20 Ağustos 2017 Pazar

İĞDENİN DALLARI YERDE



İĞDENİN DALLARI YERDE

          Büyük cam kavanozun kapağını açtı. Yumru elini usulca derin kavanozun içine daldırdı. Bir avuç iğdeyi, küçük bir çocuk gibi, birileri görecekmiş hissiyle pantolonunun sağ cebine doldurdu. Ardından bir avuç kadar daha aldı. Pantolon cebi belirgin bir şekilde kabardı. Çok da büyük olmayan adımları, O’nu sabah güneşinin bütün parlaklığı ile yansıdığı evinin sarı boyalı duvarının dibine getirdi. Yeni bir güne merhaba diyecekti. Küçük, ‘çulha’ denilen yün dokuması kilimin üzerine koyduğu pamuk minderi kalçasının altına iyice yerleştirdi. Sırtını üstü halı kaplamalı, sert hasır yastığa yasladı. 
          Ellerini pantolon cebine koyup, iğdeciklerini okşar gibi yokladı. Aldığı yarım avuç iğdeyi hayranlıkla seyre daldı. Gri rengini andıran gözlerine doluşan güneş büyük bir sihirle, onları bir anda boncuk maviliğine dönüştürdü. İğdeler bir anda elmas parçacıkları gibi göz kamaştıran bir parıltıyla parladı. İştahı kabardı ve elmas parçalarından bir tanesini ağzına attı. Tam da ağzındaki değirmenin kırık dökük taşlı mekanizmasını harekete geçirecekti ki, evin sadık köpeği merakla gelip iki metre karşısında çömeldi. Önce biçimli ön ayaklarını mümkün olduğu kadar ileriye doğru saldı ve altına topladığı arka ayaklarının üzerine bütün bedenini gözlerini kırpa kırpa eşit bir şekilde yerleştirdi. Musa ile göz göze geldiler. Keleş Köpek karnesinde bolca zayıfı olan bir çocuk mahcupluğu ile sahibinin gözlerinin derinliklerine kaçamaklarla baktı. Sahibinin kafasından neler geçtiğini pek bir merak etti. Tam kafasının üzerini bütünüyle kaplayan siyah tüylerle; şapkalı bit köpeği andırıyordu.
          Musa, çeşitli melodiler halinde kulağına gelen kuş seslerini dinledi. Etrafta büyük bir sessizlik hakimdi. Mavi kanatlı bir kelebek süzülerek uçtu ve omuzuna kondu. Keleş, kelebeği kıskanırcasına havladı. Kısa bir süre sonra sustu. Uzaklardan eşek anırtıları duyulur oldu. Musa’nın Pullu dediği horozu Kömür Tavuğun ibiğini ısırıp, hışımla altına aldı. Şaşılası, anlık bir sevişme teşhirinde bulundular. Hızını alamayan Pullu Horoz diğer tavukların ardında yeni bir maraton ipini göğüslemek üzere koşturdu. Gökyüzündeki bulutlar tamamen gözlerden yitip gittiler. Bahçedeki domates fidanları yeni çiçekler açtı. Çiçekten meyvaya duran domatesler daha da kızıllaştılar. Ay çiçekleri askeri bir disiplinle yüzlerini aynı anda güneşe dönmesini bir kez daha bildiler.
          İğdelerin lezzetine diyecek yoktu. Dişlerinin arasını doldurup, tıkanıklık vermesi biraz zahmetliydi. Keleş hafiften duyulur hırıltılarla sahibini izlemeye devam ediyordu. Ara sıra uzun keskin dişlerle kaplı çenesini açıyor, uzun uzadıya düz ve uzun dili ile ağzının etrafını yalıyordu. Bu arada mavi kanatlı kelebek bilinmeze uçtu. İzini kaybettirdi.
          Musa’nın karısı on beş yıl kadar önce ölmüştü. Bu uzun zaman içinde çok zor günleri oldu. Adeta kendi hikayesinde dolanıp durmaktan bitap düştü. Zeliha ne kadar da çabuk kendisini yapayalnız koydu. Olacak şey değildi. Mutluluk sanki bir kibrit çöpüydü. Yandı ve bitti. Oysa Musa O’na nasıl da aşıktı. Ağzından dökülen her kelime kendisi için adeta bir emirdi. Karısı, Musa’nın gözünde tam anlamıyla şiirsel bir güzellikteydi. Bunca zamandır zaten O’nun yerine kimseleri konduramadı. Daha doğrusu uygun kimseler yoktu ve bu güne değin buna ön ayak olacak birileri de olmadı. Yüreğinin derinliklerinde yalnızlığını hep bir başına yaşadı. Yıllardır yaşadığı yalnızlık O’nu bir hayli yordu. Bir kızı ve oğlu vardı. Ama onlar da çoluk çocuğa karışıp kendi hayatlarını yaşıyorlardı. Çocuklarından da, akrabalarından da bir fayda yoktu. Her işini kendisi yapıyor ve kimselere bağımlı olmamak için didiniyordu. Bir odadan diğerine biçare bir halde gidiyor, aynalara ise sadece kendisinin solgun çehresi yansıyordu.
          Musa cebindeki iğdeleri yarıladı. Yeni bir iğdeyi ağzına attı. Yadına Zeliha’sı yeniden düştü. Her ne zaman Zeliha aklına gelse, O’nun güzelim uzun kömür karası saçları her daim gözlerinin karşısında belirirdi. Şimdi de aynen öyle oldu. Sonra kestane rengi gözleri, dolgun dudakları, biçimli burnu ve ince uzun parmaklarını görür gibi oldu. En büyük korkusu bir gün O’nun hayalinin gözlerinin önünden silinip gitmesiydi. Bunun olmaması için yatak odasında asılı olan Zeliha’nın çerçeveli resmini korkarak alıyor, dakikalarca bakıp bir kez daha zihnine kazıyordu. Gönlünün kuşu sıcak ve huzurlu yuvasından uçunca, bütün dünyası viraneye döndü. Kalbine karşı her nedense büyük bir mahcupluğu vardı.
Musa bu güzel hayale öylesine kapıldı ki, elini uzatıp Zeliha’ya dokunmak istedi. Bir kez daha eli boşlukta aranır oldu. Keleş sahibinin elini neden uzattığına anlam veremedi. İrkildi. Hatta bir iki adım gerilere kaydı. Musa köpeği Keleş’ten hicap etti. Düştüğü duruma bir kez daha derinden üzüldü.
         Cebinin kıyısında köşesinde bir kaç tane iğde daha vardı. Şimdilik bu kadar yeterdi. Zaten tıkanıklık veriyorlardı. Yanındaki sürahiden bir bardak su aldı. Bir solukta içti. Ferahladı. Tıkanıklığı yok oldu. Zeliha’nın saçlarını yıkaması için yağmur sularını biriktireyim diye nasıl da çabalıyordu. Islana ıslana oradan oraya bin bir telaşla koşturuyordu. İpek saçları yağmur suları ile daha da yumuşak ve parlaklık kazanıyordu. Yıllardır kimseler için yağmur suyu biriktirdiği yoktu. Hayatında öyle birileri daha da olmadı.
         Öğle üzeri güneş ışınlarını tepeden salmaya başladı. Duvar dibinde gölge olmadığından diğer duvara doğru hareket edecekti ki, Kaman köylerinden Çerçi Kötü Yusuf’un iki eşeğini koştuğu kağnı arabasının ardından evine doğru geldiğini gördü. Musa avlu kapısını açtı. Arkadaşı çerçi Kötü Yusuf’u sevecenlikle buyur etti.
             “Selamünaleyküm Musa Ağam. Bütün üzümleri sattım. Sana da bir iki kilo kadar ayırdım. Yol üzeri onları bırakayım, hem de özledim. Hal ve hatırını da sorayım dedim. Bilmem iyi ettim mi?”
             “Ne iyi yaptın Yusuf. Başım gözüm üstüne. Hoş geldin. Sefalar getirdin. Nasılsın iyi misin. Yengem ve çocuklar nasıllar?”
             “Ne olsun be Musa Ağam herkes iyi. Soranlara selamları var. Biz de bildiğin gibi ekmek parası deyip, bu iki ‘karakaçanın’ peşi sıra o köyden bir diğerine seyirtip duruyoruz. Hamd olsun Yüce Allah’ın bin bir nimetine. Bütün köylerde söylemesi ayıp adımız Kötü Yusuf’a çıktı. Allah senden razı olsun bir tek senden duymadım bu bana yakıştırılan methiyeyi. Allah seni inandırsın, ben onlara hep aha bu boz eşeğin gözleri büyüklüğündeki kehribar üzümleri fazlası ile veriyorum. Ama yine de yaranamıyorum. Başlarda ağrıma gitmiyor değildi. Ama alıştım artık. Mevzu ekmek parası olunca, insan her şeye katlanıyor. Milletin ağzı sizin şu tohumluk buğday çuvalı değil ki, büzüp bağlayasın. Ne ise anlat bakalım. Senin halin ahvalin nasıl? Aslında yolda gelirken seninle ilgili bir iyilik düşündüm.”
         Musa’yı bir merak sardı. Acaba Yusuf’un düşündüğü iyilik ne olabilirdi ki? Üzüm arabasının üzerine doğru eğildi. Arabanın köşesinde kalan iki kilo kadar siyah üzüme baktı. Arılar arabanın etrafında vızıldayıp duruyorlardı. Musa başını kaldırıp, kendisine doğru kanat çırpan bir arıyı elinin tersiyle kovdu.
             “Söyle bakalım Yusuf benim için ne gibi bir iyilik düşündün? Hayır ola.”
             “Hayırdır... Hayır. Merak etme senin için iyi şeyler düşünüyorum. Adım her ne kadar Kötü Yusuf olsa da.”
             “Estağfurullah. O kelimeyi kendisini bilmez bir iki kişi kullanıyor. Yoksa bu köyde çok seviliyorsun. Benim yanımda da senin yerin başkadır. Bunu sen de biliyorsun.”
             “Bilmez olur muyum Musa ağam seni der, seni bilirim. Sen benim en iyi arkadaşımsın.”
         Musa çay yapmak üzere mutfağın yolunu tuttu. Bu Yusuf hayırlı bir iş diyordu. Yoksa koca bir köyün, çocuklarının ve akrabalarının yapamadığını bu Yusuf mu yapacaktı? O’nu on beş yıl sonra yeniden baş göz mü edecekti? Zeliha’sının üzerine başka gül koklamayı elbette istemezdi. Ama yalnızlık da bir yere kadardı. Bu yaştan sonra çekilir gibi de değildi.
         Kötü Yusuf sunulan tavşan kanı çaya kırçıl bıyıklarını batırmamaya çalışarak höpürtülerle içti.
             “Musa ağam çay çok güzel olmuş. Eline koluna sağlık. Diyeceğim şu ki; senin de bildiğin gibi, yalnızlık ancak yukarıdakine mahsus. Diyorum ki, artık sana da bir can yoldaşı lazım. Yek başına nereye kadar? Bilirsin bu koca köyde seni sever sayarım. Bizim köyde ahlakı temiz, terbiyesi yerinde, arı namusu olan dul bir kadıncağız var. Geçen gün bizim hatuna çıtlatıvermiş. İyi biri olursa ben de evlenmek istiyorum diye ağzından bir lakırtı çıkmış. Benim de aklıma Allah bilir ya, ilk sen geldin. Bu hatun tam senin için biçilmiş kaftan. Eğer sen de rıza gösterir evet dersen, uygun bir zamanda bizim köye, bana gelirsin. Bizim çerçilik işi de zaten bu yıl bitti. Bu son arabaydı. Artık ben hep evdeyim. Uygun bir dille sorar çay içmek bahanesiyle misafirliğe gideriz. Baktın kalbinde atışlar başkalaşıyor, bir hal çaresi buluruz. Sayenizde biz de sevaba gireriz. Bence üzümün çöpü-armudun sapı demeden hemen evet demelisin. Senin de iyi kötü omuzunda uyuyan bir hatun olmalı. Yazıktır, kıyamam, günahtır sana. Mezara gömülür gibi içine gömülmenin ne alemi var? Bu köyde seni her gördüğümde yalnızlığına yüreğim alav alav yanar. Musa, ne olur bu dediğimi unutma. Sen benim has arkadaşımsın.”
         Hiç beklemediği bir anda bu dostunun getirdiği teklifle şaşkına dönen Musa, duraksadı. Ne diyeceği konusunda ikirciklendi. Ama bulunduğu durumdan daha da kötü olacağını sanmıyordu. Belki de Yusuf’un dediği gibi iyi bir insandı. Has arkadaşım dediği birine ciğeri beş para etmeyen birisi teklif edilir miydi? Musa, kaçarken yanlış bir sokağa girmişçesine bir duyguyla söze girdi.
             “Yusuf kardeş neler de düşünmüşsün. Sağ olasın. Demek beni baş göz etmek niyetindesin. Sen bütün bunları anlatadururken, ben ilk kez bu konuyu düşündüm. Neden olmasın dedim kendi kedime. Elim ayağım tutuyor. Çok şükür sağlığım da yerinde. Maddi bir sorunum da yok. Aslına bakarsan; derler ki: ‘İnsan içinden yenilemese dışından eskirmiş.’ Demek benim de artık içimden hepten yenilenmem gerektiğini, senin gibi temiz kalpli bir dostum gördü. Öyle ya bu dünyanın yükünü tek başına omuzlamanın alemi ne? Kafama takılan, bilmem O da beni kabul eder mi? Bana bütün kalbi ile hissederek evet der mi?”
             “Senden iyisini bulacak? Bunları hiç düşünme. Kafana da zerre kadar takma. Orasını sen bana, kardeşine bırak. Bak gör nasıl tereyağından kıl çeker gibi halledeceğim. Hiç değilse şu garip kardaşımın gönlümü de hoş tutacak bir yoldaşı olur. Adı Gülfidan. İsmi gibi tam bir güllü fidan. Dikenleri de vardır ve çokçadır muhakkak. Eh... Ne diyeyim, onlara katlanmak da sana kalacak artık. Sen hatunu sıcacık koynunda bil gayri. Bu kış yatağın sımsıcak olacak. Huyu da, suyu da güzel mi güzel. Ben ve yengen her konuda sana garanti veriyoruz. Senin kötülüğünü ister miyiz? Kaman’da o zamanlar ortaokulu bitirmişti. Kocası rahmetli olunca, gerisin geri baba evine dönmek zorunda kaldı kadıncağız. Bir iyi tarafı daha var ki, çoluk çocuğu da yok. Tam senlik anlayacağın. Bizim köylük yerde ne zaman görsem, elinde bir kitap okuyup duruyor. Yani senin kadar olmazsa da, O da kendince az çok ilim irfan sahibi. Bu Kürt köylerinde bilmem mi, sen parmakla gösterilen tek adamsın. Hatırı sayılır bir bilgin ve görgün var. Her konuda alimallah herkes sana danışır.”
         Musa sabah kahvaltısından arta kalan acılı menemeni ısıttı. Yanına zeytin, peynir, kayısı reçeli, bal, salatalık ve bir demet de maydanoz koydu. Orta büyüklükteki yuvarlak tepsiyi arkadaşının önüne koydu.
             “Zahmet ettirdim sana. Sağ olasın. Hacı sofrası olsun. Söyle bakalım evet diyor musun bu işe?”
             “Görüyorum ki sen yıllar sonra beni düşünmüşsün. Ne desem azdır. Ben de varım bu işe. Demek senin yanında hatırım varmış. Birbirimizi uygun bir ortamda görelim, tanıyalım bakalım. Kaderde varsa olur. Zelıha’mın da gönül koyacağını sanmam. O her zaman benim mutlu olmamı isterdi. Biliyorum sen gayet iyi niyetlisin. Ben de evet diyorum.” Kötü Yusuf geniş ve tatlı bir gülümseme ile elini arkadaşının omuzuna götürdü.
             “İşte bu. Musa kardaşım, sen bu işi evvel Allah olmuş bil. Gülfidan artık senin helalin. Ben tez elden elimden geleni ardıma komayacağım. Kardaşım iyilerin en iyisine layık.
         Musa, “sen Gülfidan’ı koynunda bil” kısmında kulaklarına kadar kızardı. Sonrasında yüzünü kaldırıp, ‘kötü’ dedikleri ‘iyi’ arkadaşının gözlerine aynı büyüklükteki gülümsemeyle baktı. Bu ince denli düşünebildiği için kendisine minnettardı. Yalnızlık denilen bu derin ve kanamalı yarasına, belki de bu arkadaşı derman olacaktı. Yaraları bir bir iyileşecekti.
         Çerçi Kötü Yusuf daha fazla oyalanmak taraftarı değildi. Musa’ya ayırdığı üzümü plastik bir kaba koydu. Musa her ne kadar parasını vermekte ısrar ettiyse de, Kötü Yusuf almadı.
Enişte oldu mu şimdi bu yaptığın? Bizim yılardır karşılıklı merhabamız var. Birbirimizin ekmeğini yemişiz, çayını- köpüklü kahvesini yudumlamışız. Olmaz asla olmaz. Üstelik bundan kelli, sen benim has be has eniştemsin de. Ayıp değil mi benim şuncacık üzümün parasını kıymatlı biricik eniştemden almam. Hiç yakışık almaz. Afiyetle ye. Unutmadan seni önümüzdeki salı günü bekliyorum. Ben o zamana kadar bütün hazırlıkları yapacağım. O konuda kaygılanma.” Musa kısık bir sesle karşılık verdi.
             “Tamam. Allah senden razı olsun.”
             “Hadi kal sağlıcakla. Kendine iyi bak. Allah nasip ederse salı günü görüşürüz.”
         Musa neye uğradığını anlayamadı. Adeta afallamıştı. Arkadaşı Kötü Yusuf, içine kor alavlı bir aşk düşürdü. Avlu kapısında durdu. Keleş de yanı başındaydı. Musa yavaşça ilerleyen arkadaşının ardından el sallayadururken, Keleş de mutlulukla kuyruğunu salladı. Musa’nın gözleri maviliklerini hala koruyorlardı. Pantolon cebinde arta kalan bir kaç iğdeden birini daha ağzına attı.


Amsterdam, 20 Ağustos 2017



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...