyu kendisine doğru sağ ayağının dibine koydu. Erivan radyosunu ancak bu
yükseltide dinleyebiliyordu ve Ayşe Şan çok içli bir sesle “Salıho” stranını
(Kürtçe türkü) söylüyordu. Elini pantolonunun cebine daldırıp, gümüş tabakasını
çıkardı ve Zerya’sının saçlarını andıran bir tutam altın sarısı tütün alıp,
sardı. Tütün genzini yaksa da Saliho stranının melodisi yüreğini yaktığı için
bu daha baskın geldi. İlkel yapılı yayla evlerinden sönük ışıklar süzülüyordu.
Ayşe Şan'dan sonra neşeli bir strana başlayan, Kürt müziğinin gökyüzündeki
yıldızı Mehmet Arif Cızrawi, “Kıne” (kısa) adlı bir Kürt dilberine dillere
destan aşkını anlatırken, ay elini çenesine götürdü, yanıp sönerek göz kırpan
yıldızlar ise uçsuz bucaksız bir halaya durdular. Radyo “dengbej” Mehmet Arif
Cizrawi’nin, insanın kalbini dağlayan sesini mucizevi bir şekilde getirip, Pur
Yaylası’nın tepesinde Piro’nun hafiften tüylenen kulaklarına aynen şöyle
ulaştırdı.
“Kinê
Adın ne güzeldir bu
dünyada,
Kinê Kinê
senin başın için,
ah bu yüreğim el vermiyor
ki adını söylemeye
yaman, yaman, yaman...
Adın alemin içinde
şirindir
yüreğim el vermiyor ki,
adını telaffuz edeyim.
Ben şehirlere gitmek
mecburiyetindeyim.
Senin aşkın için diyar
diyar dolaşmaya oy oy oy Kinê,
mecburum ben şehirlere
gidip dolaşmaya.
Humus şehrine, Hama’ya
altın, gümüş, yakut ve
zümrütten yapılmış,
bu dünya malı olan bir
kemer,
getireyim Kinê me.
Takayım ince beline
yaman yaman yaman....
Düğünlere, halaylara
gitmesi için,
yeşilliklere, sazlıklara,
dere kenarlarına
o keten elbiseni lo lo
yırtmaya..
yaman, yaman, yaman...
……………………”
Piro uzaklara daldı
gitti. Tabakasından tutam tutam tütün alıp sardı. Olacak gibi değildi. Bu
güzelim dil, güzelim melodiler yasaklıydı. Onca yıl Çukurova’da tüfek çatmış,
vurmuş vurulmuş, zalimin ensesine çökmüş, kurt ve kuş ile arkadaş olmuş,
çiçeklerle konuşmuş, dağlara hükmetmişti. Doğada ne kurt kuşun ötmesine, ne de
kartallar baykuşlara böylesi yasaklamalar getirmemişti. Vakti zamanında dünyaya
kafa tutan Piro, melodileri bu yasaklı dilde, gizli, saklı dinledi.
Piro uzun uzadıya
dinlediği ve mest olduğu melodiler ile sık sık eşkıyalık yıllarına gitti. Bir
taraftan da çok tatlı bir uyku bastırdı. Eriwan radyosu yasaklı bir dilden
stranları Pur Yaylası’nın tepesinde özgürce sürdürdü. Piro tepede uyuya kaldı.
Ay gökyüzündeki yıldızları toplayıp, gitti. Uzaklardan şaşılası güzellikteki
renkleri ile sökün edip, gelen güneş; ışıklarını Piro’nun üzerine
serpiştirirken, Eriwan radyosunda coşkulu sesi ile Meryem Xan ve ardından da
Tahsin Taha yeni bir stranı yorumluyorlardı. Güneş renkli, sıcak, tatlı ve
parlak, yaşlı Kürt Piro uykulu ve mahmur, Pur Yaylası birbirine karışan insan
ve hayvan seslerinden dolayı gürültülü, kocası gece eve gelmeyen, acaba başına
bir şey mi geldi diye meraklanan, sarı saçlı, üzüm gözlü, yaşı ilerlemiş olsa
da güzelliğini sürdüren Zerya ise oldukça telaşlıydı.
Amsterdam, 13 Aralık 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder